HULEFÂ-yi RÂŞİDÎN

(الخلفاء الراشدون)

Hz. Peygamber’den sonraki ilk dört halife (632-661).

I. SİYASÎ TARİH

II. MEDENİYET TARİHİ

I. SİYASÎ TARİH

İslâm tarihinde Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesiyle başlayan, daha sonra Hz. Ömer ve Osman’ın hilâfetleriyle sürüp Hz. Ali ile


sona eren döneme Hulefâ-yi Râşidîn devri denilir. Hulefâ halîfe kelimesinin, râşidîn ise “doğru yolda olan, doğruya ve hakka sımsıkı sarılan, kemale ermiş” anlamındaki râşid kelimesinin çoğuludur. Bu döneme söz konusu adın verilmesinin sebebi sahâbîden İrbâd b. Sâriye’nin rivayet ettiği, sünnetine uymanın ve bunun sınırlarını râşid halifelerin sünnetini de içine alacak şekilde genişletmenin gerekliliğini belirten Hz. Peygamber’in uzun bir hadisiyle açıklanmaktadır. Bu hadiste Resûlullah kendisinden sonra yaşayacaklara hitaben, “Herhangi bir ihtilâfla karşılaştığınızda size düşen görev, benim sünnetime ve hulefâ-yi râşidînin sünnetine uymaktır” demiştir (Müsned, IV, 126, 127; Dârimî, “Muķaddime”, 16; İbn Mâce, “Muķaddime”, 6; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 5; Tirmizî, “Ǿİlim”, 16). Hadiste geçen “hulefâ-yi râşidîn” tabirinden, ilk dört halifenin kastedildiğini kabul edenlerin yanında diğer müslüman imamların da bu gruba girdiğini ileri sürenler olmuş ve bunlardan bazıları Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz’e “beşinci râşid halife” demiştir (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 7; Beyhakī, I, 448; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâǿ, V, 130-131). Öte yandan yine Resûl-i Ekrem’e nisbet edilen, gerçek anlamda hilâfetin (hilâfetü’n-nübüvve) otuz yıl süreceği ve daha sonra saltanata dönüşeceği yolundaki hadisten hareketle (Müsned, IV, 273; V, 50, 220-221; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 8; Tirmizî, “Fiten”, 48) bazı Sünnî âlimler, Hz. Hasan’ı, babası Hz. Ali’nin ölümünden (40/661) hilâfeti Muâviye b. Ebû Süfyân’a bıraktığı güne kadar (25 Rebîülevvel 41/29 Temmuz 661) geçen süre için Hulefâ-yi Râşidîn’in beşincisi saymışlardır (Şevkânî, s. 606). Nitekim Emevî Devleti’nin kurucusu Muâviye’nin, halifeliğini resmî olarak Hakem Vak‘ası’ndan veya Hz. Ali’nin ölümünün ardından açıkladığı şeklinde farklı rivayetler bulunmakla birlikte Sünnî görüş, onun halifeliğinin Hz. Hasan’ın kendisine biatından sonra geçerlilik kazandığı şeklindedir. Ancak yine de Hulefâ-yi Râşidîn’in sayısı, özellikle Sünnî İslâm dünyasında “dört halife” veya “dört seçkin dost” (çehâr yâr, çehâr yâr-i güzîn, çihâr dost) denilerek dört rakamıyla sınırlı tutulmaktadır. İlk iki halife Hz. Ebû Bekir ile Ömer birlikte zikredildiğinde “şeyhayn” tabiri kullanılmaktadır. Ehl-i sünnet’e göre ashap içinde en faziletli kimseler hilâfete geçiş sırasına göre Hulefâ-yi Râşidîn’dir.

Resûlullah’ın, biri vahiy yoluyla aldığı Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini ve İslâm dininin esaslarını insanlara tebliğ etme ve öğretme, diğeri İslâm’ın ve Kur’an’ın esaslarını bizzat uygulama olmak üzere iki önemli görevi vardı. İkinci görevini yerine getirirken hicretten sonraki dönemde Medine’de kurmayı başardığı bir devletin başkanlığını yaptı. Fakat İslâm kaynakları, bugün bazı araştırmacıların Medine Şehir Devleti veya İlk İslâm Devleti dedikleri bu devlete bir ad koymadıkları gibi Hz. Peygamber için kullandıkları çeşitli isim ve sıfatların yanında onun devlet başkanı olduğunu gösteren bir unvan veya sıfata da yer vermemişlerdir. Vefatıyla birlikte Resûl-i Ekrem’in ilk görevi sona erdi ve son peygamber olduğu için de yerine Allah tarafından bir başkası gönderilmedi. Ancak ikinci görevi devam edecekti ve bunu kimin yerine getireceğini ümmeti belirlemek zorundaydı. Bu sebeple vefatının müslümanlar üzerinde bıraktığı büyük üzüntü ve şaşkınlık sürerken onun yerine devletin başına kimin geçeceği tartışması hemen başladı ve seçilen Hz. Ebû Bekir’e, Resûlullah’ın bu ikinci görevini yüklenmesinden dolayı “halîfetü Resûlillâh” unvanı verildi; aslında bu unvan devlet başkanlığına yani emirliğe tekabül ediyordu. Daha sonra ilk müslümanlar, önceleri “halîfetü halîfeti Resûlillâh” diye hitap ettikleri ikinci halife Hz. Ömer’e “emîrü’l-mü’minîn” demeye başladılar ve bu unvan diğer râşid halifelerle birlikte


onların arkasından gelen Emevî ve Abbâsî halifelerine de verildi.

Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün Medineli Evs ve Hazrec kabilelerinin ileri gelenlerinden bazı kimseler Sakīfetü Benî Sâide denilen hurmalıkta toplanarak içlerinden birini devlet başkanı seçmek istediler. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de devlet başkanının nasıl belirleneceği konusunda bir usul gösterilmemiş, ayrıca genel olarak kabul edilen görüşe göre Resûl-i Ekrem de vefatından sonra devletin başına kimin geçeceği hakkında bir şey söylememişti. Medineli müslümanlar bu hususta kendilerini yetkili görüyorlardı. Zira onlar Medine’nin yerlileriydi ve hicretten önce de bu şehirde yaşıyorlardı. Çoğunluğunu Mekkeli muhacirlerin teşkil ettiği diğer müslümanlar ise buraya sonradan gelmişler ve yanlarına sığınmışlardı. Dolayısıyla Resûlullah vefat edince riyâsetin kendi hakları olduğunu düşünmeye başladılar ve toplantıda bu makama Sa‘d b. Ubâde’yi aday gösterdiler. Sa‘d b. Ubâde Hazrec kabilesinin reisiydi ve devlet başkanlığının ensarın elinde bulunmasını istediği için teklifi kabul etti. Yaptığı konuşmada ensarın İslâmiyet’i benimsemek ve korumak suretiyle fazilet kazandığını, Kureyşliler’in Hz. Peygamber’e eziyet ettiğini anlattı. Ensardan bazı kimseler ise Sa‘d’ın riyâsetini uygun bulmuyorlardı. Ayrıca onlardan bir kısmı, muhacirlerin bu duruma rıza göstermemesinin muhtemel olduğunu söyleyerek konunun başka yönlerine de dikkat çektiler. Bu arada Kureyş’ten bir emîr, ensardan bir emîr seçilmesini teklif edenler de oldu. O sırada Hz. Ömer ensarın toplandığını öğrendi ve Ebû Bekir’e durumu bildirdi; Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı da yanlarına alarak toplantı yerine gittiler. Burada uzun bir konuşma yapan Hz. Ebû Bekir, Resûlullah’ın kabilesine mensup olan muhacirlerin ona ilk önce iman ettiklerini ve kendisine yardımda bulunduklarını, çeşitli eziyet ve işkencelere dayandıklarını anlattıktan sonra Hz. Peygamber’in dostları ve akrabaları sıfatıyla emirliğin onların hakkı olduğunu söyledi. Bu arada ensarın faziletlerini dile getirip İslâmiyet’e ve Resûl-i Ekrem’e yaptıkları hizmetlerin inkâr edilemeyeceğini, ilk muhacirlerden sonra en şerefli kimselerin ensar olduğunu belirtti ve Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde’den birini halife seçmelerini istedi. Ancak onlar, “Allah’a andolsun ki sen sağken bu görevi üzerimize alamayız. Çünkü sen ilk muhacirlerin en meziyetlisi, hicret sırasında mağarada bulunan iki kişiden birisi ve namaz kıldırmakta Resûlullah’ın halifesisin; uzat elini sana biat edeceğiz” diyerek ona doğru yürüdüler. Bu sırada ensardan Beşîr b. Sa‘d onlardan önce davranarak Hz. Ebû Bekir’e biat etti. Onun arkasından Sa‘d b. Ubâde hariç orada bulunanların hepsi, ertesi gün de Mescid-i Nebevî’de Medine’deki müslümanların büyük bir kısmı biat etti. Hz. Ali ile diğer bazı sahâbîler ise daha sonra biat etmişlerdir. Böylece Hz. Ebû Bekir Medine’deki müslümanların büyük bir çoğunluğunun biat etmesiyle halife seçildi.

Hulefâ-yi Râşidîn dönemi İslâm tarihi bakımından birçok yönüyle büyük bir önem taşımaktadır. Bunların ilki, dört halifeden her birinin hilâfete geliş usulünün farklı şekilde olmasıdır. Hz. Ebû Bekir, 13 yılı Cemâziyelâhir ayının başında (Ağustos 634) namaza çıkamayacak derecede rahatsızlanıp ölümünün yaklaştığını anlayınca imamlık görevini Hz. Ömer’e bırakarak yerine onu halef tayin etmeye karar verdi. Bu düşüncesini Abdurrahman b. Avf, Osman b. Affân, Saîd b. Zeyd ve Üseyd b. Hudayr gibi ileri gelen sahâbîlerle tartıştı ve bu hususta Hz. Osman’a bir ahidnâme yazdırıp mühürledi; sonra da yanına Ömer ile Osman’ı alarak Mescid-i Nebevî’de halka şöyle hitap etti: “Sizin için halife seçtiğim kişiye razı olur musunuz? Bir yakınımı tayin etmedim. Allah’a andolsun ki bütün gücümle düşünüp taşındım ve sonuçta Ömer b. Hattâb’ı uygun buldum; onu dinleyin ve ona uyun”. Orada bulunanların hepsi, “Duyduk ve itaat ettik” dediler.

Hz. Ömer, hiçbir ihtilâfın vuku bulmadığı bu şekildeki halef tayini usulüyle on yıldan fazla görev yaptıktan sonra Ebû Lü’lü’ Fîrûz en-Nihâvendî tarafından Mescid-i Nebevî’de hançerle ağır bir şekilde yaralanınca yerine kimin geçeceği hususunda değişik bir usulün takip edilmesine karar verdi. Kaynaklarda, Hz. Ömer’in sağ olsalardı Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı veya Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim’i halef tayin edeceğini söylediği, ayrıca oğlu Abdullah’ı isteyenlere, “Bir evden bir kurban yeter” karşılığını verdiği, aslında yerine Abdurrahman b. Avf’ı düşünmesine rağmen onun bunu kabul etmediği söylenir. Hz. Ömer, aşere-i mübeşşereden hayatta kalan altı kişiye (Hz. Ali, Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa‘d b. Ebû Vakkās, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm) toplanıp aralarından birini halife seçmek üzere tâlimat verdi; oğlu Abdullah’ı da halife seçilmemek şartıyla oylamada başa baş kalınması halinde çoğunluğu sağlaması için bu heyete dahil etti. Heyet üyelerini bir yerde toplamakla Mikdâd b. Esved’i, seçim gerçekleştirilinceye kadar rahatsız edilmemelerini sağlamakla Ebû Talha el-Ensârî’yi, cemaate namaz kıldırmakla Suheyb-i Rûmî’yi görevlendirdi. Ayrıca heyet üyelerinin o sırada Medine’de bulunmayan Talha’yı üç gün bekledikten sonra karar vermelerini istedi ve onun bu karara uyacağına dair Sa‘d b. Ebû Vakkās’tan taahhüt aldı. Hz. Ömer’in ölümü üzerine Mikdâd b. Esved heyet üyelerini bir evde topladı. Önce Abdurrahman b. Avf adaylıktan çekildi. Heyet üyeleri onu hakemlikle ve halkın görüşünü alarak seçimi sonuçlandırmakla görevlendirdiler. Bu arada Sa‘d b. Ebû Vakkās ile Zübeyr b. Avvâm da adaylıktan çekildiler. Abdurrahman b. Avf, Medine’de bulunan muhacir ve ensarın ileri gelenleri, ordu kumandanları, şehre dışarıdan gelenler dahil pek çok kimse ile görüştü. Üç gün süren bu görüşmelerden sonra halkı Mescid-i Nebevî’de topladı; Hz. Ali’yi ve Osman’ı çağırıp onlara ayrı ayrı Allah’ın kitabına, resulünün sünnetine uyup uymayacaklarını ve daha önceki iki halifenin yolundan gidip gitmeyeceklerini sordu. Hz. Ali’nin “gücümün ve bilgimin yettiği kadar” cevabına karşılık Hz. Osman’ın tereddütsüz “evet” demesi üzerine heyet üyeleri Osman lehine oy kullandılar. Önce Abdurrahman b. Avf, sonra Hz. Ali, arkasından da Mescid-i Nebevî’deki müslümanlar Hz. Osman’a biat ettiler.

On iki yıl süren halifeliğinin son yıllarında ortaya çıkan karışıklıkların ardından


Kûfe, Basra ve Mısır’dan Medine’ye gelerek günlerce evini kuşatan isyancıların Hz. Osman’ı şehid etmeleri üzerine sahâbîler Mescid-i Nebevî’de toplanarak yeni halifeyi seçmeye karar verdiler. Hz. Osman kendisinden sonra yerine geçecek birini belirlememişti. Muhacir ve ensarın ileri gelenleri Hz. Ali’nin halife olmasını istiyorlardı. Fakat Ali, kendisine yapılan bu teklifi hemen kabul etmek istemedi ve teklifi Talha ile Zübeyr’e yöneltti; ancak onlar da kabul etmediler. Sonuçta isyancıların da ısrarıyla Hz. Ali hilâfet makamına getirildi ve kendisine biat edildi.

İbn Mülcem adlı bir Hâricî’nin suikastı sonucunda ağır yaralanan Hz. Ali’den kendisinden sonraki halifeyi belirlemesi istendiğinde şu sözleri söyledi: “Hayır, sizi Resûlullah’ın bıraktığı halde bırakıyorum. Allah sizi Resûlullah’ın vefatından sonra birleştirdiği gibi birleştirir”. Oğlu Hasan’a biat edilmesi hususundaki görüşü sorulunca da, “Bunu size ne emrederim ne de nehyederim; siz daha iyi bilirsiniz” dediği rivayet edilir. Hz. Ali’nin ölümünden sonra Kûfe’de Kays b. Sa‘d’ın öncülüğünde Hz. Hasan’a biat edildiyse de Hasan, Muâviye b. Ebû Süfyân’ın ısrarı üzerine müslümanlar arasında yeni savaşların çıkmaması için bu görevi kendisine bırakmak zorunda kaldı.

Hz. Ebû Bekir’in ilk icraatı, Üsâme b. Zeyd’in kumandasında sefere hazırlanan orduyu göndermek olmuştur. Resûl-i Ekrem’in, Mûte Savaşı’nda şehid düşenlerin intikamını almak üzere hazırladığı ve Suriye’ye doğru göndermeyi planladığı ordu onun rahatsızlığı ve vefatı dolayısıyla yola çıkamamıştı. İrtidad hareketlerinden çekinen bazı sahâbîler, mürtedlerin Medine’ye saldırabileceklerinden endişe ettiklerini halifeye bildirerek bu seferden vazgeçmesini söylediler. Bazı sahâbîler de Üsâme b. Zeyd’in gençliğini ve tecrübesizliğini, ayrıca âzatlı bir kölenin oğlu olduğunu ileri sürerek onu değiştirmesini istediler. Hz. Ebû Bekir, bütün itirazları reddedip 1 Rebîülâhir 11 (26 Haziran 632) tarihinde orduya hareket emrini verdi. Üsâme atlı, kendisi yaya olarak bir süre yürüdükten sonra askerlere bir hitabede bulunup onlara Allah yolunda kâfirlerle savaşmayı, ganimet malına zarar vermemeyi, emirlere karşı gelmemeyi, çocukları, kadınları ve yaşlı insanları öldürmemeyi, meyve veren ağaçları kesmemeyi, manastırlara çekilmiş kimselere dokunmamayı tavsiye etti. Düşmanla karşılaşmayan ordu bazı âsi kabileleri yola getirdikten sonra geri döndü. Bu sefer, birçok kabile üzerinde Medine’nin gücünü göstermesi bakımından isabetli olmuş ve bazı kabilelerin irtidadını önlemiştir.

Hz. Peygamber’in vefatıyla başlayan hilâfet meselesinden sonraki en önemli konu irtidad hareketleridir. Resûlullah’ın bir peygamber olarak büyük başarı göstermesini kıskanan bazı maceraperest kimselerin onu taklit ederek peygamberlik iddiasında bulunmaları kendisi henüz hayatta iken başlamıştı. Kaynaklar, Yemen’de Esved el-Ansî ile Yemâme’de Müseylimetülkezzâb’ın peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkacaklarını haber veren bir hadisi kaydeder (Buhârî, “Menâķıb”, 25, “Meġāzî”, 70, 71, “TaǾbîr”, 38; Müslim, “Rüǿyâ”, 21). Yemen’in nerede ise tamamına hâkim olan Esved’in, Hz. Peygamber’in emriyle mahallî valilerin ve yerli halkın karşı koyması sonucunda 8 Rebîülevvel 11 (3 Haziran 632) tarihinde öldürüldüğü ve bunu Resûl-i Ekrem’in vefatından bir gün önce haber verdiği, ancak buna dair bilginin Medine’ye daha sonra ulaştığı, Kays b. Mekşûh el-Murâdî’nin ise Esved’in isyanını devam ettirdiği ve Hz. Ebû Bekir döneminde ortadan kaldırıldığı bilinmektedir. Diğer taraftan bazı kabileler namaz kılacaklarını, ancak Medine’deki devlete zekât vermeyeceklerini bildirdiler. Bu arada Tuleyha b. Huveylid el-Esedî ile Secah adlı bir kadın da peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Peygamberlik iddia edenlerle savaşma konusunda bir ihtilâf bulunmamasına karşılık müslümanlar zekât vermek istemeyen kabileler hakkında farklı görüşler ileri sürmeye başladılar. “Lâ ilâhe illallah” diyenlerle savaşmanın doğru olup olmayacağı hususunda Hz. Ömer’in başlattığı tartışma, o yılki zekâtların toplanmasından vazgeçilmesi gibi görüşlerin ortaya atılmasıyla gelişme gösterdi. Hangi sebeple olursa olsun irtidad edenlerle mücadelede kararlı olan Hz. Ebû Bekir önce Medine’deki sahâbîlerin tereddüdünü giderdi. Namaz kılmayı kabul edip de zekât vermek istemeyenlerle savaşmanın şart olduğunu belirtti. Dinin tamamlandığını, onun bazı esaslarının terkedilmesine izin verilemeyeceğini söyleyerek Hz. Ömer’den yardım istedi. Bu kararlı tavrıyla bütün tereddütleri gideren ve Üsâme ordusunun Medine’ye dönmesini bekleyen Hz. Ebû Bekir, 11 yılı Cemâziyelevvel (veya Cemâziyelâhir) ayında (Ağustos veya Eylül 632) 100 kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek Fezâre kabilesinin zekâtına el koyan ve Medine’ye saldırmak isteyen Hârice b. Hısn el-Fezârî’nin üzerine yürüdü. Kısa bir çarpışmadan sonra âsileri Zülkassa’da dağıttı. Birkaç gün bekledikten sonra Medine ve çevresindeki kabilelerden gelen yardımcı güçlerle birleşerek Tuleyha b. Huveylid üzerine yürümeye hazırlandı. Ancak Hz. Ömer ve Ali’nin ısrarıyla 4000 kişilik ordunun başına Hâlid b. Velîd’i getirerek Medine’ye döndü. Hâlid b. Velîd 27 Cemâziyelâhir 11 (19 Eylül 632) tarihinde Tuleyha’nın üzerine yürüdü. Büzâha’da yapılan savaşta Tuleyha’nın taraftarları öldürüldü, kendisi ise kaçtı. Hâlid daha sonra, zekât vermeyi reddeden Temîm kabilesiyle savaşmak üzere Bütâh’a gitti ve bazı mürtedleri öldürdü. Bu arada peygamberlik iddiasında bulunan Secah, Hâlid’in başarılarını görünce iddiasından vazgeçerek Yemâme’ye Müseylimetülkezzâb’ın yanına gitti ve onunla evlendi. Kendisine bir meleğin vahiy getirdiğini ve peygamber olduğunu iddia eden Müseylime’nin ve kabilesi Benî Hanîfe’nin bertaraf edilmesi, 12 yılı başında (Mart 633) sona eren ve tarihe Arabistan’ın en kanlı savaşı olarak geçen Akrabâ Savaşı ile sağlanmıştır. Hâlid b. Velîd kumandasındaki İslâm ordusu bu savaşta 600’den fazla şehid vermiştir. Hadramut’taki irtidad hareketleri buranın valileri Ziyâd b. Lebîd el-Ensârî ile Muhâcir b. Ebû Ümeyye ve onlara daha sonra yardıma gelen İkrime b. Ebû Cehil’in, Uman ve Mehreliler’in irtidadı yine İkrime ile Huzeyfe b. Mihsan ve Arfece b. Herseme el-Bârıkī’nin, Bahreyn’deki isyan hareketleri ise Alâ b. Hadramî ile Amr b. Âs’ın kumandası altındaki birliklerle bastırılmıştır. Böylece Arap yarımadası büyük bir


fitneden kurtulmuş ve Halife Ebû Bekir yüzünü yarımadanın dışına, Irak-İran ile Ürdün-Filistin-Suriye’ye çevirebilme imkânına kavuşmuştur.

Hz. Ebû Bekir, isyan hareketlerinin bastırılmasından sonra İslâm dinini tebliğ etme konusunda Resûl-i Ekrem’in başlattığı stratejiyi sürdürmeye ve bu amaçla önce Sâsânî İmparatorluğu’nun elinde bulunan Fırat nehrinin aşağı taraflarındaki bölgelere ordu göndermeye karar verdi. Bu sırada Bekir b. Vâil kabilesinin önemli bir kolu olan Şeybânîler’in reisi Müsennâ b. Hârise’nin Medine’ye gelerek İranlılar’la savaşmak üzere bir kumandan tayin edilmesini istemesi üzerine, irtidad hareketlerinin bastırılmasında büyük başarı sağlayan ve henüz Yemâme’de bulunan Hâlid b. Velîd’i Sâsânîler’e karşı savaşmakla görevlendirdi ve ordusuyla birlikte Müsennâ’ya destek vermek için Irak’a doğru yola çıkmasını istedi. Böylece Hulefâ-yi Râşidîn dönemi boyunca Sâsânî İmparatorluğu’na karşı yapılacak askerî mücadelelerin yönetileceği Irak cephesi başkumandanlığı kurulmuş ve yalnızca İslâm tarihinin değil bütün insanlık tarihinin en büyük, en hızlı ve en kalıcı fütuhat hareketi başlatılmış oldu (12 yılı başı/Mart 633). Hâlid b. Velîd’in Irak cephesine gönderilmesinden birkaç ay sonra da dönemin ikinci büyük devleti Bizans İmparatorluğu’na karşı Suriye, Filistin ve Ürdün yönünde ordular yollanmak suretiyle diğer bir başkumandanlık oluşturuldu.

Yemâme’den Irak’a doğru harekete geçen Hâlid b. Velîd Bahreyn yolundan Nibâc’a vardı; Haffân’da kendisini bekleyen Müsennâ ile birleşerek Basra körfezindeki Übülle’ye gitti ve sonraları 4 fersah uzağına Basra şehrinin kurulacağı bu liman şehrini fethetti. Arkasından Fırat nehrinin güneyinden batıya doğru Nehrülmerre (Nehrülmürre) ırmağının yanındaki büyük bir kaleyi barış yoluyla ele geçiren Hâlid, Zendevend-Dürtâ ve Hürmüzcerd’i barış yoluyla, teslim olmaya yanaşmayan Ülleys’i savaşarak ele geçirdi (3 Receb 12/13 Eylül 633). Bölgenin önemli yerleşim merkezlerinden Hîre’ye doğru giderken bir Sâsânî hudut muhafaza birliğini dağıtması üzerine Hîre halkı yüksek surlarla çevrili şehirde yer alan üç büyük kaleye sığındı. İslâm ordusunun şehrin çevresinde görünmesi üzerine Hîreliler bazı özel hükümler yanında cizye ödemek şartıyla teslim oldular. Burada bir süre kalan Hâlid, şehrin çevresinde ve Fırat’ın kuzeyindeki Sevâd bölgesinde bulunan yerleşim merkezlerine akınlar düzenledi. Bu arada Sâsânîler’in erzak ve silâh ambarı Enbâr’ı barış yoluyla, ticaret kervanlarının uğradığı çok önemli bir menzil olan Suriye-Arabistan çölünün birleştiği yerdeki Aynüttemr’i savaşarak fethetti. Böylece Basra körfezinden Aynüttemr’e kadar Fırat nehri boyunca uzanan toprakların İslâm devletinin sınırlarına katılmasını sağladı.

Hicretin 13. yılı başında (Mart 634) Hz. Ebû Bekir, Hâlid b. Velîd’i Suriye cephesindeki orduları desteklemekle görevlendirdi. Hâlid’in, yerine Müsennâ’yı bırakarak ayrılmasını fırsat bilen Sâsânîler bölgeyi geri almak için harekete geçtiler. Fakat Müsennâ kardeşiyle birlikte onlara karşı koydu; arkasından da Sâsânîler’in büyük bir taarruz için hazırlık yaptıklarını öğrenince Medine’ye yardım istemeye geldi. Bu durumu ağır hasta iken öğrenen Ebû Bekir, Ömer’e Irak cephesine takviye kuvvet göndermesini vasiyet etti. Hz. Ebû Bekir’in vefatından sonra halife olan Ömer, Mescid-i Nebevî’de biat alırken müslümanları Irak cephesine yardıma çağırdı. Böylece kurulan 1000 kişilik gönüllüler birliğinin başına getirilen Ebû Ubeyd es-Sekafî, Sâsânî ordusuyla Fırat kenarında yaptığı Köprü Muharebesi’nde emrindeki askerlerin birçoğu ile beraber şehid oldu (13/634). Hz. Ömer Irak cephesinin başkumandanlığına Sa‘d b. Ebû Vakkās’ı tayin etti. Sa‘d büyük bir Sâsânî ordusuyla yaptığı Kādisiye Savaşı’nı kazandı; İranlı kumandan Rüstem öldürüldü (15/636); arkasından da imparatorluğun başşehri Medâin’e girildi. Kādisiye Savaşı’nda yenilen ve başşehirlerini müslümanlara teslim etmek zorunda kalan Sâsânî kuvvetleri, Hulvân’a sığınan III. Yezdicerd’in emriyle Dicle’nin doğu tarafında ve Sevâd ile İran-Horasan yolu üzerinde bulunan Celûlâ’da toplandılar; kumandanları Kādisiye’de öldürülen Rüstem’in kardeşi Hurrezâd idi. Sa‘d b. Ebû Vakkās’ın Halife Ömer’den aldığı tâlimat doğrultusunda sevkettiği 12.000 kişilik bir kuvvet Celûlâ Savaşı’nda Sâsânî ordusunu yendi (16/637) ve kisrâ Hulvân’ı terketmek zorunda kaldı. Müslümanlar da önce Celûlâ’yı, arkasından Hulvân’ı ele geçirdiler ve böylece Sevâd bölgesi yani Irak toprakları İslâm’a açılmış oldu. 17’de (638) Sûs, iki yıl sonra Hûzistan ve üç yıl sonra da Musul ile Erdebil fethedildi. Nihayet 21 (642) yılında vuku bulan ve tarihe “fethu’l-fütûh” diye geçen Nihâvend zaferiyle Irak’ın fethi tamamlandı ve İran kapıları müslümanlara açıldı. Aynı zamanda ateşperest Sâsânî İmparatorluğu’nun yıkılmasını da sağlayan bu gelişmeler sırasında Kisrâ III. Yezdicerd Merv’e kadar kaçmaya mecbur oldu ve orada Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde Merzübân Mâheveyh’in ihaneti sonucunda 31 (651) yılında öldürüldü. Hz. Ömer zamanında Hindistan’a da keşif amacıyla bazı seferler düzenlendiği ve bunlardan ilkinin Tâne adası ile Deybül kıyısına yapıldığı bilinmektedir.

Hz. Osman’ın hilâfetiyle birlikte İslâm ordularının İran içlerine doğru süratle ilerlediği görülmektedir. Bu dönemde İsfahan, Hemedan, Kirman, İrmîniye, Gürcistan, Dağıstan ve Azerbaycan, Arrân bölgesiyle Tiflis alınarak İran’ın fethi büyük ölçüde tamamlandı. Hz. Osman, Erdebil merkez olmak üzere Azerbaycan’ın çeşitli şehirlerine askerî birlikler yerleştirdi. Öte yandan İran’a karşı yapılan seferler Bahreyn’den deniz yoluyla da sürdürüldü. Bu yolla İstahr’ın ardından bölgenin diğer şehirleri müslümanların idaresine geçti ve Belûcistan’ın sahil bölgesine ulaşıldı. 651 yılına gelindiğinde bütün İran İslâm hâkimiyetine girmiş bulunuyordu. 31 yılı ortalarından sonra ise (652) bugünkü Afganistan sınırları içerisinde yer alan Belh, Herat, Bûşenc, Nîşâbur, Tûs gibi önemli şehirlerden oluşan Horasan’ın fethi için ilk adımlar atıldı ve bu merkezler kısa sürede ele geçirildi.

Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde hemen hemen hiçbir fetih hareketine teşebbüs edilmemiş, sadece 38 yılı sonu ve 39 yılı başlarında (Mayıs 659) Hâris b. Mürre el-Abdî


fetih amacıyla gittiği Sind bölgesinden bir miktar ganimet ve esir ele geçirmiştir.

Müslümanların Bizans İmparatorluğu ile mücadelesi Hz. Peygamber zamanında yapılan Mûte Savaşı ile başlamış (8/629), Tebük Seferi’yle (9/630) devam etmişti. Bu savaşların hedefi İslâmiyet’in tebliği yanında bölgenin güvenliğini sağlamak, orada yaşayanların uğradığı zulüm ve haksızlığa son vermekti. Hz. Ebû Bekir de bu amaçla, Hâlid b. Velîd’i Sâsânî cephesinde görevlendirmesinden birkaç ay sonra her biri 3000 kişiden oluşan üç ayrı birliği, ikisini Yezîd b. Ebû Süfyân ile Şürahbîl b. Hasene’nin kumandasında Tebük-Maan istikametinde Suriye ve Ürdün’e, üçüncüsünü de Amr b. Âs kumandasında Eyle üzerinden sahil istikametinde Filistin’e doğru gönderdi (634). Amr b. Âs, Güney Filistin’de bulunan Vâdilarabe’deki çatışmalarda başarı sağladıktan sonra Dâsin’de (Gazze) ünlü Bizans kumandanı Sergios’u yenilgiye uğratıp öldürdü ve Gamrülarabât’a kadar ilerledi. Bu gelişmeleri o sırada geldiği Humus’ta öğrenen İmparator Herakleios, müslümanların Suriye’nin güneyine yaptıkları hücumları engellemek ve onları Bizans topraklarından çıkarmak üzere kardeşi Theodoros kumandasındaki bir orduyu Filistin’e sevketti. Bu esnada Kaysâriye şehrini kuşatmakta olan Amr b. Âs, yaklaşan Bizans ordusuna elindeki askerlerle karşı koyamayacağını anlayınca kuşatmayı kaldırıp Hz. Ebû Bekir’den yardım istedi. Halife de Irak cephesinde bulunan Hâlid b. Velîd kumandasındaki 500-800 kişilik süvari birliğiyle Suriye cephesine gitmesini emretti. Dûmetülcendel’i ikinci defa ele geçirip Kurâkır ile Süvâ arasındaki çölü süratle geçen Hâlid, Dımaşk yakınlarındaki hıristiyan Gassânîler’in karargâhı olan Mercirâhit’e saldırarak Bizans askerlerini yenilgiye uğrattı (13/634). Daha sonra güneye doğru ilerleyerek Amr b. Âs dışındaki diğer iki kumandanla buluştu ve Busrâ ile bu şehrin içinde yer aldığı Havran bölgesini fethetti. Ardından kuzeye yöneldi ve Ecnâdeyn’de Amr b. Âs’a yetişti. Theodoros kumandasındaki 80.000 kişilik ordu ile yapılan başkumandanlığını Hâlid’in yürüttüğü Ecnâdeyn Savaşı’nda büyük bir zafer kazanıldı (28 Cemâziyelevvel 13/30 Temmuz 634). Halife Ebû Bekir, İslâm’a Filistin ve Suriye’nin kapılarını açan bu savaşın sonucunu öğrendikten sonra 22 Cemâziyelâhir 13 (23 Ağustos 634) tarihinde vefat etti. Bu zaferin arkasından müslümanlar, 28 Zilkade 13’te (23 Ocak 635) vuku bulan Fihl Savaşı’nda da düşman kuvvetlerine büyük zayiat verdirdiler. 635 yılı Şubat ayında Mercüssuffer’de müslümanlara yenilen bir başka Bizans ordusundan kaçan askerlerin Dımaşk’a sığınması üzerine şehir kuşatıldı ve Receb 14’te (Eylül 635) fethedildi. Aynı yıl Bizanslılar Mercürrûm’da da ağır kayıplar verdiler. Bu dönemde Ba‘lebek, Humus ve Hama şehirleri de müslümanların eline geçti.

Hz. Ömer’in hilâfetinin ilk yılında gerçekleşen Suriye’deki fetihler üzerine Bizans İmparatoru Herakleios, hıristiyan Araplar’ın ve Ermeniler’in de katıldığı 50-100.000 kişilik bir ordu hazırlayarak ardarda gelen bu yenilgilere bir son verme-yi düşündü. Bizans’ın yaptığı savaş hazırlıklarını öğrenen Hâlid b. Velîd Humus ve Dımaşk’taki kuvvetleri de çağırdı ve sayıları 25.000’i aşan askerleriyle Yermük vadisine geldi. Savaşmadan beklenen üç aydan sonra 12 Receb 15 (20 Ağustos 636) günü yapılan meydan muharebesinde Bizans ordusu çok ağır bir yenilgiye uğradı; Theodoros öldürülürken kurtulan askerler Filistin’e, Antakya’ya, el-Cezîre ve İrmîniye’ye kaçtılar. Bunların bir kısmını takip etme görevini alan İyâz b. Ganm Malatya’ya kadar ilerledi ve şehir halkı ile cizye ödemeleri şartıyla bir anlaşma yaparak geri döndü. Bu gelişmeleri öğrenen Herakleios Malatya’ya asker gönderip şehri yaktırdı; kendisi de Antakya’dan İstanbul’a döndü. Yermük Savaşı’ndan sonra Suriye Bizans’ın elinden çıktı. 16’da (637) Şeyzer, Kınnesrîn, Halep, bir yıl sonra Antakya, iki yıl sonra da Urfa ve el-Cezîre bölgesindeki diğer şehirler kısa aralıklarla müslümanlara teslim oldular. Suriye ve el-Cezîre’nin fethinden sonra İslâm devletinin sınırları Toroslar’a dayandı. Bizans İmparatoru Herakleios, sınır bölgelerinde yaşayan halkı müslümanların tehdit ve saldırılarından korumak üzere iç kısımlara çekerek geniş bir sahayı boş bıraktı. Yermük Savaşı’nın arkasından Filistin’in fethine devam edildi. Hıristiyanların kutsal merkezi Kudüs kuşatılınca halk aman diledi ve Halife Ömer 17 (638) yılında bizzat gelerek şehri Patrik Sophronios’tan teslim aldı. Daha sonra da Askalân ile (19/640) Kaysâriye (20 yılı başları/640 sonu) başta olmak üzere diğer şehirler ele geçirildi.

Filistin’in fethini tamamlayan Amr b. Âs Mısır’ın fethinin de stratejik açıdan gerekli olduğunu, çünkü Filistin ve Suriye’de yenilerek oraya kaçan Bizanslı kumandan ve askerlerin her an bir karşı saldırıya geçebileceklerini söyleyerek harekâta başlamak için Halife Ömer’den izin aldı. 19 (640) yılı başında 4000 kişilik bir süvari birliğiyle sınırda bulunan Feremâ’yı ele geçirdi. Ardından Medine’den gelen 5000 kişilik takviye kuvvetiyle birlikte Aynişems’te güçlü bir Bizans ordusunu hezimete uğrattı. Bilbîs’in fethinin arkasından Babilon üzerine yürüyüp önce yedi aylık bir kuşatmayla burayı (9 Nisan 641), daha sonra da Bizans için çok önemli bir ticarî liman şehri olan İskenderiye’yi fethetti (21/642). Amr, 643 yılında Babilon yakınında Fustat adıyla bir ordugâh şehri kurarak Arabistan’dan göç eden müslümanları buraya yerleştirdi; bu başarılarından dolayı kendisine “Mısır fâtihi” unvanı verildi ve Hz. Ömer tarafından Mısır’a vali tayin edildi.

Kuzey Afrika fetihlerine Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde de devam edildi ve yeni toprakların idaresi Mısır’a bırakıldı. Bu arada Bizanslılar’ın tekrar ele geçirdikleri İskenderiye geri alındı (25/646). Amr b. Âs, Mısır’ın malî işlerini yürütmek üzere gönderilen Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh ile anlaşamadığı için valilikten azledildi. Amr’ın yerini alan Abdullah b. Sa‘d Trablusgarp’tan İfrîkıye’ye (Tunus ve civarı) kadar ilerledi ve bu bölgenin önemli bir merkezi olan Sübeytıla önlerinde yapılan savaşta galip geldi ve bölge İslâm’a açıldı. Müslümanlar, bu başarıdan sonra Nil vadisi doğrultusunda güneye ve Akdeniz sahilinden de batıya doğru ilerlemelerini sürdürdüler. Abdullah b. Sa‘d zamanında Nûbe fethedildi; İslâm ordusu bugün Sudan topraklarında bulunan


Dongola’ya kadar ilerledi ve Makarra Krallığı ile bir antlaşma imzalandı (Ramazan 31 / Nisan-Mayıs 652).

Hz. Osman, hilâfeti zamanında kazanılan deniz zaferleri ve adaların fethiyle Hulefâ-yi Râşidîn arasında temayüz etmiş bir şahsiyettir. Suriye, Mısır ve İfrîkıye’nin ele geçirilmesiyle Orta ve Doğu Akdeniz’in doğu ve güney sahillerine tamamen sahip olan müslümanlar, özellikle Bizans donanmasına karşı bir deniz gücü hazırlama gereğini duydular. Diğer taraftan Iustinianos döneminden (527-565) itibaren Akdeniz’deki dünya ticareti Suriyeli ve Mısırlı tâcirlerin elinde bulunuyordu. Müslümanlar Mısır ve Suriye’nin Akdeniz sahillerindeki tersanelerini ele geçirmişler ve eskiden beri denizcilikle uğraşan insanları idareleri altına almışlardı. Fakat 20 (641) yılında Alkame b. Mücezziz el-Müdlicî’nin Kızıldeniz üzerinden Habeşistan’a giderken fırtınaya yakalanıp askerleriyle birlikte boğulması belki de Hz. Ömer’in denizciliğe kuşkuyla bakmasına yol açmıştı. Ancak 24’te (645) bir Bizans donanmasının çıkarma yaparak İskenderiye’yi yeniden ele geçirmesi üzerine müslümanlar, Bizans’ın denizdeki üstünlüğü devam ettiği sürece Suriye ve Mısır’daki hâkimiyetlerinin tehdit altında olduğunu anladılar. Suriye Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân, 27 (648) yılında Kıbrıs’a bir donanma gönderilmesi hususunda Hz. Osman’ı ikna etti. Halife sahillerin askerle güçlendirilmesi ve kimseyi sefere zorlamayıp yalnız gönüllüleri alması şartıyla Muâviye’nin ertesi yıl Kıbrıs’a gitmesine izin verdi. Kıbrıs barış yoluyla ele geçirilerek vergiye bağlandı. Bir yıl sonra Suriye yakınlarındaki Arvad (Cyzikus) adası alındı. 652’de 200 gemilik bir filo Suriye’den Sicilya’ya gitti; aynı yıl Rodos’a bir sefer düzenlendi. 654’te 500 gemiyle ikinci Kıbrıs seferi gerçekleştirildi ve adaya 12.000 kişilik bir birlik yerleştirildi. 652 yılında bir Bizans donanması yeniden İskenderiye’ye çıkarma yapmaya teşebbüs ettiyse de Mısır Valisi Abdullah b. Sa‘d tarafından yenilgiye uğratıldı. Hulefâ-yi Râşidîn döneminin en büyük deniz savaşı bu Bizans saldırısından hemen sonra gerçekleşti. Abdullah b. Sa‘d, 200 gemilik bir Mısır donanması ile Anadolu sahillerine doğru denize açıldı. Müslümanlar bazı rivayetlere göre İskenderiye açıklarında, bazılarına göre ise Antalya’nın Finike ilçesi açıklarında, Herakleios’un torunu II. Konstans’ın kumandası altındaki 500 parçadan oluşan Bizans donanmasını İslâm tarihinde “Zâtü’s-savârî” adıyla anılan savaşta yenerek ilk büyük deniz zaferini elde ettiler ve Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki hâkimiyetine son verdiler (31/652 veya 34/655).

Hulefâ-yi Râşidîn devrinde gerçekleştirilen fetihlerle Irak ve İran ile Horasan, Azerbaycan ve çevresi, Suriye, Filistin, Mısır ile Kuzey Afrika İslâm topraklarına katıldı. Müslümanlar, fethettikleri ülkelerin çeşitli din ve mezheplere mensup sakinlerine cizye ödemek şartıyla eski dinlerine bağlı kalma özgürlüğünü verdikleri gibi İslâmiyet’i kabul edenlere de kendileriyle eşit haklar tanıdılar. Ayrıca fetihlerden sonra şehirlere çok sayıda müslüman yerleştirerek bu bölgelerin İslâmlaşmasını, daha sonraki fetihler için buralarda askerî üslerin kurulmasını ve bu yerlerin müslümanların idaresinde kalmasını sağladılar.

İç Karışıklıklar ve İç Savaşlar. Hulefâ-yi Râşidîn döneminin dört halifesinden yalnız ilki eceliyle ölmüş, Hz. Ömer Ebû Lü’lü’ün şahsî kini sonucu, Hz. Osman ile Hz. Ali siyasî ve dinî ayrılıklar yüzünden şehid edilmişlerdir. Esasen Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayıp arkasından Hz. Ali’nin halife olması üzerine patlak veren Cemel Vak‘ası ve Sıffîn Savaşı ile süren gelişmeler, Hâricî isyanları, Hz. Ali’nin şehid edilmesi ve arkasından yaşanan kanlı olaylar, aynı zamanda İslâm tarihinde ortaya çıkan ilk fitne hareketleridir. “el-Fitnetü’l-kübrâ” diye tanımlanan Hz. Osman’ın 18 Zilhicce 35 (17 Haziran 656) tarihindeki şehâdetinin, onun bazı karar ve tasarruflarından dolayı halifeliğinin ikinci döneminde kendini gösteren gelişmelerden kaynaklandığı kabul edilmektedir. Hz. Osman’ın tepki çeken karar ve tasarruflarının bazıları şöylece sıralanabilir: Kureyş kabilesi ileri gelenlerinin yeni topraklara yerleşmesine izin vermesi ve bunlardan bir kısmının oralarda çok miktarda mal mülk edinmesine göz yumması; Kureyşlilik şuuru ile bazı sözler söyleyen ve davranışlara girenlere ses çıkarmaması; önemli makamlara yakın akrabalarını, meselâ Mısır Valisi Amr b. Âs’ın yerine sütkardeşi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’i, Kûfe Valisi Sa‘d b. Ebû Vakkās’ın yerine ana bir kardeşi Velîd b. Ukbe’yi, kendi kâtipliğine de amcasının oğlu Mervân b. Hakem b. Ebü’l-Âs’ı tayin etmesi; Suriye Valisi Muâviye’nin yetkilerini genişletmesi; yine yakın akrabalarından bazı kimselere mal ve toprak vermesi, ayrıca bazı sahipsiz toprakları yine yakınlarına iktâ etmesi; kendisini eleştiren bir kısım sahâbîlere karşı sert davranması; Muâviye’nin malî tasarruflarını ve bazı kimselerin mal biriktirme hususundaki ısrarlarını kınayan Ebû Zer el-Gıfârî’yi Rebeze’ye sürmesi; Resûl-i Ekrem tarafından Tâif’e sürgün edilmiş olan amcası ve kâtibi Mervân’ın babası Hakem b. Ebü’l-Âs’ı Medine’ye getirtmesi; hilâfet mührü olarak kendisine intikal eden Hz. Peygamber’in mührünü Eris Kuyusu’na düşürmesi.

33 (654) yılında hacdan dönen Hz. Osman, çeşitli eyaletlerdeki valileri şikâyet etmek amacıyla Medine’ye bazı heyetlerin gelmesi üzerine valileriyle bir toplantı yaptı. Suriye Valisi Muâviye, Kûfe Valisi Saîd b. Âs, Basra Valisi Abdullah b. Âmir, Mısır Valisi Abdullah b. Sa‘d’ın katıldığı bu toplantıda muhaliflere karşı güç gösterisinde bulunulması, savaşa gönderilmeleri, kendilerine para verilerek susturulmaları gibi hususlar tartışıldı ve Hz. Osman yönetime muhalif olanların sıkıştırılmasını, bazılarının savaşa gönderilmesini veya atıyyelerinin kesilmesini emretti. Bu tedbirler vilâyetlerdeki muhalif hareketlerin daha da güçlenmesine yol açtı. Bu arada Medine’de Hz. Âişe, Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf gibi şahsiyetler özellikle valilerin tavır ve hareketlerinden dolayı Hz. Osman’ı kınıyorlardı. Bazı rivayetlerde Hz. Osman’a karşı


siyasî bir komplonun varlığından da bahsedilmekte ve Abdullah b. Sebe’nin çeşitli bedevî gruplarını halifeye karşı kışkırttığı belirtilmektedir (Taberî, I, 2852, 2950, 2995). Sonuçta Kûfe, Basra ve Mısır’dan gelen âsiler, Medine’de terör estirerek Halife Osman’ı evinde günlerce kuşatma altında tuttuktan sonra şehid ettiler.

Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra ortaya çıkan olaylar, Hz. Ali döneminin hemen tamamını işgal edip fetihlerin durmasına ve İslâm dünyasında asırlarca sürecek karışıklıkların çıkmasına sebep olmuştur. Medine’deki sahâbîlerin ve isyancıların ısrarı üzerine hilâfet mevkiine gelen Hz. Ali’yi bekleyen en önemli mesele Hz. Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılması idi. Ancak ortada belirli bir katil olmadığı gibi, “Osman’ı hepimiz öldürdük” diyen âsilerle başa çıkmak da kolay değildi. Hz. Ali, başta Suriye Valisi Muâviye olmak üzere kendisine biat etmek istemeyen bazı valileri görevlerinden aldı. Talha b. Ubeydullah Basra, Zübeyr b. Avvâm Kûfe valisi olmak istedilerse de halife isteklerini kabul etmedi. Onlar da umre bahanesiyle Mekke’ye gittiler ve orada hacdan dönmeye hazırlanan Hz. Âişe ile buluştular. Bunun üzerine Hz. Âişe Mekke’de kalmaya karar verdi ve yaptığı bir konuşmada halka Osman’ın zulmen öldürüldüğünü söyledi. Bu arada, Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra Medine’yi terkeden Emevî kabilesi mensupları ile Hz. Ali’nin görevlerine son verdiği Basra ve Yemen valileri de beytülmâllerinde bulunan para ve savaş malzemelerini yanlarına alarak Mekke’ye geldiler ve Hz. Âişe’ye katıldılar. Hz. Osman’ın kanını dava için harekete geçen Hz. Âişe’nin liderliğinde toplanan bu insanlar Basra’ya gitmeye karar verdiler. Hz. Ali de onlarla karşılaşmak amacıyla Kûfe’ye doğru yola çıktı ve sonuçta Cemel Vak‘ası vuku buldu (36/656); birçok müslümanın öldüğü bu mücadelede Hz. Ali üstün geldi.

Görevden alınmayı kabullenemeyen ve yeni valiyi şehre sokmayan Emevîler’in lideri durumundaki Muâviye, Hz. Ali’ye biat etmediği gibi onu halifenin öldürülmesine ilgisiz kalmakla ve âsileri ordusunda barındırmakla suçladı. Ayrıca Hz. Osman’ın kanlı gömleğini ve hanımı Nâile’nin kesik parmağını camide halka göstererek onları Hz. Ali’ye karşı kışkırtmaya, arkasından da Hz. Osman’ın akrabası sıfatıyla onun kanını dava etme hakkına sahip olduğunu söyleyerek bunu gerçekleştirmek amacıyla Suriye’deki müslümanlardan biat almaya başladı. Muâviye’nin Câhiliye döneminin kan davası anlayışını hatırlatan bu tutumu karşısında Hz. Ali Cemel Vak‘ası’ndan sonra onu yeniden biata davet etti. Muâviye ise Hz. Osman’ın katillerinin kendisine verilmesini, Hz. Ali’nin halifeliği bırakmasını ve şûra usulüyle yeni bir halife seçilmesini teklif etti. Onun bu tavrı iki tarafı Sıffîn’de karşı karşıya getirdi (Zilhicce 36/Haziran 657). Savaşın Hz. Ali’nin lehine sona ermekte iken durdurulması ve işin hakemlere havale edilmesi üzerine (Safer 37/Temmuz 657) yeni bir karışıklık ortaya çıktı ve Hz. Ali’nin ordusundan ayrılanlar bu defa onunla Nehrevan’da savaştı; kesin yenilgiye uğrayan bu zümre daima isyan halinde kaldı (bk. HÂRİCÎLER) ve Hz. Ali İbn Mülcem adlı bir Hâricî tarafından şehid edildi (40/661).

II. MEDENİYET TARİHİ

İdarî ve Siyasî Teşkilât. Hz. Peygamber’den sonra İslâm devletinin merkezde halife, vilâyetlerde valilerle yönetilen bir siyasî ve idarî yapıya sahip olduğu bilinmektedir. Halife devletin başıdır ve Medine’de bulunan müslümanlar tarafından tesbit ve tayin edilmiş, daha sonra da diğer vilâyetlerde bulunan müslümanların biatı alınmıştır. İlk dört halifeden Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali Medine halkının seçimiyle, Hz. Ömer halef bırakma suretiyle, Hz. Osman da şûra yoluyla hilâfete gelmiştir. Hiçbir halife, ölümünden sonra yerine geçecek halifeyi belirlerken kendi ailesinden birini düşünmemiştir. Hicaz bölgesinde bir devlet geleneğine sahip olmayan ilk müslüman Araplar’ın, bütün dünyada eski çağlardan beri uygulanan verasete dayalı aile iktidarı düzenine ilgi göstermemeleri dikkat edilmesi gereken önemli bir gelişmedir. Halifenin tesbitinde ilk müslümanlar olan muhacirlere öncelik verilmesinin Kur’ân-ı Kerîm’den kaynaklandığı ve birçok âyette muhacirlerin övüldüğü, ayrıca muhacir ve ensarın birlikte övüldüğü âyetlerde de muhacirlerin önce zikredildiği bilinmektedir. Hulefâ-yi Râşidîn döneminin halifeleri, yüksek ahlâka ve insanî değerlere sahip ilk müslümanlardan ve aşere-i mübeşşereden olmalarının yanında Hz. Peygamber ile sıhriyet bağı bulunan şahsiyetlerdi. Hz. Ebû Bekir ile Ömer onun kayınpederleri, Hz. Osman ile Ali ise damatları idi. Bu aile bağları kendilerine Resûl-i Ekrem’i daha iyi tanıma imkânı sağlamış ve müslümanlar nezdinde onlara itibar kazandırmıştır.

Bu dönemde halifenin namazda imamlık yapmak gibi dinî hizmetleri yürütmesine dayanarak devletin teokratik bir anlayışta olduğu söylenemez. İktidarını doğrudan Allah’tan aldığını, böylece yeryüzünde Allah’ın temsilcisi durumunda bulunduğunu iddia eden bir hükümdar veya din adamı anlayışı Hulefâ-yi Râşidîn döneminde hiçbir zaman görülmemiştir. Bu dönemde halifeler iktidarın kaynağının müslümanlar yani ümmet olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim Hz. Ebû Bekir kendisine “halîfetullah” değil “halîfetü resûlillâh” denilmesini istemiştir. Ayrıca bu halifelerden hiçbiri insanların günahlarını bağışlamak, onları takdis etmek, dinden ihraç etmek veya cennete göndermek gibi mânevî sultalarının bulunduğunu da söylememiştir. Aksine Hz. Ebû Bekir’in halife olduğu sırada, yanılabileceği ihtimalini ve böyle bir hal vâki olursa müslümanların kendisini doğru yola getirmeleri gerektiğini ifade ettiği, Hz. Osman’ın bazı tasarruflarındaki hatalarından dolayı insanlardan özür dilediği görülmektedir. İlk halifeler yürütme, yargı ve belirli ölçüde yasama yetkisini ellerinde tutmalarına rağmen Kur’an ve Sünnet’in ölçülerine bağlı bir iktidara sahip bulunduklarının farkında idiler. Ayrıca onlar Hz. Peygamber’in halifesi sıfatıyla iş gören, devletin ve ümmetin menfaatleriyle şahsî menfaatlerini birbirinden ayırabilen idealist insanlardı.

Dört halifenin göreve başlamasında dikkati çeken bir başka unsur da aldıkları biattır. Bu biatın, halife seçimi için mi yoksa halifeye bağlılık için mi olduğu hususunda farklı değerlendirmeler bulunmakla birlikte bununla müslümanlar halifeyi tanıdıklarını, kendisine bağlı kalacaklarına ve emirlerine uyacaklarına dair söz verdiklerini göstermektedirler. Bu dönemde halifenin görevi müslümanların ve devletin tebaası olan gayri müslimlerin idaresini yürütmek, dini hâkim kılmak ve yaymak, bunun için cihad yapmak, adaleti sağlamak ve devleti yönetmek şeklinde özetlenebilir. Halifenin bu dönemde yargı ve yürütme yetkilerini elinde topladığı kabul edilmektedir. Bütün bu hizmetleri yerine getiren halifeler Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan şûra esasını (Âl-i İmrân 3/159; eş-Şûrâ 42/38) en iyi biçimde kullanmışlar ve devletin şûra ve biat esasları etrafında kurumlaşmasını sağlamışlardır. Böylece hızla genişleyen İslâm coğrafyası üzerinde adaleti temin edecek devletin etkinliğini göstermişlerdir.

Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Asr-ı saâdet’te olduğu gibi ordu kumandanlarına “emîrü’l-ceyş” veya “emîrü’l-cünd” adı


veriliyor, vilâyetlerin idaresini yürüten valilere de çok defa “emîr” ve bazan “âmil” deniliyordu. Çünkü valilerin çoğunluğunu fetihleri gerçekleştiren kumandanlar oluşturuyordu. Meselâ Hâlid b. Velîd, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Amr b. Âs, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Sa‘d b. Ebû Vakkās, Umeyr b. Sa‘d, Utbe b. Gazvân, İyâz b. Ganm gibi sahâbîler hem kumandan hem de vali idiler. Valiler görevli bulundukları vilâyette halifenin otoritesini temsil ediyorlardı. Genel olarak onların vazifelerini namazlarda imamlık yapmak, savaş sırasında orduyu düzenlemek ve savaşı idare etmek, fetihlerden sonra ele geçen yerlerin halkı ile antlaşmalar yapmak, vergileri toplamak, devlet görevlilerinin maaşlarını dağıtmak, ganimetleri taksim etmek ve beytülmâl hissesini Medine’ye göndermek, esirlerin durumunu karara bağlamak, müslümanları yeni yerleşim merkezlerine ve eski şehirlere yerleştirmek, emniyet ve asayişi sağlamak, suçluları cezalandırmak, adlî işleri yürütmek, camilerde halka İslâm esaslarını öğretmek şeklinde sıralamak mümkündür. Valilerin kendi vilâyetlerinde ortaya çıkan irtidad hareketlerinin bastırılmasında, arkasından fetihlerin başlaması üzerine cihada katılacak gönüllü askerlerin toplanıp sevkedilmesinde çok önemli görevleri yerine getirdikleri bilinmektedir. Hz. Ömer, birçok vilâyette adlî ve malî işleri genel idareden ayırıp buralara doğrudan kendisine bağlı kadılar ve vergilerin toplanması için âmiller göndermeye başladı. Vilâyetlerde valinin yanında kâtip, divan kâtibi, haraç âmili, sâhibü’ş-şurta, beytülmâl âmili ve ordu kumandanı gibi devlet görevlileri bulunuyordu. Genelde devlet memuru, özelde vergi memuru olarak bazı kimselerin âmil ismiyle görevlendirilmesi esasen Hz. Peygamber döneminden beri uygulanıyordu. Bu görevlerin kesin biçimde birbirinden ayrılmadığı görülmektedir.

Hz. Ebû Bekir halife olunca valileri değiştirmemiş, ancak bazılarını kendi görüşlerini de alarak daha iyi hizmet verecekleri yerlere tayin etmiştir. Ebû Bekir zamanında büyük vilâyetler Hicaz, Necid, BahreynUman, Yemen-Hadramut, Irak ve Şam idi. Fethedilen yerlerin artması ve yeni şehirlerin kurulması sebebiyle sayıları çoğalan valilerin tayinine ayrı bir önem veren Hz. Ömer, bu göreve göndermeyi düşündüğü kimselerin durumlarını sahâbîlerle istişare etmeye, adayları ehil kimseler arasından seçmeye itina gösterirdi. Tayin ettiği vali ve âmillerine bir berat verir, onlar da bu beratı göreve başlayınca halka okurlardı. Ayrıca onlara uymaları gereken esasları bildirerek gerekli tavsiyelerde bulunurdu. Onun şu tavsiyeleri vali ve âmillerden nasıl bir idare beklediğini ortaya koymaktadır: “Sizi saltanat sürmek, halka tahakküm etmek için tayin etmedim. Siz hidayet rehberi olacaksınız; herkes de size uyacaktır. Müslümanların haklarını koruyunuz; onları kötülemeyiniz ki zillete duçar olmasınlar; onları haksız yere övmeyiniz ki şımarmasınlar. Kapılarınızı yüzlerine kapamayınız ki kuvvetliler zayıfları ezmesinler. Kendinizi müslümanlardan üstün görmeyiniz ki haksızlığa uğramasınlar”. Görev yerlerine gitmeden önce vali ve âmillerin bütün mal ve servetleri kaydedilirdi. İleride aşırı miktarda servet artışı olanlar sorguya çekilerek durumları araştırılır, bazan servetlerinin bir kısmına el konulurdu. Hz. Ömer zamanında vali ve âmillerin teftişinde önemli gelişmeler oldu. Hakkında şikâyet bulunanlar için soruşturma açan Ömer, bu iş için daha çok ensardan Muhammed b. Mesleme’ye görev verir, sonunda suçlu bulunanları cezalandırırdı. Her yıl hac mevsiminde valileri Medine’ye çağırır, bazı kimseleri de beraberlerinde getirmelerini ister, onlardan vilâyetlerin durumuna ve halkın şikâyetinin bulunup bulunmadığına dair bilgi alırdı. Vali ve âmillerine dolgun maaş verirdi. Hz. Ömer zamanındaki büyük vilâyetler Hicaz, Yemen, Bahreyn, Şam (Suriye), Irak ve Fars ile Mısır idi. Hz. Osman döneminde üç vilâyetten oluşan Suriye Muâviye b. Ebû Süfyân’a verilirken Trablus, İrmîniye ve Taberistan ile Kıbrıs ayrı vilâyetler halinde idare edilmiştir. Hz. Osman, valiliklere akrabalarını tayin etmesi dışında Hz. Ömer zamanındaki düzeni muhafazaya çalışmıştır. Hz. Ali döneminde ise önce şikâyet edilen valilerin değiştirilmesi, arkasından da başlayan iç savaş sonucunda bazı vilâyetlerin Hz. Ali’yi halife olarak tanımamaları ve Medine’nin yerine Kûfe’nin yeni başşehir haline getirilmesi vilâyetlerin idaresindeki belli başlı gelişmelerdir.

Adlî İşler. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde adlî işlerde Hz. Ömer’in çok ayrı bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında Medine’de kadılık hizmetini üzerine alan Ömer kendi hilâfeti döneminde bu göreve Ebü’d-Derdâ’yı getirmiştir. Hz. Osman zamanında ise Medine’de kazâ işlerine Mugīre b. Nevfel b. Hâris bakıyordu. Kûfe Kadısı Abdullah b. Mes‘ûd’un aynı zamanda beytülmâl idaresiyle de görevlendirildiği, daha sonra Kādî Şüreyh’in Kûfe’ye tayin edildiği, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin Basra valiliğinin yanında bu şehrin kadılığını da yaptığı ve Osman b. Kays’ın yalnız Mısır kadılığına baktığı göz önüne alındığında Hz. Ömer’in, adlî işleri valilerden bağımsız doğrudan halifeye karşı sorumlu bir müessese haline getirdiği söylenebilir. Hz. Ömer âdil bir halife olarak şöhret bulmuş, bunun yanında kadılık görevine tayin ettiği kimselere, özellikle Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye, Kādî Şüreyh’e, Osman b. Kays’a ve Şam Valisi Muâviye’ye gönderdiği yargılama hukukuyla ilgili yazılı tâlimatlarla İslâm tarihinde mümtaz bir yer kazanmıştır. Onun, kazânın muhkem bir farîza ve uyulan bir sünnet olduğunu belirten kadının tarafsızlığı, tarafların delil getirme yükümlülükleri, barışma, hâkimin yanlış kararından dönmesi, Kitap ve Sünnet’te bulunmayan hususlarda kıyasa başvurulması, yalancılığı anlaşılıncaya kadar her müslümanın şahit kabul edilmesi, delillerin maddî olarak ortaya konulması, keyfî delillerin kaldırılması, maddî delillerin bulunmadığı hallerde yemine başvurulması gibi hukukun yargılama usulüyle ilgili belli başlı esaslarını vazetmesi, Hulefâ-yi Râşidîn döneminin yargı sahasında ulaştığı seviyeyi göstermektedir. Hz. Ömer, Şam bölgesi başkumandanı Ebû Ubeyde’ye yazdığı mektuplarda da yargılama sırasında fakir ve yabancı kimselere yumuşak davranmasını ve onlarla iyi münasebetler kurmasını istemiştir.

İçtimaî ve İktisadî Hayat. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde müslümanlar Arap yarımadası dışına çıkarak gerçekleştirdikleri fetihlerle Sâsânî İmparatorluğu’na son verip onun sahip olduğu Irak, İran, Horasan ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu’na tâbi Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika ve Kıbrıs dahil Doğu Akdeniz’deki bazı adaları İslâm ülkesine kattılar. Farklı millet ve dinlere mensup insanların oturduğu ve çeşitli dillerin konuşulduğu bu büyük coğrafyanın müslümanların elinde kalmasını ve İslâmlaştırılmasını sağlamak üzere ciddi bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bu bölgelerde yaşayan insanlarla onların toprakları ve servetleriyle ilgili düzenlemelere fetihlerden hemen sonra başlanmış, özellikle Hz. Ömer bu organizasyonun başmimarı olmuştur. Fethedilen yerlerdeki insanlar eğer savaşsız antlaşma yapmayı kabul etmişlerse sözlerine sadık kaldıkları sürece esir ve köle muamelesine tâbi tutulmayacaklarına, İslâm’ı kabul ettiklerinde


müslümanlarla aynı haklara sahip olacaklarına, eski dinlerinde kalmak istediklerinde cizye ödemek şartıyla zimmî statüsüne girerek can ve mal güvenliğine kavuşacaklarına, kendilerine din ve vicdan hürriyeti tanınıp mâbedlerine dokunulmayacağına ve ibadetlerine karışılmayacağına dair kendileriyle antlaşmalar yapılmıştır. Buna karşılık barışa yanaşmayanlarla savaşılmış, esir düşen bazı muharipleri öldürülmüş, taşınır malları ganimet olarak alınmıştır. Ancak Hz. Ömer, savaşarak ele geçirilen yerlerde yaşayan halkın da barış yoluyla ele geçirilen yerlerin halkı gibi zimmî statüsüne dahil edilmesini ve ziraata elverişli topraklarının ödeyecekleri haraç karşılığında kendilerine bırakılmasını istemiştir. Hatta onun, ganimet statüsüne göre (el-Enfâl 8/41) gaziler arasında dağıtılan veya Medine’ye gönderilen beşte bir nisbetindeki beytülmâl hissesi esirleri dahi serbest bıraktığı ve topraklarını da bazı müslümanların ganimet olarak kendilerine verilmesini istemelerine rağmen onlara iade ettiği görülür. Hz. Ömer bu hususu, Suriye Valisi Ebû Ubeyde b. Cerrâh’a gönderdiği tâlimatın son kısmında şöyle ifade etmiştir: “Eğer bu araziler sahipleriyle birlikte müslümanlara paylaştırılırsa geriden gelecek müslümanlar ve zimmîler konuşacak bir insan bulamayacakları gibi emeklerinin ürünü iş ve kazançlarından da faydalanamazlar; arazileriyle birlikte taksim edilen insanlar ise müslümanlar sağ kaldığı sürece sömürülürler. Sonuçta bizden sonra da çocuklarımız onların çocuklarını sömürmeye ve köle olarak kullanmaya devam ederler. Böylece bu insanlar İslâm dini hüküm sürdükçe müslümanların kölesi kalırlar. Ben buna asla razı değilim” (Ebû Yûsuf, II, 197-203).

Diğer taraftan bu dönemde müslümanlar insanları tevhid inancına davet etmişler ve bu uğurda büyük gayret göstermişlerdir; ancak hiç kimse zorla İslâmiyet’e sokulmamıştır. Hemen her yerdeki fetihleri kitleler halinde İslâm’a katılmalar takip etmiş ve bu katılmalar, mühtedilerin müslümanların şahsiyetlerinde müşahede ettikleri İslâm’ın en doğru din olduğu yolundaki inanç ve tercihleriyle gerçekleşmiştir. Müslümanlar, fethettikleri yerlerde yaşayan halkı tarih boyunca pek çok yerde yapıldığı gibi öldürme veya köleleştirme yoluna gitmemiş, kendilerine İslâm tebliği ulaştıktan sonra ileride ihtidâ edeceklerini umdukları için onları zimmî statüsüne almışlardır. Yapılan bu anlaşmalarla gayri müslimler dinî ve hukukî temele dayalı kültürel kimliklerini Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır’da günümüze kadar koruyarak İslâm toplumu içinde yaşama imkânı bulmuşlardır. Zimmî statüsündeki bu insanların yanında Müslümanlığı kabul eden gayri Arap unsurlar da “mevâlî” adı altında, Arap yarımadasından göçüp buralara yerleşen müslümanlarla kaynaşmak suretiyle bu toprakların günümüze kadar müslüman kalmasını sağlamışlardır.

Fetihler sırasında orduların Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden gelen kabilelerle güçlendirilmesi gibi fetihlerden sonra da şehirlerin müslümanların hâkimiyeti altında kalabilmesi için bir sistem geliştirildiği, buralara cami, emîr evi ve çarşı yapıldığı, önceleri yalnızca askerlerin, sonraları onların ailelerinin de getirtilerek buralara yerleştirildiği, dini öğretecek bazı sahâbîlerin görevlendirildiği ve bu sayede İslâm toplumunun her gün çoğalıp genişlediği, mühtedilerin sayısının arttığı ve bu arada Arap dilinin de yaygınlaşmaya başladığı görülmektedir. Arabistan’da nüfusun azalmasına sebep olan bu gelişmeler yanında fethedilen yerlerde de içtimaî yapı değişmeye başlamış, kendi dinlerinde kalan zimmîlerle fâtih müslümanlar ve mevâlî, ayrıca varlığını devam ettiren köleler içtimaî yapının başlıca zümrelerini oluşturmuşlardır.

Fetihlerle birlikte Hulefâ-yi Râşidîn döneminde devlet gelirlerinde büyük artış olmuştur. Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Hz. Peygamber’in vefatından sonra beytülmâl gelirlerinin fey, humus ve zekât olmak üzere üç kısma ayrıldığını belirtmektedir (el-Emvâl, s. 25). Bu dönemde zekâtla ilgili büyük bir değişme olmamıştır. Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra zekât vermek istemeyenlerle savaşılması, Hz. Ömer’in teklifi üzerine Ebû Bekir’in müellefe-i kulûb hissesini durdurması, atlardan da zekât alınmasına karar vermesi, gayri müslim fakirlere zekâttan pay ayırması, Hz. Osman’ın altın ve gümüşün zekâtını toplamayıp herkesin kendisinin vermesini istemesi gibi bazı hususlar bir tarafa bırakılırsa zekât gelirlerinin Tevbe sûresinin 60. âyetine göre dağıtılması bu dönemde de sürdürülmüştür. Savaşta elde edilen ganimetin beşte biri ise (humus) fetihlerle birlikte büyük artış göstermiş ve Enfâl sûresinin 41. âyetine göre ganimetlerin beşte dördü savaşanlara paylaştırılmış, geriye kalan beşte biri âyette zikredilen Allah, peygamber, zilkurbâ, yetimler, miskinler ve yolcuların hakkı olmak üzere beytülmâle gönderilmiştir. Ancak Hulefâ-yi Râşidîn döneminde humusun beşte üçünün yetim, miskin ve yolculara dağıtıldığı bilinmekle birlikte Hz. Peygamber’e ve yakınlarına humus gelirinden pay ayrılıp ayrılmadığı ve ayrıldıysa dağıtımın nasıl yapıldığı konusunda kaynaklarda farklı rivayetler vardır. Kaynakların çoğu, bu dönemde humusun üçe taksim edilip Resûl-i Ekrem ve yakınları için pay ayrılmadığını, bazı kaynaklar ise Hz. Ömer ve Osman’ın zilkurbâya pay verdiğini belirtir (bk. HUMUS). Bu rivayetler, Sünnî kesimle Şîa arasındaki farklı anlayış ve uygulamalar için gerekçe teşkil etmiştir. Fey gelirleri ise cizye, barış yoluyla ele geçen topraklardan alınan haraç, savaşla ele geçirilen topraklardan alınan haraç (task), zimmî ve harbîlerin ticaret mallarından alınan öşürden meydana geliyordu. Cizyenin kimlerden ve niçin alınacağının Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmesine karşılık (et-Tevbe 9/29) nerelere harcanacağı belirtilmemiştir. Haraç ve öşrü ise Hz. Ömer koymuştur. Bu vergilerin hepsi fetihlerden sonra büyük artış göstermiştir. Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Ekrem’in kendilerine mal vermeyi vaad ettiği kimselere fey gelirlerini eşit miktarda dağıtmıştır (Ebû Yûsuf, I, 307-310). Hz. Ömer’in de bu uygulamaya 20 (641) yılında divan teşkilâtını kuruncaya kadar devam ettiği bilinmektedir (a.g.e., I, 333-335). Fetihler sonucunda İslâm ülkelerinin genişlemesi üzerine fey gelirlerinin artması Hz. Ömer’i yeni bir düzenlemeye gitmek mecburiyetinde bırakmış ve divan teşkilâtı böylece kurulmuştur. Hz. Ömer, fey gelirlerinin Haşr sûresinin 6-10. âyetlerinde zikredilen kimselere yani bütün müslümanlara dağıtılması gerektiği görüşünden hareketle bu gelirleri, biri yılda bir defa “atâ” veya “atıyye” adı altında para, diğeri her ay yiyecek olmak üzere iki şekilde dağıtmıştır. Bunun için kurduğu divan teşkilâtında müslümanların atıyyelerini farklı miktarlarda tesbit etmiş ve hak sahiplerinin isimlerini, Kureyş kabilesinin Hz. Peygamber’in mensup olduğu Benî Hâşim kolundan başlayarak kabile esasına göre defterlere kaydettirmiştir. Böylece Medine’ye her vergi gelişinde bunun müslümanlara dağıtılması şeklindeki eski uygulama kaldırılmış, yerine daha düzenli bir uygulama getirilmiştir. Hz. Peygamber’in aylık erzakı herkese iki cerîb yiyecek olarak eşit miktarda vermesine karşılık Hz. Ömer atâ miktarlarının farklı tesbitinde İslâmiyet’i erken veya geç kabul etme, dine ve devlete hizmetteki gayret gibi kriterleri ölçü almıştır. Bununla


beraber herkese fey gelirlerinden atâ bağlamış, sadece mülkiyet hakları bulunmadığı için kölelere ve hicret etmeyenlerle cihada katılmayanlara feyden pay vermemiştir.

İmar Faaliyetleri. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde fethedilen yerlere yapılan ilk binalar camiler olmuştur. Müslümanlar, ele geçirdikleri şehirlerde bazan eski mâbedleri tamamen veya kısmen camiye çeviriyorlar, bazan da yeni camiler yapıyorlardı. Dımaşk şehrinin ortasında bulunan Yuhannâ (Ioannes) Kilisesi’nin yarısı hıristiyanlara bırakılmış, diğer yarısı camiye tahvil edilmiştir. Benzer bir uygulama Humus’ta bulunan aynı adlı kilise için de söz konusu olmuş ve fetihten sonra kilisenin dörtte biri anlaşmanın dışında bırakılarak camiye çevrilmiştir. Barış yoluyla ele geçen şehirlerde ise eski mâbedlere pek dokunulmamıştır. Hz. Ömer bizzat kendisine teslim olan Kudüs’te mâbedlere dokunmamış, çöplük haline getirilen Mescid-i Aksâ’nın yerini buldurarak buraya büyük bir cami yapılmasını emretmiştir. Diğer taraftan İslâm ülkeleri genişleyince bazı ihtiyaçlar kendini duyurmaya başlamış ve askerî amaçlı yeni yerleşim merkezleri, ordugâh şehirler kurulmuştur; bunların ilk örnekleri Hz. Ömer’in emriyle kurulan Kûfe, Basra ve Fustat’tır. Bu arada Suriye’de Dımaşk, Filistin’de Remle, Mısır’da İskenderiye gibi mevcut bazı şehirler de asker yerleştirilmek suretiyle ordugâh haline dönüştürülmüştür. Mimari özellikleri günümüze ulaşmayan ilk camilerin planı Medine’deki Mescid-i Nebevî örnek alınarak hazırlanmıştır. Hz. Ömer, yeni kurulan şehirlerdeki cuma camilerinin yanı sıra şehre yerleştirilen kabilelerin vakit namazlarını kılabilmeleri için mahalle mescidlerinin yapılmasını istemiştir. Bu dönemde camiler, ibadetin yanında başta eğitim ve öğretim olmak üzere adalet hizmetleri, kamu idaresi ve diğer işler için de kullanılıyordu.

Askerî amaçlı yeni şehirlerin merkezinde caminin yanı sıra valiler için bir emîr eviyle bir de çarşı yapılmış, arkasından kabilelere göre ayrılan yerlere mahalleler kurulmuştur. Kûfe ve Basra şehirlerinde beytülmâl binası, aynî ve nakdî vergi gelirlerinin saklandığı dârürrızk, şehirlerin kenarında dârü’l-berîd (posta evi) ve askerî kışlaların her birinde geniş kapasiteli at ahırları inşa edildi ve mezarlık sahaları ayrıldı. Bunların benzerleri başlangıçta çadırlarla kurulan Fustat’ta da yapıldı ve burası İskenderiye’nin yerine Mısır’ın merkezi haline geldi. Yeni kurulan şehirlerin Medine ile irtibatı sağlanırken ticarî hayatın içine girmelerine de özen gösterildi. Esasen Basra körfezi yoluyla Hint-Çin, Hîre şehrinin yakınına kurulan Kûfe yoluyla da Arabistan, Suriye-Filistin-Anadolu, İran, Orta Asya, Mısır ve Doğu Akdeniz arasında eskiden beri devam eden ticaret yolları müslümanların eline geçmiş oldu. Ticarî hayatın canlanması sonucunda kullanımı çoğalan senetlerde tarih tesbiti ihtiyacı kendini gösterince Hz. Ömer hicreti takvim başlangıcı olarak kabul etti ve böylece hicrî takvim yürürlüğe girdi (17/638).

Bayındırlık hizmetleri arasında ziraata elverişli toprakların sulanması için bent-kanal sistemlerinin kurulmasını zikretmek gerekir. Diğer taraftan insanların su ihtiyacını karşılamak için yerleşim merkezlerine kanallar açılmıştır. Basra’ya Dicle nehrinden su getirmek üzere açılan Ebû Mûsâ ve Ma‘kıl kanalları ile Kûfe’ye su getirmek üzere ilk hafriyat çalışmaları Sa‘d b. Ömer tarafından başlatılan ancak Haccâc zamanında tamamlanabilen Sa‘d Kanalı bunlar arasındadır. Amr b. Âs da Nil nehri kıyısındaki Babilon ile Kızıldeniz sahilindeki Kulzüm (Süveyş) Limanı’nı birbirine bağlayan firavunların yaptırdığı kapalı kanalı açtırdı ve “Halîcü emîri’l-mü’minîn” adı verilen bu su yoluyla Medine’ye erzak göndermek mümkün oldu.

Dinî İlimler. Asr-ı saâdet’te dinî bilginin kaynağını Kur’an ve Sünnet teşkil ettiğinden Resûl-i Ekrem’in açıklamaları, uygulamaları ve onayları sahâbe açısından hem dinî eğitim hem dinî konularda bilgilenme ve öğrenim anlamına geliyordu. Bundan dolayı Hz. Peygamber’le uzun süre birlikte kalan sahâbîler aynı zamanda iyi bir dinî eğitim ve öğrenim görmüş oldular. Dinin tebliğinin tamamlanması ve Resûlullah’ın vefatı ashabı Kur’an’ı koruma, anlama ve yorumlama, sünneti tesbit etme ve öğrenme gayretine sevketti. Müslümanların, hızla gelişen fetihler sonucunda farklı gelenek ve kültürlere sahip yeni toplumlarla karşılaşması ve yeni problemlerle yüzyüze gelmesi hem sahâbenin Kur’an ve Sünnet etrafında toparlanmasını, hem de bu iki kaynağın yeni problemlerin çözümüne ışık tutacak şekilde yorumlanmasını hızlandırdı. Bu sebeple Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Kur’an ve Sünnet etrafında yoğunlaşan bir dinî bilgilenme, bu çerçevede bir anlama ve yorumlama faaliyetinin ön plana çıktığı görülür. Bu faaliyette başta dört halife olmak üzere Kur’an ve Sünnet’i iyi bilen sahâbîler etkin rol oynamış, bu arada onların temsil ettiği farklı anlayış ve temayüller de belirginleşmeye başlamıştır. Bu dönemde, gerek Medine’de bulunan gerekse dini öğretmek amacıyla Medine dışındaki değişik bölgelere dağılan sahâbîlerin etrafında ilim halkalarının oluştuğu ve dinî yaşayışla bütünleşen bir ilmî geleneğin başladığı bilinmektedir. Dört halife döneminde, daha sonraki devirlerde çeşitli dinî ilimlerin konularını teşkil edecek olan bilgiler bir bütün halinde ele alınıyordu. Dinin anlaşılmasına, Kur’an ve Sünnet’te yer alan hükümlerin yorumlanmasına ve dinî bilgilenmede derinleşmeye yönelik bütün bu çabalar ileride kıraat, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi ayrı ilim dalları şeklinde ortaya çıkacak olan dinî ilimler için bir başlangıç teşkil etmiş ve onların oluşumunda vazgeçilmez bir önem taşımıştır.

Kıraat ve Tefsir. Hz. Ebû Bekir, o zamana kadar çeşitli sahâbîlerin yanında dağınık halde bulunan yazılı Kur’an âyetlerini iki kapak arasında toplatıp ilk mushafı meydana getirmişti; fakat Resûl-i Ekrem Kur’an’ın “yedi harf” üzere okunabileceğini söylediğinden müslümanlar onu farklı şive ve lehçelerle okumaya devam ediyorlardı (bk. el-AHRUFÜ’s-SEB‘A). Değişik merkezlerde muallim olarak hizmet gören sahâbîler de bulundukları bölgelerde Kur’an’ı kendi lehçelerine göre okutunca belli merkezlerde belli okuyuş tarzları yaygınlık kazandı (bk. KIRAAT). Bölgeler arasında karşılıklı suçlamalara varan ihtilâfların artması üzerine Hz. Osman, Kur’an’ın indirildiği Kureyş lehçesini (Buhârî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 3) esas alan ve Hz. Peygamber’den geldiği kesin olan kıraatlere de imkân veren Kur’an nüshalarının yazılmasını emretti. Zeyd b. Sâbit başkanlığındaki bir heyet tarafından, ilk halife döneminde yazılan mushaf esas alınarak Kur’an’ın nüshaları çoğaltıldı. Dört veya beş yahut yedi nüsha olduğu rivayet edilen bu mushaflardan biri Medine’de alıkonuldu; diğerleri Mekke, Kûfe, Basra, Dımaşk gibi merkezlere gönderildi ve Kur’an’ı bu resmî mushaflara göre okutmak üzere Zeyd b. Sâbit Medine’de, Abdullah b. Sâib Mekke’de, Mugīre b. Ebû Şihâb Dımaşk’ta, Ebû Abdurrahman es-Sülemî Kûfe’de ve Âmir b. Abdullah Basra’da görevlendirildi. Değişik merkezlerde bu nüshalardan kısa sürede çok sayıda mushaf istinsah edildi. Böylece müslümanların kıraat üzerindeki ihtilâfları en aza indirilmiş ve Kur’an’ın sonraki nesillere Resûlullah’tan geldiği şekliyle


aktarılması sağlanmış oldu. Kıraat sahasında üstat kabul edilen Hz. Osman, Hz. Ali, Übey b. Kâ‘b, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Mes‘ûd, Ebü’d-Derdâ ve Ebû Mûsâ el-Eş‘arî gibi sahâbîlerin verdikleri kıraat dersleri, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Sâib gibi genç sahâbîlerin yanı sıra çok sayıda tâbiînin de bu alanda uzmanlık kazanmasına, böylece kıraat ilminin sonraki nesillere ehil kişiler vasıtasıyla intikal ettirilmesine imkân verdi.

Hz. Peygamber’le uzun süren beraberlikleri sayesinde Kur’an âyetlerinin hangi ortamda indiğine ve ne mânaya geldiğine vâkıf olan, Resûl-i Ekrem’in bu konulardaki açıklamalarını dikkatle takip eden sahâbîler, Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Kur’an âyetlerinin tefsirinde müslümanlara rehberlik ettiler; onların başlattığı bu faaliyet sonraki nesiller tarafından geliştirilerek sürdürüldü. Tefsir tarihi boyunca bütün müfessirlerin Kur’an âyetlerini yorumlarken uyguladığı, öncelikli olarak Kur’an’ı Kur’an’la, onda yoksa sünnetle tefsir etme usulünün bu dönemden itibaren takip edildiği bilinmektedir. Güçlü anlayış ve kavrayış yeteneklerinin yanında Arap dili ile örf ve âdetlerini, ayrıca vahiy sırasında yarımadada yaşayan ve Kur’an’da sıkça sözü edilen Ehl-i kitabı yakından tanımaları sahâbî müfessirlerin açıklamalarına ayrı bir önem kazandırmıştır. Onların diğer bir özelliği de yorumunu bilmedikleri âyetler hakkında kendi tahmin ve kanaatleriyle görüş belirtme konusunda çekimser davranmalarıydı. Ancak bu çekimserliğin daha çok mânası kapalı (mücmel, müteşâbih) âyetlerle sınırlı olduğunu, amelî hayata ilişkin Kur’an hükümlerinin ise geniş bir açıklamaya kavuşturulduğunu belirtmek gerekir. Medine’ye gelen ve zihinleri karıştırmak için müteşâbih âyetler hakkında soru soran bir kişinin Hz. Ömer tarafından cezalandırılarak memleketi Basra’ya geri gönderilmesi, bazı şarkiyatçılar tarafından Hulefâ-yi Râşidîn döneminde tefsire sıcak bakılmadığına, hatta müslümanların ondan sakındırıldığına dair iddiaya delil olarak ileri sürülmüştür (Goldziher, s. 73-75); ancak yukarıda açıklanan hususlar bu telakkinin isabetsizliğini göstermektedir. Bu dönemde yapılan tefsirlerde icmâlî mânalarla yetinildiği, yorum faaliyetinin de Kur’an’da geçen kelimelerin kısa sözlük açıklamalarını yapma, âyetlerin nüzûl sebebini, nâsih veya mensuh oluşunu belirtme, sözü edilen tarihî olayları açıklama gibi noktalarda yoğunlaştığı söylenebilir. Tefsirde Câhiliye şiiriyle istişhâd etme, Kur’an ve Sünnet’e ters düşmeyen İsrâilî rivayetlere yer verme geleneğinin ve âyetlerin kesin sayısını belirleme gibi çalışmaların köklerinin de bu döneme kadar uzandığı görülür. Hulefâ-yi Râşidîn devrinde tefsir ve Kur’an ilimleri sahasında telif edilmiş herhangi bir esere rastlanmamakla birlikte İbn Mes‘ûd gibi bazı sahâbîlerin özel mushaflarına tefsir kabilinden notlar düştükleri bilinmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirine sahâbîlerin önemli hizmetleri geçmekle birlikte kendilerinden tefsir rivayeti gelenlerin sayısı çok azdır. Kaynaklarda müfessir sahâbîler olarak dört halife, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes‘ûd, Übey b. Kâ‘b, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Zeyd b. Sâbit ve Abdullah b. Zübeyr’in isimleri zikredilir (Süyûtî, IV, 204). İlk üç halifeden gelen tefsir rivayetleri çok azdır. Hz. Ali’den gelen rivayetlerin çokluğunda, onun uzun süre idarî işlerden uzak kalmasının yanı sıra Kur’an’ın tefsirinde duyulan ihtiyacın arttığı döneme kadar yaşamasının önemli etkisi olmalıdır. Buna karşılık ilimle temayüz etmiş sahâbîlerin öğrencisi konumunda bulunan tâbiîn nesli, tefsir ilminin doğuş ve gelişiminde daha aktif bir rol üstlenmiştir. Meşhur sahâbîlerin öğretimiyle başlayan tefsir faaliyetinin bu dönemde ekolleşme sürecine girdiği görülür. Bunlardan Mekke, Medine ve Irak tefsir ekolleri daha fazla şöhret bulmuştur. Kendisinden en çok tefsir rivayeti gelen Abdullah b. Abbas Mekke, Übey b. Kâ‘b Medine tefsir ekolünün kurucuları olarak bilinir. Hz. Ömer tarafından Kûfe’de görevlendirilen Abdullah b. Mes‘ûd burada verdiği kıraat ve tefsir dersleriyle Kûfe ekolünün temellerini atmış, özellikle Irak’ta ehl-i re’y hareketinin doğmasında etkili olmuştur. Sahâbe ve tâbiîn âlimlerinin Kur’an âyetlerinin tefsirine ilişkin görüşleri rivayet yoluyla sonraki dönemlere aktarılmış ve bunlar ileri dönemlerin dinî literatüründe dağınık şekilde de olsa yer almıştır.

Hadis. Hulefâ-yi Râşidîn devri hadislerin naklinde titizlik gösterildiği, rivayetlerin tahrif edilmesini önlemek için bazı tedbirlerin alındığı bir dönemdir. İlk iki halifenin büyük bir özenle uyguladığı ilk tedbir Resûl-i Ekrem’den az hadis rivayet edilmesi olmuştur. Hz. Osman da kendisinden önceki uygulamayı sürdürmüş, Ebû Bekir ve Ömer dönemlerinde nakledilmeyen hadislerin rivayetini uygun görmemiştir. Yine bir rivayetin Hz. Peygamber’e nisbetinden kesinlikle emin olma ve sahâbîlerden, rivayet ettikleri hadisi kendileriyle birlikte Resûlullah’tan bizzat duyan bir şahit isteyerek rivayet tariklerinin arttırılmasını sağlama gibi hususlar onların üzerinde önemle durdukları tedbirlerden bazılarıdır. Hz. Ali’nin gerektiğinde


hadis râvilerine yemin ettirmesi de (Müsned, I, 154, 174, 178) bu ihtiyatın bir neticesidir. Bu dönemde rivayetlerin dinin bilinen nasları ve kaideleriyle karşılaştırılarak ilmî tenkide tâbi tutulmasına başlanmış ve bu hususta Hz. Ömer ile Âişe’nin önemli katkıları olmuştur (Nûreddin Itr, s. 52-54). Ancak bütün bu tedbirlere, râvilere güvenilmediği için değil hadis rivayetinde ciddiyeti sağlamak ve muhtemel suistimallerin önünü almak için başvurulmuştur. Nitekim Hz. Ömer, bazı kimselerin rivayette gevşeklik göstermesi yüzünden gerçeklerin saptırılabileceğinden endişelenmiş ve yanlış anlaması muhtemel kişilerden hadis alınmasına karşı çıkmıştır. Bu dönemde, “Her duyduğunu anlatması bir kimseye günah olarak yeter” meâlindeki hadis (Müslim, “Muķaddime”, 5) âdeta bir rivayet ilkesi kabul edilmiştir.

Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’in elinde -sonraları yaktığı ileri sürülse dahi- 500 hadis içeren bir risâlenin bulunduğu ve yine bu dönemde şahsî gayretleriyle hadisleri yazan bazı sahâbîlerin mevcut olduğu bilinmekle birlikte sahâbe arasındaki yaygın uygulama hadislerin şifahen nakledilmesi şeklinde idi. Hz. Ömer’in bir süre tereddüt gösterdikten sonra hadislerin devlet eliyle tedvin edilmesinden vazgeçmesi de (Hatîb el-Bağdâdî, s. 49; İbn Abdülber, I, 77) hadislerin Kur’an’la karıştırılabileceği endişesinden kaynaklanır. Esasen onun bu tutumu ilk üç halifenin ortak hassasiyetini yansıtır. Hz. Osman’ın vefatını müteakip baş gösteren olaylar ve güvensizlik ortamı Resûl-i Ekrem’den yapılan rivayetlerde senedi ve râvinin durumunu araştırmayı haklı kılmış, bu husus, cerh ve ta‘dîl ilminin temelini teşkil edecek olan ricâl tenkidi faaliyetinin sahâbe arasında başlangıcını oluşturmuştur.

Fıkıh. Hz. Peygamber’in vefatı müslümanları, yeni fıkhî problemleri Kur’an ve Sünnet’teki ilke ve açıklamalar ışığında çözmeye zorlamıştır. Bu sebeple Hulefâ-yi Râşidîn devri, Kitap ve Sünnet’in sınırlı naslarına ilâveten yavaş yavaş re’y ictihadının ve bunun çeşitli tezahür biçimlerinin kabul görüp kullanıldığı yeni bir dönemin başlangıcı sayılır ve fıkıh tarihinin ikinci devresi olarak ele alınır. Bu dönemden itibaren Kur’an ve Sünnet’i anlama, bunların sınırlı ifade ve hükümleriyle hayatın sınırsız ihtiyaç ve olayları arasında bağ kurmayı sağlayacak yorum metotları geliştirme ihtiyacını doğurmuş ve bu süreç ileride ayrı bir ilim halinde şekillenen fıkıh ve fıkıh usulü için de bir ilk adım teşkil etmiştir. Resûl-i Ekrem’in doğrudan yardımından mahrum ilk ictihad faaliyetinin başladığı bu dönem sonraki devirlerin ictihad faaliyetine örneklik etmiş, onun yakın çevresini oluşturan sahâbenin dinî hükümleri anlayış, yorumlayış ve uygulayış biçimleri ileriki dönem fakihleri nezdinde “sahâbî kavli” adlandırmasıyla ayrı bir önem kazanarak sünnete yakın derecede bir kaynak değerine ulaşmıştır.

Hulefâ-yi Râşidîn döneminin bir özelliği de İslâm hukukunun teşekkülünde dört halifenin doğrudan ve birinci derecede rol oynaması, bunun sonucunda onların görüş ve uygulamalarına daha sonraki devirlerde ve özellikle Sünnî fıkıh geleneğinde ayrı bir önem atfedilmesidir. Bunda hiç şüphesiz dört halifenin sahâbenin önde gelen fakihlerinden olması kadar, uygulamalar üzerinde müslümanların âdeta amelî ittifakının sağlanmış olması da etkilidir. Nitekim Hz. Ebû Bekir’in zekât vermemekte direnen ve ayrıca irtidad edenlerle savaşması, müellefe-i kulûba zekât gelirinden pay vermemesi, Hz. Ömer’in Irak topraklarına farklı bir statü getirip onları ganimet olarak gazilere dağıtmaması, kıtlık yılında hırsızlara had cezası uygulamaması, sarhoşluk suçunun sünnette belirlenen cezasını arttırması, aynı anda söylenen üç talâkı üç ayrı talâk sayması, teravih namazının camide toplu olarak kılınmasını başlatması; Hz. Osman’ın cuma namazına dış ezanı ilâve etmesi, hac mevsiminde Mina’da dört rek‘atlı farz namazı Hz. Peygamber’in ve ilk iki halifenin yaptığı gibi yolculuk sebebiyle kasredip iki rek‘at kılması mümkünken halkın yanlış anlayabileceği endişesiyle dört rek‘at kılması, mirastan mahrum bırakılmak için ölmek üzere olan kocası tarafından boşanan kadının mirasçılık hakkını devam ettirmesi; Hz. Ali’nin esnaf ve sanatkârlara zâyi ettikleri müşteri mallarını tazmin yükümlülüğünü getirmesi gibi uygulamalar, nasların yorumlanması bakımından önemli sonuçlara sahip bulunmasının yanında ileri dönem ictihad faaliyetlerinde de referans sayılmıştır; fıkıh mezheplerindeki ağırlıklı görüş


ve ümmetin genel kabulü de çok defa bu yönde olmuştur.

Hulefâ-yi Râşidîn döneminde gerçekleşen fetihler sonucu İslâm coğrafyasındaki hızlı genişleme ve dolayısıyla çeşitli farklılıklar taşıyan yeni sosyal yapı ve kültürlerin İslâm muhitine girmesi yeni problem ve anlayışların doğmasına yol açmış, bunlar da Kur’an ve Sünnet merkezli dinî öğreti açısından kontrol edilip çözümlenme ihtiyacını beraberinde getirmiştir. İleri dönemlerde istihsan, istislâh, örf, kıyas gibi terimlerle karşılanacak olan metotların bu dönemde re’y adıyla kullanılmaya başlandığı, kamu hukuku alanında imkân nisbetinde istişareye önem verilip amelî ittifak sağlandığı, ferdî alanda ise geniş bir re’y serbestliğinin bulunduğu görülür. İlk iki halife döneminde belli sayıdaki sahâbî âlimden Medine’yi terketmemelerinin istenmesi, devlet işlerinde sağlıklı bir istişare imkânı ve halk arasında kamuoyu oluşturma ortamı hazırlamaya yönelik bir tedbir görünümündedir. Şûra ictihadları ve Kur’an’ın cem‘i, ridde ehliyle savaş, Irak topraklarının statüsü gibi amelî konulardaki ittifaklar, ileride şer‘î deliller arasında Kitap ve Sünnet’ten sonra üçüncü sırayı alacak olan icmâ için, ferdî ictihadlar da diğer deliller için hareket noktası teşkil etmiştir. Bu dönemde sünnet, farklı coğrafyalara ve sosyal çevrelere mensup müslümanların ortak bir dinî kültür etrafında toparlanmasında, istişare ve şûra ictihadı ise toplumsal düzeydeki ihtilâfların en aza indirilmesinde, siyasî birliğin korunmasında ve toplumsal realitenin asgari mutabakat zemini sayılmasını sağlamada önemli roller üstlenmiştir; icmâ anlayışı da ileride buna benzer bir işleve sahip olmuştur.

Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Kitap ve Sünnet’ten sonra üçüncü bir delil ve kaynak niteliği kazanan re’y faaliyeti nazarî olmaktan çok vâkıaya, yani meydana gelen gerçek fıkhî meselelere dayanmıştır. Sahâbîler, re’y ve ictihad yoluyla vardıkları hükümleri kesin ve bağlayıcı görmediklerinden Allah ve Resulü’ne nisbet etmemiş ve bunları Kur’an ve Sünnet’in hükümlerinden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir. Halifeler dahil ferdî ictihadların sadece sahiplerini bağlaması ve diğer kişiler için de alternatif bir çözüm niteliği taşıması, belli bir illet ve hikmete bağlı olduğu bilinen hükümlerin bu illet ve hikmetin değişmesine paralel biçimde değiştirilebilmesi ve hüküm verilirken ferdî durum ve yarar kadar dinin genel ilke ve amaçlarının da gözetilmesi bu dönem re’y faaliyetinin karakteristik özellikleridir. Öte yandan dinî bilgileri kuvvetli sahâbe ve tâbiînin Medine’nin yanı sıra çeşitli ilim merkezlerinde başlattığı re’y, fetva ve öğretim faaliyetlerinin giderek bu merkezlerde ilim halkalarının ve hoca-talebe ilişkisi içinde birbirinden farklı ilmî geleneklerin oluşmasına ortam hazırlaması, yeni ortaya çıkan problemlerin cevabı araştırılırken yahut Kur’an ve Sünnet hükümleriyle ele alınan olay arasında bağ kurulurken bazı sahâbe ve tâbiînin çekimser davranıp bu iki kaynakta açıklananlarla yetinmesi, diğer bir grubun ise re’y ve aklî istidlâl yollarını sıkça işletmesi iki farklı tutum doğurmuş ve bu farklı tutumlar Emevîler döneminde iyice belirginleşen ehl-i hadîs ve ehl-i re’y ekollerinin başlangıcını teşkil etmiştir.

Fıkhın ayrı bir ilim dalı haline gelmesinin Abbâsîler dönemini bulduğu ve bu döneme kadar fıkıh tabiriyle Kur’an ve hadis bilgisi yanında bu kaynaklardan zihnî çaba ile çıkarılan dinî bilgilerin tamamının kastedildiği düşünülürse Hulefâ-yi Râşidîn döneminde fıkhın ayrıca tedvîninin söz konusu olmadığı görülür. Bununla birlikte bu dönemde, ileride kurulacak olan fıkıh ilmi için önemli bir malzeme sayılabilecek nitelikte bazı münferit ve küçük çaplı düzenlemelerden söz edilebilir (DİA, XIII, 5). Öte yandan II. (VIII.) yüzyılın başlarından itibaren derlenmesine başlanan fıkhî bilgileri ihtiva eden kitaplarda ve hadis mecmualarında sahâbe ve tâbiîn fetvaları geniş bir şekilde yer almış, bunlar fıkhın gelişim dönemi müctehidleri ve fıkıh mezhepleri için kaynak değerine sahip delil, hareket noktası ve referanslar olarak algılanmıştır.

Kelâm. Hulefâ-yi Râşidîn itikadî açıdan önemli sonuçlar doğuran olayların yaşandığı bir dönemdir. İnançla ilgili tartışmalara konu olan asıl ihtilâflar Hz. Osman zamanında vuku bulmakla birlikte kaynaklar, her halife döneminde akaidle ilgili bazı görüş ayrılıklarının ortaya çıktığını belirtir. Hz. Peygamber’in vefatının ardından, aslında kamu hukukunu ilgilendirmekle birlikte daha sonra itikadî bir renk kazanan halife seçimine ilişkin anlaşmazlık Ebû Bekir’in seçilmesiyle çözümlenmiştir. Halife Ebû Bekir devrinde dinin Allah’tan geldiği şekliyle korunmasında en büyük paya sahip bulunan Kur’an’ın toplanması usûlü’d-dîn açısından kaydedilmesi gereken önemli bir olaydır.

Bazı kaynaklarda, itikadî alanda mütalaa edilebilecek meseleler hakkında görüş bildirenlerin başında gösterilen Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde (Abdülhay el-Kettânî, III, 92) dini korumaya ve itikadî


hükümleri doğru olarak anlamaya yönelik çabalar sürdürülmüştür. Hz. Ömer’in müteşâbih âyetlerle ilgilenen birine bunu yasaklaması, hadis rivayeti mevzuunda ashabı titiz davranmaya davet etmesi, kazâ ve kader konusunu yanlış yorumlayan Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı uyarması ve kadere imanın kişiyi cebir altında bırakmadığını söylemesi (Müslim, “Selâm”, 98) onun usûlü’d-dînle ilgili bazı tavırlarını gösterir.

Süratle gerçekleştirilen fetihler sebebiyle genişlemiş bulunan İslâm coğrafyasında çeşitli din ve felsefe kültürleriyle karşılaşılmış, ayrıca siyasî görüş ayrılıkları da belirgin biçimde su yüzüne çıkmıştır. Hz. Osman’ın şehid edilmesinin ardından Hz. Ali döneminde Cemel ve Sıffîn vak‘aları meydana gelmiş, bu olaylara bağlı olarak savaşlarda birbirini öldüren müslümanların dinî durumu tartışma konusu halini almış, neticede büyük günah, iman-küfür sınırı, kader ve insanın ihtiyarî fiilleri gibi itikadî meseleler öne çıkmış ve ayrılıkçı Hâricîler fırkası doğmuş, ona muhalif siyasî bir fırka niteliğiyle Şîa teşekkül etmeye başlamış, yine Hz. Ali döneminin sonlarına doğru İbn Sebe aracılığıyla Gāliyye’nin tohumları atılmıştır. Bizzat Hz. Ali, kadere imanla kulların fiilleri arasındaki irtibata ilişkin sorulara muhatap olmuş, ayrıca büyük günah işleyenin dinî statüsü ve Allah’ın sıfatları hakkında ortaya çıkan bazı yanlış görüşleri eleştirmeye mecbur kalmıştır (Ebû Hanîfe, s. 69; Kādî Abdülcebbâr, s. 142-143, 146, 150-151). Hulefâ-yi Râşidîn döneminde belirginleşen siyasî ve içtimaî gelişmelerle fikrî hareketler II. (VIII.) yüzyılın başlarından itibaren itikadî mezheplerin kurulmasına, ayrıca önce siyasî birer akım niteliğinde oluşan Hâricîlik ve Şiîliğin ilmî muhtevası da bulunan birer mezhep haline gelmesine zemin hazırlamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 154, 174, 178; IV, 126, 127, 273; V, 50, 220-221; Dârimî, “Muķaddime”, 16; Buhârî, “Menâķıb”, 25, “Meġāzî”, 70, 71, “TaǾbîr”, 38, “Zekât”, 1, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 3; Müslim, “Muķaddime”, 5, “Rüǿyâ”, 21, “Selâm”, 98; İbn Mâce, “Muķaddime”, 6; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 5, 7, 8; Tirmizî, “Ǿİlim”, 16, “Fiten”, 48; Ebû Hanîfe, er-Risâle (nşr. M. Zâhid Kevserî, trc. Mustafa Öz, İmâm-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), İstanbul 1981, s. 69; Ebû Yûsuf, el-Ħarâc (Abdülazîz b. Muhammed er-Rahbî, Fıķhü’l-mülûk, nşr. A. Ubeyd el-Kubeysî içinde), Bağdad 1973-75, I, 189-194, 208-213, 307-312, 330-335; II, 189-203, ayrıca bk. İndeks; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 25 vd.; İbn Hişâm, es-Sîre2, II, 649-666; İbn Sa‘d, et-Ŧabaķāt, III, 19-40, 53-84, 169-213, 265-376, ayrıca bk. İndeks; İbn Kuteybe, el-MaǾârif (Ukkâşe), s. 167-218, ayrıca bk. İndeks; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 13-16, 28-36, 40-46, 118-167, 344-357, 654-696, ayrıca bk. İndeks; a.mlf., Ensâb, I, 540-592; Taberî, Târîħ (de Goeje), I, 1794-3476; II, 1-16; Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iǾtizâl ve ŧabaķātü’l-MuǾtezile (nşr. Fuâd Seyyid), Tunus 1393/1974, s. 141-143, 146-147, 150-151, 163, 171, 214; Beyhakī, Menâķıbü’ş-ŞâfiǾî (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1391/1971, I, 448; İbn Abdülber, CâmiǾu beyâni’l-Ǿilm (nşr. Abdurrahman M. Osman), Kahire 1388/1968, I, 77; Hatîb el-Bağdâdî, Taķyîdü’l-Ǿilm (nşr. Yûsuf el-Uş), Dımaşk 1949, s. 49; Râgıb el-İsfahânî, el-İǾtiķādât, Beyrut 1988, s. 267; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 23-26; İbnü’l-Cevzî, Śıfatü’ś-śafve, II, 113; Muhibbüddin et-Taberî, er-Riyâżü’n-nâdire fî menâķıbi’l-Ǿaşere, Beyrut 1405/1984, I, 17 vd.; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâǿ, V, 130-131; a.mlf., et-Tefsîr ve’l-müfessirûn, Kahire 1381/1961, I, 57-127; a.mlf., Teźkiretü’l-ĥuffâž, I, 2-6, 10; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 375 vd.; VI, 301-354; VII, 2-362; IX, 200; Zerkeşî, el-Burhân, I, 233-243, 251; Süyûtî, el-İtķān (Ebü’l-Fazl), IV, 204; Şevkânî, Derrü’s-seĥâbe, s. 606, ayrıca bk. tür.yer.; I. Goldziher, Meźâhibü’t-tefsîri’l-İslâmî (trc. Abdülhalîm en-Neccâr), Kahire 1374/1955, s. 73-75; M. Accâc el-Hatîb, es-Sünne ķable’t-tedvîn, Dımaşk 1383/1963, s. 92-125; M. Yûsuf Mûsâ, Târîħu’l-fıķhi’l-İslâmî, Kahire 1964, I, 25-120; Mübârekfûrî, Tuĥfetü’l-aĥveźî (nşr. Abdurrahman M. Osman), Kahire 1387/1967, VII, 438-441; Süleyman M. et-Temmâvî, ǾÖmer b. el-Ħaŧŧâb ve uśûlü’s-siyâse ve’l-idâretü’l-ĥadîŝ, Kahire 1969; Nûreddin Itr, Menhecü’n-naķd fî Ǿulûmi’l-ĥadîŝ, Dımaşk 1401/1981, s. 52-54; Ahmed İslâm el-Kâtib, ǾAķīdetü’t-tevĥîd, Beyrut 1983, s. 75; Muhammed Ebû Zehv, el-Ĥadîŝ ve’l-muĥaddiŝûn, Beyrut 1404/1984, s. 63-79; E. Robbath, La conquête arabe sous les quatre premiers califes: 11/632-40/661, I-II, Beyrut 1985; Mustafa Fayda, “Hz. Ömer’in Divân Teşkilâtı”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1986, II, 107 vd.; a.mlf., Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul 1989, s. 7 vd.; a.mlf., Allah’ın Kılıcı Halid bin Velid, İstanbul 1990, s. 241 vd.; a.mlf., “Hz. Ömer ve Ticaret Malları Vergisi veya Uşûr”, AÜİFD, XXV (1981), s. 169-178; XXVI (1983), s. 327-334; a.mlf., “Ebû Bekir”, DİA, X, 101-108; Mevdûdî, Hilâfet ve Saltanat (trc. Ali Genceli), İstanbul, ts.; Hayreddin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul 1989, s. 109-161; a.mlf., “Fıkıh”, DİA, XIII, 4-6; Mennâ el-Kattân, Târîħu’t-teşrîǾi’l-İslâmî, Kahire 1409/1989, s. 183-254; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), III, 92; Gālib Abdülkâfî el-Kureşî, Evveliyyâtü’l-Fâruķ fi’l-idâre ve’l-ķażâ, I-II, Beyrut 1410/1990; İbrâhim Beydûn, Min devleti ǾÖmer ilâ devleti ǾAbdilmelik, Beyrut 1411/1991, s. 13-142; Muhammed Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1993, s. 45-49; Hamed M. es-Samed, Nižâmü’l-ĥükm fî Ǿahdi’l-ħulefâǿi’r-râşidîn, Beyrut 1414/1994; M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1996, s. 50-53; Mehmet Hatiboğlu, “Hilâfetin Kureyşliliği”, AÜİFD, XXIII (1978), s. 121-213; Sabri Hizmetli, “Tarihî Rivâyetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, a.e., XXVII (1985), s. 149-176; Michael Cook, “Writing of Tradition”, Arabica, XLV/4, Leiden 1997, s. 498-507; Ethem Ruhi Fığlalı, “Ali”, DİA, II, 371-374; M. Yaşar Kandemir, “Hadis”, a.e., XV, 31.

Mustafa Fayda