HİMAYE

(الحماية)

Câhiliye devrinde ve İslâm’ın ilk dönemlerinde Araplar arasında yaygın olan bir müessese.

Sözlükte “korumak, zarar verecek şeylere engel olmak” anlamına gelen himaye kelimesi terim olarak kişi, aile, aşiret ve kabilelerin herhangi bir saldırıya karşı birbirlerini korumasını ifade eder. Araplar çevresindekileri himaye eden kimseye “hâmi’l-humeyyâ” derlerdi. Himaye yerine zaman zaman civâr (komşuluk) ve hafâre (ahid, söz verme, antlaşma, para karşılığında koruma) kelimeleri de kullanılmıştır. Tehaffür ise bir kimseden himaye edilmesini istemektir. Himaye eden kişiye de hafîr (hafîrü’l-kavm) denilir. İslâm ülkesine girmek veya İslâm ordusuna teslim olmak isteyen yabancı bir kimseye verilen can ve mal güvenliğini ifade eden eman ve ahid kelimeleri de buna yakın anlamlarda kullanılmıştır (bk. AHİDNÂME; EMAN). Belli bir süreyle sınırlı olan bu himayeden başka gayri müslimler cizye ödeyerek vatandaş sıfatıyla İslâm toplumunda yaşayabilir, gayri müslim bir bölge veya ülke halkı da bu statüden faydalanarak İslâm devletinin himayesine girebilirdi. Bu uygulama zimmet kelimesiyle ifade edilir, bu statüden faydalanan kimselere zimmî denirdi (bk. ZİMMÎ).

Merkezî bir otoritenin bulunmadığı Câhiliye dönemi Arabistan’ında kabileler arasında karşılıklı bir güvensizlik vardı. Özellikle ticarî ilişkilerde ve panayırlarda malların ve kervancıların korunması büyük önem taşıyordu. Araplar’ın hayatı bir bakıma bu ticarî ilişkilerin sürmesine bağlı olduğundan himaye müessesesine çok önem verilmiştir. Çeşitli şehirlerde kurulan panayırlara katılmak isteyen tâcirler, yolları üzerindeki kabilelerin reis veya eş-rafından birinin himayesine girip “hakku’l-mürûr” denilen belli bir ücret ödedikten sonra o kabilelerin topraklarından geçebilirlerdi (Cevâd Ali, V, 629). Himaye isteyen kişiyle hâminin şeref ve asalet açısından birbirine denk olmasına dikkat edilirdi. Bir kabile reisinin kervanını, topraklarından geçeceği veya gideceği kabilenin reisi yahut eşrafından biri korurdu. Böyle bir ticaret kervanını korumakla sağlanacak menfaat rekabete sebep olabilmekteydi. Meselâ 585 yılında Hîre Hükümdarı Nu‘mân b. Münzir’in Ukâz panayırına gönderdiği kervanın himayesi konusunda çıkan ihtilâf ve arkasından gelişen olaylar “yevmü’n-Nahle” ile sonuçlanmıştır (Saîd el-Efgānî, s. 165-167). Mekkeli tâcirler, güney ve kuzey ticaret yolları üzerindeki kabilelerle kervanların himayesi konusunda antlaşmalar yapmışlardı. Kervanların dışında münferit yabancı kişilerin geçişinde de güvenlik için eman şarttı (Cevâd Ali, V, 628-630).

Araplar kabilenin gücünü, şerefini ve nüfuzunu göstermesi bakımından kendilerine sığınanları himaye etmekle övünürlerdi. Böyle bir misafirin korunması ailenin şerefini gösterirdi. Câhiliye şiirinde bunun en eski örneklerini görmek mümkündür. Amr b. Külsûm muallakasında, sıkıntıya düşenleri himaye eden birçok kabile reisini savaşlarda yendiklerini söyleyerek kabilesinin büyüklüğünü anlatmak ister. Aynı şair atalarından Zelbürre’nin vârisi olduklarını, onun şerefiyle himaye edildiklerini, ırz ve namusu korumada kendilerinden daha güçlü, ahdine daha sadık kimsenin bulunmadığını belirterek övünür.

Câhiliye döneminde bazan bir veya birkaç kabilenin ileri gelenleri toplanıp mazlumu himaye konusunda zalimlere karşı antlaşma yaparlardı. Meselâ Mekke’de zulme mâruz kalan kimselerin haklarının alınmasına kadar zalimlerle mücadele konusunda yemin edilmişti. Bi‘setten önce Hz. Muhammed’in de içinde bulunduğu Hilfü’l-fudûl bunun en güzel örneğidir (bk. HİLFÜ’l-FUDÛL). Hz. Peygamber’in, amcası Ebû Tâlib’in vefatına kadar onun himayesinde bulunması ve hicretten önceki Tâif yolculuğundan dönüşünde Mekke’ye girebilmek için akrabası Mut‘im b. Adî’nin himayesine sığınması (İbn Hişâm, II, 381) bu geleneğin bi‘setten sonraki ilk örnekleridir. Aynı şekilde Habeşistan’a göç etmek isteyen Hz. Ebû Bekir, İbnü’d-Düğunne tarafından müşriklere karşı himaye edilmiştir. Gördüğü zulüm sebebiyle Mekke’den ayrılan Hz. Ebû Bekir, yolda karşılaştığı İbnü’d-Düğunne Mekke’ye girince Kureyş’in ileri gelenlerine Ebû Bekir’in faziletlerini anlatıp onu emanına aldığını söyledi; onlar da bazı şartlarla buna razı oldular. Bu himaye, Hz. Ebû Bekir’in evinin yanına özel bir mescid yaparak açıkta namaz kılıp Kur’an okumasına kadar sürdü. Eşlerinin ve çocuklarının bundan etkilendiğini gören müşrikler İbnü’d-Düğunne’ye başvurarak Ebû Bekir’in şartlara uymadığını belirttiler ve verdiği himayeyi geri almasını istediler. Bunu duyan Hz. Ebû Bekir ona himayesini iade ettiğini ve bundan böyle Allah’ın himayesine sığındığını bildirdi (Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 45).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ħfr”, “ĥbl” md.leri; Kāmus Tercümesi, I, 51, 844; Buhârî, “Îmân”, 39, “Zekât”, 9, “Feżâǿilü’l-Medîne”, 1, “Cizye”, 9, 10; “Ferâǿiż”, 21, “BüyûǾ”, 2, “Menâķıbü’l-enśâr”, 45, “İǾtiśâm”, 5, “Śalât”, 4, “Edeb”, 94; Müslim, “Müsâfirîn”, 82; İbn Hişâm, es-Sîre2, II, 381; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, I, 128-129; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 41-42; Kirmânî, el-Kevâkibü’d-derârî fî şerĥi Śaĥîĥi’l-Buħârî, Beyrut 1401/1981, VII, 184; Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, Kahire 1392/1972, I, 233; XII, 237; Tecrid Tercemesi, V, 146-148; M. Ahmed Câdelmevlâ v.dğr., Eyyâmü’l-ǾArab fi’l-Câhiliyye, Kahire 1361/1942, s. 326; Saîd el-Efgānî, Esvâķu’l-ǾArab, Dımaşk 1379/1960, s. 165-169; Muhammed Hamîdullah, İslâm’da Devlet İdaresi (trc. Kemal Kuşçu), İstanbul 1963, s. 85-86, 90-100, 180, 210-211; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, V, 628-630; Bilmen, Kamus2, IV, 68-69; Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1984, s. 186-193; Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul 1989, s. 110-164; Ahmet Önkal, “Civâr”, DİA, VIII, 34-35.

Nebi Bozkurt