HAY

(الحيّ)

Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri.

Sözlükte “yaşamak, diri ve canlı olmak” anlamına gelen hayât (hayevân) kökünden sıfat olup “diri olan, yaşayan” demektir. Râgıb el-İsfahânî, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan hayat kavramını altı grup içinde mütalaa etmekte, bunların beşinin hakikat veya mecaz mânalarıyla bitkiler, hayvanlar ve insanlar yani fâniler için kullanıldığını söylemekte, Allah’a mahsus olan hayatın ise “ölümsüzlük” (bekā) anlamına geldiğini belirtmektedir. Buna göre hay, “hakkında ölüm geçerli olmayan varlık” demektir (el-Müfredât, “ĥyy” md.). Ebü’l-Bekā el-Kefevî de Allah’a izâfe edilen hayat kavramına mecazi mâna vermenin gerekliliğini vurgular ve bunun ölümsüzlükten ibaret olduğunu söyler (el-Külliyyât, s. 406-407).

Kur’an’da “yaşatmak, diriltmek” anlamındaki ihyâ masdarından fiil sigalarıyla türeyen kelimeler kırk yedi âyette, yine aynı kökten türeyen muhyî (can veren) ismi de iki âyette Allah’a nisbet edilmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ĥyy” md.). Bu âyetlerde daha çok Allah’ın yağmur yağdırmak suretiyle ölü toprağı diriltip yeşertmesi ve bu sayede canlıları beslemesi dile getirilmekte, ayrıca O’nun iyi davranışlarda bulunan inançlı insanlara dünyada ve âhirette mutlu bir hayat yaşatacağı vurgulanmakta ve âhirette ölüleri dirilteceği ısrarla tekrarlanmaktadır. Çeşitli âyetlerde yaşatanın da öldürenin de mutlak şekilde Allah olduğu, her şeye O’nun vâris bulunduğu ve herkesin eninde sonunda O’na varacağı belirtilmektedir (meselâ bk. Yûnus 10/56; el-Hicr 15/23; Kāf 50/43). Her türlü canlıyı yaşatıp öldüren, tekrar dirilten ve hayat-ölüm çerçevesinde kurduğu bir nizamla tabiatı idare eden bir varlığın kendisinin ebedî hayatla hay olması, akıl ve realite açısından benimsenmesi zaruri bir gerçektir. Hay ismi Kur’ân-ı Kerîm’in beş âyetinde Allah’a izâfe edilmektedir. Bunların üçünde Allah lafzının veya bu lafzın yerini tutan zamirin sıfatı durumunda iken (el-Bakara 2/255; Âl-i İmrân 3/2; Gāfir 40/65) ikisinde doğrudan doğruya lafza-i celâlin yerini tutmaktadır (Tâhâ 20/111; el-Furkān 25/58). Esmâ-i hüsnâ şârihleriyle kelâm âlimleri, hay sıfatının


zât-ı ilâhiyyeyi aşan bir alanının (taalluk) bulunmadığını söylemekteyse de hay isminin kullanıldığı üç âyette kayyûm ile birlikte yer aldığı görülmektedir (el-Bakara 2/255; Âl-i İmrân 3/2; Tâhâ 20/111). Öyle anlaşılıyor ki kayyûm, “her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden” şeklindeki mâna ve muhtevasıyla hay ismi ve sıfatını fonksiyoner hale getirmektedir.

İhyâ masdarından türeyen çeşitli fiillerin birçok hadiste Allah’a izâfe edildiği görülür. Bunların daha çok Hz. Peygamber’in hamdü senâ, şükür ve dua cümlelerinde yer alması dikkat çekicidir (bk. Wensinck, el-MuǾcem, “ĥyy” md.). Hay ismi, doksan dokuz esmâ-i hüsnâ hadislerinin ikisinde de mevcut olduğu gibi (İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 10; Tirmizî, “DaǾavât”, 82) başka hadis rivayetlerinde de geçmektedir. Hz. Peygamber’in dualarından birinin şöyle olduğu rivayet edilir: “Allahım! Beni hak yoldan saptırmandan senin izzet ve yüceliğine sığınırım. Senden başka tanrı yoktur. Sen ölmeyen bir dirisin. Cinler ve insanlar ise ölümlüdür” (Müslim, “Źikir”, 67).

İbn Cerîr et-Taberî, ilgili âyetlerin tefsirini yaparken hay ismine “başlangıcı ve sonu olmayan (ezelî ve ebedî)” mânası verdikten sonra bu isme kâinatı yönetme esasından hareketle anlam verenlerin de bulunduğunu kaydetmektedir (CâmiǾu’l-beyân, III, 4-5). Yine Taberî, hay isminin üç âyette tevhid cümlesi içinde yer aldığına bakarak Tanrı kabul edilmeye ve tapınılmaya lâyık olacak varlığın ebediyen hay olmasının gerektiği hususunu vurgulamıştır (a.e., III, 109). Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ise “ebediyen ölümlü olmayan” mânasından başka “hiçbir şeyden gafil bulunmayan, asla yanılmayan ve unutmayan” şeklinde de anlamlar vermiştir (Teǿvîlât, vr. 61b, 71a, 659a).

Âlimler ve özellikle kelâmcılar sözü edilen mânaları hay ismine nisbet etmekte birleşmişlerdir. Bunun yanında onlar bu ismin veya masdarını oluşturan hayatın sıfat sistemi içindeki yerini de tesbit etmeye çalışmışlardır. Kelâm âlimleri arasındaki bazı farklı anlatımlar bir yana hayat sıfatının statüsünü şöylece belirlemek mümkündür: Tabiatın fevkalâde bir düzene sahip bulunuşu yaratıcısının âlim ve kādir olduğunu gösterir. Âlim ve kādir sıfatlarının hay olmayan bir varlıkta bulunması aklen muhaldir. Bu açıdan bakıldığında bazı kelâmcıların da belirttiği gibi hay sıfatının mevcudiyeti zaruri olarak bilinir. Aynı düşünce çizgisinden ayrılmamak şartıyla âlim ve kādir sıfatları yerine Allah’ın fiil sahibi (faal) oluşunu esas almak da mümkündür. Buna göre, “Büyük bir sanat eseri olduğu apaçık bulunan tabiatın yaratıcısının iradî bir fâil (fâil-i muhtâr) olmaması düşünülemez, bu özellik de ancak hay olan varlık için bahis konusudur” şeklinde bir ispat yapılabilir. Kısacası hay ismi veya hayat sıfatı, bununla diğer ilâhî sıfatların mevcudiyet ve sıhhat kazandığı temel bir kavram konumundadır. Ebü’l-Bekā’nın da işaret ettiği gibi (el-Külliyyât, s. 407) sübûtî sıfatlar içinde zât-ı ilâhiyyeyi aşıp bazı şeylerle alâka kurması gerekli olmayan, başka bir deyişle nisbet ve izâfet özelliği taşımayan yegâne sıfat hayat sıfatıdır. Meselâ, “Allah bilen ve gücü yetendir” denildiğinde, “Neyi bilen ve neye gücü yeten?” gibi bir soru akla geldiği halde, “Allah haydir” denilince akıl benzer bir soru sormaya ihtiyaç duymaz.

Bütün İslâm âlimleri, Allah’ın hay oluşunun, canlılarda görüldüğü gibi türe ait organizmanın dengesini ve itidalini koruması gibi bir şarta ve ayrıca ruhun mevcudiyetine bağlı olmadığı noktasında ittifak etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de zât-ı ilâhiyyeye izâfe edilen ruh (meselâ bk. el-Hicr 15/29; el-Enbiyâ 21/91; es-Secde 32/9), Allah’ın onunla hayat kazandığı mânasına gelmeyip ruhun da Allah’ın yaratıklarından biri olduğunu gösterir (Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, s. 105). Esasen acz ve ihtiyaç ifade eden bu tür şartlar yaratıklara has olup erginliğin doruk noktasında bulunan Allah için söz konusu edilemez.

Sünnî kelâmcılarla Mu‘tezile âlimleri arasında tartışma konusu olan mâna sıfatlarının mevcudiyeti tabii olarak hayat için de bahis konusudur. Buna göre, Allah’ın hay olduğu noktasında âlimler arasında ittifak bulunmakla birlikte bu ismin kökünü oluşturan hayat şeklindeki bir kavramın (müstakil mâna) zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmesi, Ehl-i sünnet’e göre ilmî-mantıkî bir zaruretken Mu‘tezile’ye göre naslarda da yer almayan bu istidlâl sakıncalı sonuçlar doğurur (bk. AHVAL; SIFAT). İbn Sînâ ise hay isminin Allah’ın âlim ve fâil oluşuyla açıklanabileceğini kabul etmekle beraber, tevhid ilkesine ve ilim sıfatına ağırlık veren sıfat anlayışının gereği, bu ismi “dıştan bir etkileyici olmaksızın zâtını kendi mahiyetiyle bilen” şeklinde açıklamıştır (er-Risâletü’l-Ǿarşiyye, s. 27). Buna göre hay “var olan zâtın kendisinden gizli kalmaması, bir anlamda varlığının şuuruna sahip bulunması” mânasına gelir.

Allah’ın isimlerine mistik yaklaşımlar yapabilen Kuşeyrî gibi gönül adamları, O’nun hay oluşundan dünyayı ve ölümü küçümseme sonucunu çıkarmışlar ve bu duygular içinde Allah’a kavuşma özlemi hissetmişlerdir (et-Taĥbîr, s. 76).

Hay Allah’ın zâtî isimleri ve sübûtî sıfatları içinde yer alır ve tenzîhî sıfatlar gibi zât-ı ilâhiyyenin dışında hiçbir şeye taalluk etmez. Hay ismiyle “varlığının başlangıcı olmayan” mânasındaki evvel, “varlığının sonu olmayan” mânasındaki âhir, bâkī ve vâris, “fiilen var olan, mevcudiyeti ve ulûhiyyeti gerçek olan” mânasındaki hak isimleri arasında anlam yakınlığı vardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ĥyy” md.; Lisânü’l-ǾArab, “ĥyy” md.; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 406-407; Wensinck, el-MuǾcem, “ĥyy” md.; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ĥyy” md.; Müsned, III, 10; Buhârî, “Meġāzî”, 83; Müslim, “Źikir”, 67; İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 10; Tirmizî, “DaǾavât”, 82; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Bulak), III, 4-5, 109; Zeccâc, Tefsîru esmâǿillâhi’l-ĥüsnâ (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Beyrut 1395/1975, s. 56; Mâtürîdî, Teǿvîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 61b, 71a, 659a; Zeccâcî, İştiķāķu esmâǿillâh (nşr. Abdülhüseyin el-Mübârek), Beyrut 1406/1986, s. 102; Ebû Süleyman el-Hattâbî, Şeǿnü’d-duǾâǿ (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Dımaşk 1404/1984 → Dımaşk, ts. (Dârü’s-Sekāfeti’l-Arabiyye), s. 80; Bâkıllânî, et-Temhîd (McCarthy), s. 26, 28-29; İbn Fûrek, Mücerredü’l-maķālât, s. 44; Halîmî, el-Minhâc, I, 191; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî (nşr. Mahmûd M. el-Hudayrî), Kahire, ts. (Dârü’l-Mısriyye), V, 229, 230; İbn Sinâ, er-Risâletü’l-Ǿarşiyye (nşr. İbrâhim Hilâl), Kahire, ts. (Dârü’n-Nehdati’l-Arabiyye), s. 27; Bağdâdî, el-Esmâǿ ve’ś-śıfât, vr. 98b-99a, 100b; a.mlf, Uśûlü’d-dîn, Beyrut 1401/1981, s. 105-106; Kuşeyrî, et-Taĥbîr fi’t-teźkîr (nşr. İbrâhim Besyûnî), Kahire 1968, s. 76; Cüveynî, eş-Şâmil (nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr v.dğr.), İskenderiye 1969, s. 622-623; Gazzâlî, el-Maķśadü’l-esnâ (Fazluh), s. 142; a.mlf., el-İķtiśâd (nşr. İ. Agâh Çubukçu - Hüseyin Atay), Ankara 1962, s. 100-101; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Salamé), I,190-192; II,764-765; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, el-Emedü’l-aķśâ, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 499, vr. 71b-72b; Fahreddin er-Râzî, el-Meŧâlibü’l-Ǿâliye (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Beyrut 1407/1987, III, 217-218; İbnü’l Arabî, el-Fütûĥât, Kahire, ts. (Mektebetü’s-Sekāfeti’d-dîniyye), IV, 191; Teftâzânî, Şerĥu’l-Maķāśıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, IV, 138-139; Cürcânî, Şerĥu’l-Mevâķıf, İstanbul 1321, III, 66; Seffârînî, LevâmiǾu’l-envâri’l-behiyye, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmî), I, 131-132; Muhammed Abduh, Risâletü’t-tevĥid (nşr. Reşîd Rızâ), Kahire 1379/1960, s. 34-35; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, II, 104-105.

Bekir Topaloğlu