HATTAT

(الخطّاط)

Arap harflerinden doğan İslâm yazısını sanat gayesiyle yazan ve öğreten kişi.

Sözlükte “yazı yazmak, işaret koymak” gibi mânalara gelen hat masdarından türetilmiş mübalağalı ism-i fâil olan hattât kelimesi sülüs, nesih ve nesta‘lik gibi İslâm yazılarını güzel yazan ve öğreten sanatkâr demektir. Kelimenin ilk defa hangi tarihte kullanıldığı hususunda kesin bilgi yoktur. Mahmut Bedrettin Yazır kaynak göstermeden güzel yazmayı meslek edinenlere eskiden kettâb denildiğini, hattat tabirinin Yâkūt el-Müsta‘sımî’den itibaren başladığını söyler (Kalem Güzeli, I, 26). Nihad Çetin ise kelimenin muhtemelen VI. (XII.) yüzyılda kullanılmaya başlandığı, önceleri “okuma yazma öğreten” anlamında kullanılan hattatın zaman içinde “hüsn-i hattı icra eden sanatkâr” mânasını kazandığı görüşündedir (İslâm Kültür Mirasında Hat San’atı, s. 29). Nitekim Yâkūt el-Hamevî, MuǾcemü’l-üdebâǿ adlı eserinde Ömer b. Hüseyin’in (ö. 552/1157) “Hattât” lakabı ile tanındığını kaydetmektedir (XVI, 60, 90). Ancak Müstakimzâde, IV. (X.) yüzyılda yaşamış olan Nizâmî-i Tebrîzî’nin “hattât-ı azîzân” unvanıyla anıldığını, kaynaklarda en eski tarihli olarak bunu tesbit ettiğini belirtmektedir (Tuhfe, s. 309).

Arap hattını yazanlara verilen en eski isim kâtiptir. Asr-ı saâdet’te Hz. Peygamber tarafından dinî, siyasî, idarî, askerî ihtiyaç ve zaruretlere bağlı olarak vahiy kâtipliği, sır kâtipliği, mektup ve iktâ kâtipliği, ahidnâme ve sulh kâtipliği görevleri ihdas edilmişti. Bu dönemde sanat endişesi gözetmeden günlük yazışmaları yapan kişilere verilen bu unvanın daha sonra hat sanatını icra edenler için de kullanıldığı görülmektedir. Emevîler’in son, Abbâsîler’in ilk yıllarında sanatkâr hüviyetleriyle kâtip unvanı alanlar arasında Dahhâk b. Aclân el-Kâtib, İshak b. Hammâd el-Kâtib, câriye Senâ‘ el-Kâtibe gibi isimler zikredilebilir.

Kâtip kelimesi, “kâtib-i sultânî” ifadesinde görüldüğü gibi Osmanlı saray hattatlarının resmî unvanı olmuştur. Abdullah Kırîmî “Kâtib-i Tatar” (Âlî Mustafa, s. 8), Şeyh Hamdullah’ın hocası Hayreddin Mar‘aşî “Kâtib Hayreddin” diye şöhret bulmuştu (a.g.e., s. 26), II. Bayezid devrine (1481-1512) ait bir in‘âmât defterinde Şeyh Hamdullah da kâtip diye anılmıştır (Serin, s. 33). Bu sebeple Şeyh Hamdullah eserlerine “Kâtibü’s-sultânî” diye imza koymuştur (bk. TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 71). Hattat Ömer (ö. 1130/1718), İsmâil Zühdü (ö. 1221/1806) ve Abdülkadir Şükrü (ö. 1221/1806) efendiler de “kâtib-i sarây-ı sultânî” unvanını alan hattatlar arasında zikredilebilir.

Nefeszâde İbrâhim Efendi’nin Gülzâr-ı Savâb’ın birinci kısmına “Tabakāt-ı Küttâb”, Suyolcuzâde Mehmed Necib Efendi’nin eserine Devhatü’l-Küttâb adını vermeleri Osmanlılar’da hattata kâtip de denildiğinin delili olarak kabul edilebilir.

Kâtip kelimesi böyle bir mâna kazanmakla beraber hattı sanat gayesiyle meslek edinenlere verilen ilk unvan muharrirdir; güzel yazı yazmaya da tahrir denilmiştir. Bu unvanı ilk defa kullananın Kutbe el-Muharrir (ö. 154/771) olduğu bilinmektedir. Osmanlılar devrinde bir hüsn-i hat risâlesi kaleme alan Taczâde Mehmed (ö. 996/1588), eski hat üstatlarından bahsederken “yazar” kelimesini kullanmakla muharririn Türkçe’deki karşılığını vermiş olmalıdır.

II. (VIII.) yüzyılda, bilinen ilk müntesibi Mâlik b. Dînâr (ö. 131/748) olan, verrâk adıyla anılan bir meslek zümresi ortaya çıkmıştır. Verrâkların asıl işi, o sıralarda şekillenmesini henüz tamamlamaya çalışan kıraat ve imlâ kaidelerine uygun, hatasız okunabilen mushafları, daha sonraları ise çeşitli konularda telif edilmiş eserleri ücreti karşılığında istinsah etmekti. Bununla beraber aralarında güzel yazma gayretinde bulunanlar da vardı. Abbâsîler devrinde Bağdat’ta gelişen kültür faaliyetlerine bağlı olarak sayıları çoğalan verrâklar, kitap istinsah etmelerinin yanı sıra dükkânlarında hat malzemesi de satmaktaydılar. Bilhassa “mensûb hat” devri idrak edildikten sonra verrâklar arasından hattın sanat olarak meydana çıkışına zemin hazırlayan şahsiyetler de yetişmiştir. İbnü’l-Bevvâb’ın hocası olan Muhammed b. Esed (ö. 410/1019) bunların en önde gelenidir.

VI. (XII.) yüzyıldan itibaren kâtip, muharrir ve verrâk kelimelerinin yerine geçen hattat kelimesi Osmanlılar’da da revaç bulmuş, Taczâde Mehmed’in hattat anlamında kullandığı yazar kelimesi tutulmamıştır. İran sahasında ise hoşnüvis (güzel yazan) kelimesi benimsenmiştir. Hat ve hattatlardan bahseden Osmanlı kaynaklarında fazla yaygın olmamakla beraber hattat mânasında hoşnüvis, yazı hususiyetlerine göre de nesta‘lik yazana “ta‘liknüvis”, celî sanatkârına “celînüvis” (İran’da “gündenüvis”), divanî hattatına “çepnüvis” denildiği de görülmektedir (Müstakimzâde, s. 753; Âlî Mustafa, s. 5; Mehmed Necib Suyolcuzâde, s. 128).

Hat sanatının öğretim ve eğitimi bu sanata lâyık olduğu ilgiyi gösteren İslâm ülkelerinde köklü bir disiplin içinde yürütülmüş, oluşan hat mektepleri (ekol) geleneğe bağlı kalarak tekâmülünü sürdürmüştür. Hat öğretim ve eğitimi konusunda


XV. yüzyıldan öncesine ait bilgiler oldukça kısıtlıysa da bu yüzyılın sonlarından itibaren hat sanatının merkezi haline gelmiş olan İstanbul’daki uygulamalar bu konuda yeterli fikir verecek seviyededir.

Osmanlı sıbyan mekteplerinde çocuklara Kur’ân-ı Kerîm kıraatinin yanı sıra hüsn-i hat da öğretilirdi. Kıraati ve hattı öğreten hoca aynı şahıs olabileceği gibi bazı mekteplerde hat öğretimi için ayrı bir hoca belirli günlerde mektebe gelerek çocuklara çalışmaları için örnek bir satır verirdi. Talebeye verilen bu örnek satıra “meşk” denildiği için yazı öğrenimi yerine “meşk almak”, öğretimi yerine de “meşk etmek” veya “meşk vermek” tabirleri kullanılmıştır. Hemen hepsi vakfedilmiş olan bu mekteplerin kadrosunda bir hat muallimi bulunmuyorsa bazı hayır severlerin bu vasfı taşıyan hocaları ücretini ödeyerek vazifelendirdikleri de görülmüştür. Zamanımıza intikal eden meşklerine bakarak sıbyan mektebinde çalışan hat muallimlerinin birçoğunun orta derecede hattat olduğu bile söylenemez. Ancak bu mekteplerde verilen hat eğitiminin gayesi hattat yetiştirmek değil eli yazıya, dolayısıyla bir dereceye kadar ölçülü olmaya alıştırmaktır. Bununla beraber sıbyan mektebinde almaya başladığı hat dersini kabiliyetiyle ileriye götüren üstatlar da görülmüştür. Meselâ XX. yüzyılın en büyük isimlerinden Sâmi Efendi (ö. 1912) hüsn-i hatta, sıbyan mektebindeki hocası Boşnak Osman Efendi’nin yazdığı sülüs-nesih meşkleriyle intisap etmiştir. Hattâ, sanatında yüceldiği yıllarda sülüs-nesih hattını kimden öğrendiğini kendisine soranlara, asla küçümsememeleri ve bir Fâtiha ile anmaları şartıyla hocasının adını söylediği, yazdığı meşkleri de çıkarıp gösterdiği bilinmektedir.

Sanat gayesiyle yazılan hattın öğrenimine gençlik çağlarında başlamak âdeti yaygınsa da Şeyh Hamdullah’ın talebelerinden Receb Revânî Çelebi (ö. 958/1551) örneğinde olduğu gibi elli yaşından sonra bile hat öğrenmeye başlayıp üstün başarı gösterenlere de rastlanmaktadır. Hattatın meşrû bir mazereti olmadıkça öğretmekten kaçınması alışılmış bir davranış değildir. Ancak bazı üstatların birtakım kayıtlar getirdikleri de vâkidir. Meselâ sülüs-nesih üslûbu hâlâ aşılamayan Mehmed Şevki Efendi’nin (ö. 1304/1887) meşk yazmaktaki titizliğinden dolayı sadece on talebeye ders gösterdiği ve ancak icâzet vererek mezun ettiklerinin yerine yeni talebe aldığı, buna mukabil ta‘lik hattının unutulmaz ismi Yesârî Mehmed Esad Efendi’den (ö. 1213/1798) ders alanların aşırı derecede fazla olduğu, hatta meşhur kâğıtçı Kadri Usta’nın onun evinin önünde oturup gelenlere âharlı meşk kâğıdı satarak geçimini sağladığı bilinmektedir. Meşke devam edenlerin çoğu medrese talebesi olduğundan Yesârî’nin bu tarzdaki meşkleri hakkında “softa meşki” tabiri yaygındır.

Hat üstatları Enderûn-ı Hümâyun, Dîvân-ı Hümâyun, Galata Sarayı, Muzıka-i Hümâyun gibi resmî veya medrese, mektep gibi vakfedilmiş bir öğretim kurumunda hat eğitim ve öğretimi yaptıkları gibi, evlerinde de haftanın bir veya iki gününde yazı meşkeder, bunun karşılığında hiçbir maddî çıkar beklemez, hatta hediye bile kabul etmezlerdi. Sanatın zekâtı kabul edilerek yüzyıllardır yürütülen bu gelenek son zamanlara kadar korunabilmiştir. Ancak bir mektepte hat öğretenlere günlük veya aylık bir ücret ödenirdi. Meselâ Şeyh Hamdullah’ın (ö. 926/1520) 30, Ahmed Karahisârî’nin (ö. 963/1556) 15-16 akçe yevmiye aldıkları Menâkıb-ı Hünerverân’da belirtilmektedir. Aynı şekilde bazı külliyelerde “meşkhâne” yahut “yazı odası” olarak anılan ve hat meşkine tahsis edilmiş bulunan hücreye haftanın muayyen gün veya günleri gelen hat üstatlarına da vakfiye gereği bir ücret tahsis edilmiştir. Misal olarak Nuruosmaniye Medresesi’ndeki yazı odasında Abdullah Zühdü ve daha sonra Filibeli Hacı Ârif efendilerin, Çarşıkapı’daki 1957’de yıktırılmış olan Kemankeş Mustafa Paşa Medresesi’nde Sâmi Efendi’nin yıllarca hat muallimliğini sürdürdükleri ve birçok hattat yetiştirdikleri zikredilebilir. 1914 yılında hüsn-i hattın ihyası için açılan Medresetü’l-hattâtîn’in muallim maaşlarının da vakfiyelerde esasen mevcut olduğu halde fiilen harcanamayan hat muallimi ücretlerinin birleştirilmesiyle toparlandığı bilinmektedir.

Hat öğretiminde üçüncü bir yol da varlıklı kimselerin çocukları ve aile efradı için bir hat muallimini haftanın belirli günlerinde konaklarına davet etmeleriydi. Böyle meşklerde de hocanın kararlaştırılan ücreti alması tabii sayılırdı.

Hat sanatı talebeye “müfredat meşki” ve “mürekkebat meşki” adı verilen iki merhalede öğretilir. Müfredat meşkinde harflerden önceki satıra sülüs-nesih meşklerine mahsus olmak üzere, “Rabbi yessir velâ tüassir rabbi temmim bi’l-hayr”


duası her iki hat neviyle de yazılır. Meşkedilecek yazı cinsine göre elifbâdaki harfler önce teker teker satır halinde sıralanarak öğretilir: Elif, be, cîm, dâl, râ, sîn...; “hurûf-ı mukattaa” denilen bu temel harflerde nokta farkıyla değişik ses veren harf şekillerinden sadece biri gösterilir. Meselâ cîm öğrenildikten sonra çe, hâ veya hı gibi ses farkını konulan noktalarla kazanan harfler eğer şekil itibariyle farklılık gösteriyorsa bu da meşkte yerini alır. Yine bunun gibi sîn harfi dişli olarak tarif edilmişken bunun keşîdeli şeklinin üstüne üç nokta konularak şîn harfi de öğretilmiş olur. Ancak sîn harfinin mutlaka dişli yazılması gerekmez, keşîdeli olarak da yazılabilir. Daha sonraki safhada iki harfin bitişmesi öğretilir. Bunda da bir başka harfin önüne geldiklerinde birbirinin benzeri şekle giren harflerden (meselâ be-pe, te-se, nun-ye; cim-çe, ha-hı; sin-şın; sad-dad; tı-zı; ayn-gayn; fe-kaf gibi) elifbâda ilk geleninin meşkedilmesi yeterli bulunmuştur. Yani harflerin öğretiminde ses değil şekil farklılıkları ön plandadır. Müfredat meşkini bitirdiğinde talebenin hat sanatına kabiliyetinin bulunup bulunmadığı hoca tarafından anlaşılacak hale gelmiş olur. Talebenin hattatlığa ilgisini ölçmek için bazı hocaların öğretimin bu ilk safhasında onlara dersi gününde yapmamak, kasten bekletmek gibi birtakım zorluklar çıkardıkları da vâkidir. Hat sanatına gönülden bağlı olanların şevkini daha da arttırmak, sönük heveslilerin kendiliğinden tasfiyesini sağlamak bu gibi tedbirlerle mümkün olabilmiş, böylece bu sanatın ehil sayılabilecek kişilere emanet edilmesi sağlanmıştır. Meşkin ikinci safhası mürekkebatla başlar. Bu safhada tertip ve terkip (kompozisyon) kabiliyetini geliştiren çalışmalar yapılır. Bunun için de kelimelerden oluşan mısra veya cümle şeklinde satırlar, meselâ sülüs-nesihte Arapça uzun bir kaside (Kasîdetü’l-bür’e, Elif Kasidesi, Kasîdetü’l-bürde...), ta‘likte Molla Câmî’nin on dokuz beyitlik “Besmele Kasidesi” veya Hâkānî Mehmed Bey’in Hilye-i Hâkānî’sinden seçme beyitler yazılmaya başlanır; daha sonra âyet ve hadisler, dualar, ebced hurufatı, hat hakkındaki birkaç kelâmıkibâr meşkedilir. Yetenekli bir talebenin her hafta hocaya düzenli olarak devam etmesi şartıyla, üç beş yılda bütün bu merhalelerin geçilebilmesi mümkündür. Sadece rik‘a hattı daha kısa zamanda öğrenilebilir.

Meşk örneklerinin zamanımıza yaklaştıkça belirli bir sayfa düzenine girdiği, dolayısıyla daha da güzelleştiği görülmektedir. Hat dersi ekseriya haftada bir olmak üzere belirli bir günde tek satır halinde verildiğinden hoca da meşkini bu esasa göre yazar. Sülüs ve nesih öğrenimi beraberce yürütüldüğü için her ikisinden ayrı ayrı birer satır yazılması gerekir. Buna göre muntazam çalışan bir talebe için meşkin her hafta yenilenmesi olağandır, ancak üstadına beğendiremezse bu süre uzar. Çok defa hocaların kendi meşk satırlarının sonuna koydukları tarihten bu durumu takip etmek mümkündür. Bazan tamamı bir kerede yazılmış bulunan meşkler de görülür ki bunlar daha özenle hazırlanmış örneklerdir. Meşkin her satırının altına Arapça “sa‘y” (çalışma) kelimesini oluşturan sîn, ayn, yâ harflerinin bitişik halde üslûplaştırılmasıyla sülüs ve nesihte ince, ta‘likte kalın olarak çekilen bir işaret konulur. Hocanın öğrencisine “çalış!” ihtarı sayılan ve en az üç asırdan bu yana kullanıldığı tesbit edilen bu işaretler her hattata göre farklı bir karakter taşır. O kadar ki bazı meşhur hattatların meşkleri imzasız oldukları halde bu şekiller sayesinde tanınabilir.

Hoca, verilen meşke bakarak onu aynen taklide çalışan talebenin yazısını beğenmediyse o satırın hemen altına beğenmediği harf veya kelimeyi kaidesine uygun bir şekilde yazar; noktalarla da ölçülerini belirtir. Buna “harf çıkartmak” veya “çıkartma” denir. Talebe, bu harfleri çalışıp yine satır halinde bütünüyle yazarak bir sonraki derste getirir. Üstadı bir kusur görürse tekrar aşağıya çıkartma yapar, çok takdir ettiği kısımların etrafını da kalemle çizer. Buna da “kaftanlamak” veya “kaftan giydirmek” denir. Eğer satırı bütünüyle beğendiyse kendi


meşklerinin altına koyduğu “sa‘y” işaretini, “Hocan kadar yazmışsın” demek ister gibi talebesinin yazdığı satırın altına koyar, yahut doğrudan doğruya “âferin” yazarak takdirlerini belirtir ve yeni bir meşk verir.

Meşklerde sülüs ve nesih yazıları bazan ayrı, ekseriya beraber olarak aynı hoca tarafından gösterilir. Bu iki yazıdan birine talebenin istidadına göre daha önce, diğerine bir süre sonra geçildiği de olur. Beraber öğretildiğinde sülüs ve nesih birer satır yazılmak üzere iki satır meşk verilir, ertesi ders yine iki satır eklenince kıta tamamlanmış olur.

Hat sanatında yazının sadece kâğıdın bir yüzüne yazıldığı sayfalara “kıta” denir. Asıl adı rikā‘ olan hatt-ı icâze bu arada ayrıca meşkedilerek öğrenilir. Aklâm-ı sittenin diğer cinsleri olan muhakkak, reyhânî ve tevkī‘ yazıları terkedilmiş olduğundan öğretilmesi hususundaki bilgiler azdır. Ta‘lik, yatay biçimli dörder satırlık meşk kıtalarında yalnız başına yazılır; bunun hocası da çoğu zaman ayrıdır. Tuğra, divanî ve celî-divanînin dışarıda pek kullanım alanı bulunmadığından yalnız Dîvân-ı Hümâyun’da öğretilmiştir. Rik‘a ise sanat yazısı mahiyetinde değildir, el yazısı olarak mekteplerde ve resmî dairelerde öğretilir. Beyazıt’taki askerî kâtiplerin yetiştirildiği Menşe-i Küttâb-ı Askerî, Bâbıâli rik‘asının Dîvân-ı Hümâyun’daki kadar mükemmel şekliyle öğretildiği bir kuruluştu.

Talebe yazının müfredat kısmını bitirince hoca son meşkin altına sülüs-nesihte “Temmeti’l-hurûf bi-avnillâhi meliki’r-raûf” (Allah’ın yardımıyla harfler tamamlandı) ibaresini, ta‘likte ise, “Çün halâsî zi-müfredât âmed / Vakt-i meşk-i mürekkebât âmed” (Müfredattan kurtulunca mürekkebat meşkinin vakti geldi) beytini ilk mürekkebât meşki mahiyetinde yazar. Daha önce ayrıntıları anlatılan mürekkebatın sonlarına yaklaşıldığında artık aldığı her meşki bir öncekinden gelişmiş olarak yazabilecek seviyeye ulaşan hattat adayına üstadının icâzet verme zamanı gelirdi. Bu, genç hattatın müstakil olarak yazdığı yazıların altına imza koyabileceğine dair bir izin vesikasıdır. Yazıya imza koyma yetkisini almaya “icâzet almak”, bu husustaki yazılı vesikaya da “icâzetnâme” denir. Yazıların altına imza konurken “ketebehû” (bunu yazdı) kullanıldığı için icâzetin bir adı da “ketebe kıtası”dır.

Talebe icâzet almak için hocası tarafından seçilen eski üstatlarından birinin “yazısına taklit ederek” yazar (bk. HAT). Taklit edilecek bu yazı ekseriya kıta denilen biçimde olur. Kur’ân-ı Kerîm’in bir cüzünü veya tamamını yazarak nesih yazısından icâzet alanlar bulunduğu gibi sülüs-nesih icâzetnâmesi almak için hilye-i saâdet yazanlar da çoktur.

Takliden yazılıp da hoca tarafından beğenilen bu kıtanın altına, sülüs-nesih icâzetnâmelerinde, sonradan icâzetlerde kullanılması âdet olduğu için “hatt-ı icâze” adını alan rikā‘ hattı ile, ta‘lik icâzetnâmelerinde ise hurde ta‘lik ile bir izinnâme yazılır. Bu ibarenin Arapça olması gelenek halini almakla birlikte ender olarak Türkçe yazılanları da vardır. Kebecizâde Mehmed Vasfi Efendi’nin (ö. 1247/1831) tesbit edilen birkaç icâzetnâmesi Türkçe yazmayı tercih ettiğini göstermektedir.

Hattın ve onu tamamlayan diğer kitap sanatlarının öğretimi için kurulan Medresetü’l-hattâtîn mezunlarına verilen resmî icâzetnâmeler, öğrenci hangi nevi hattı öğrenirse öğrensin daima divanî hattı ile yazılmış, altına da hocanın mührü basılmıştır.

İzin cümlesinin, bazı farklılık ve ilâvelerle hemen her zaman kullanılan esası şöyle tercüme edilebilir: “Bu latif kıtayı yazana (talebenin adı), yazılarının altına ketebesini koyması için icâzet verdim. Allah ömrünü ve mârifetini çoğaltsın. Ben onun muallimiyim (hocanın adı), tarih”.

Hattat unvanını almaya hak kazanan talebe için bir icâzet cemiyeti tertip edilir, hattatların bir kısmı hâfızlığa da çalıştığı için zaman uygunsa bu merâsim hıfz cemiyetiyle birleştirilirdi. Ekseriya bir camide yapılan bu merasimde yeni hattatın tezhiplenmiş yazısı asıl hocanın yanı sıra diğer hat üstatlarından oluşan ve orada hazır bulunan bir “hat jürisi”ne arzedilir, bu hattatlardan birkaçı, kendilerine ayrılan yere bu icâzeti tasdik ve yeni meslektaşlarını tebrik ettiklerini yine Arapça olarak yazarlar. Buna “icâzet tasdiki” denir. İcâzetnâmede hoca kendisini çok defa “ene muallimuhû” (ben onun muallimi) diye belirterek jürideki diğer hattatlardan ayırt edilmesini sağlardı. Aynı kıta üstünde otuz kırk hattatın tasdiki bulunan ve Edirne’ye mahsus olduğu için “edirnekârî” denilen icâzetnâmeler de vardır.

İcâzet alan şahsa, önceden kararlaştırılan bir mahlasın merasim sırasında verilmesi ve bunun da izin cümlesinde yer alması usuldendi. İsmâil Zühdü,


Mustafa Râkım, Mustafa İzzet, İsmâil Hakkı, Mehmed Hulûsi gibi meşhur hattatların ikinci isimleri kendileri için uygun görülen mahlaslardır.

Osmanlı kaynaklarına göre ilk defa Zeynüddin Abdurrahman İbnü’s-Sâiğ (ö. 845/1442) tarafından konulan bu icâzetnâme geleneği asırlarca titizlikle korunmuş, herhangi bir sebeple vaktinde icâzet alamamış büyük hattatlar bile ilerlemiş yaşlarında olsun bu kaideyi bozmamışlardır. Eğrikapılı Mehmed Râsim (ö. 1169/1756) ve Hekimbaşı Kâtibzâde Mehmed Refî (ö. 1182/1768) efendilerin ileri yaşlarında birbirlerine sülüs-nesih ve ta‘likten karşılıklı icâzet vermeleri, Hacı Mehmed Nazif (ö. 1331/1913) gibi bir üstadın altmış yaşında iken Sâmi Efendi’den ta‘lik icâzeti alması bu hususta hatırlanacak misallerdendir.

Devhatü’l-küttâb, Tuhfe-i Hattâtîn gibi hat kaynaklarında çoğunlukla bir yemek ziyafetiyle biten icâzet cemiyetlerine dair bazı hoş hadiseler tafsilâtıyla yer almıştır. Ketebe alacak olan talebe önde gelen bir Osmanlı ailesine mensupsa icâzet cemiyeti ikamet ettikleri konakta, yahut mevsim uygunsa Kâğıthane’de tantanalı bir şekilde icra edilirdi. İcâzetnâme usulünün son iki yüzyılda bazan kötüye kullanıldığı, düşük vasıfta yazı yazanlara hatır için icâzet verildiği, zamanımıza kadar gelen bazı örneklerden anlaşılmaktadır. Yine geçen yüzyılda eski bir hat numunesinin takliden yazılması yerine herhangi bir kıta yazarak icâzet alma usulünün uygulandığı da görülmüştür.

Yeni hattat fırsat buldukça hocasına devam ederek eksik kalan bilgilerini tamamlar, gerektiğinde yazılarını tashih ettirir, bu arada öğrenilen hat cinsinin celîsini meşketmeye başlardı. Hat sanatında en son merhale olan celî için ayrıca icâzet verme usulden değilse de bunun da bazı istisnaları görülmüştür. Hat sanatkârları arasında Mahmud Celâleddin Efendi (ö. 1245/1829) gibi bir hocadan ders görmeden eski üstatların yazılarına bakarak yetişen üstün kabiliyetlere de rastlanmaktadır.

Hattatların, “Hoca ile talebeyi ölüm ayırır” düsturuna sıkıca bağlı oldukları görülmektedir. Üstadı yaşlandığında meşk günleri ona yardımcı olmayı şerefli bir vazife sayan hattatlar az değildir. Bir hattat sanatını ne kadar ileriye götürse, hattâ hocasından daha üstün bir seviyeye ulaşsa bile onun yanında tevazu ve hürmetle hareket eder, bu duygudan uzak olanların sanatında ilerleyemeden silineceklerine inanılırdı.

Osmanlılar’da matbaacılığın yayılışından önce kitapları çoğaltan yazıcılara “nâsih” veya “nessâh” denilirdi. Bunların hüsn-i hatta riayet gibi bir kayıtlarının olmadığı, sadece sipariş edilen eseri istinsah ettikleri, icâzetnâmesi bulunmayanların teamül gereği imza da koymadıkları görülmektedir. Matbaanın Osmanlı ülkesine girmesine karşı tepkilerini bir meslek ve menfaat dayanışması şeklinde ortaya koymaları yüzünden haksızca itham edilen bu zümrenin, kitap baskısının çok güçlüklerle yapılabildiği XV-XVI. yüzyıllarda matbaalardan daha süratle kitap çoğalttığı da bir gerçektir. Sanat kaygısı taşımayan bu yazıcıların çoğalttığı eserlerde rastlanan imlâ hatalarını, hattı sanat gayesiyle meslek edinmiş hattatlara da yansıtmak büyük bir haksızlıktır. Hattatların hepsinin cahil olduğuna dair tekrarlanan aslı Arapça söz birçok âlim, münşî ve şairin aynı zamanda hattat olduğunun belgelenmesiyle çürütülmüştür.

Her hattatın meslek hayatı önceleri hocasının yolunda devam eder. Ufak tefek üslûp farklarıyla kendi sanat güçlerini ortaya koyan hattatlar olduğu gibi hocasından ayırt edilemeyecek şekilde yazanlar da vardır. Ancak üstün yetenekli olanlar farklı bir üslûp yaratır ve yeni üslûp mekteplerinin doğuşunu temin ederler. Aklâm-ı sittedeki üslûp mektepleri şöyle sıralanabilir: Yâkūt el-Müsta‘sımî mektebi (XIII. yüzyıl), Şeyh Hamdullah mektebi (XV-XVI. yüzyıl), Ahmed Karahisârî mektebi (XVI. yüzyıl), Hâfız Osman mektebi (XVII. yüzyıl), İsmâil Zühdü mektebi (XVIII. yüzyıl), Mustafa Râkım mektebi, Mahmud Celâleddin mektebi, Kazasker Mustafa İzzet mektebi, Mehmed Şevki mektebi (XIX. yüzyıl).

Bunlar arasında Ahmed Karahisârî ve Mahmud Celâleddin mektepleri gibi diğerleri karşısında tutunamadığı için sona erenler de vardır. Üslûp mektepleri cihetinden en parlak devir XIX. yüzyıldır. Bu üstatların yetiştirdiği emsalsiz hattatlarla her mektep çeşitli şubelere ayrılmıştır.


Meselâ Kazasker Mustafa İzzet Efendi mektebinin Mehmed Şefik Bey, Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey, Hasan Rızâ Efendi gibi şubeleri vardır. Mehmed Şevki Efendi ve Kazasker Mustafa İzzet Efendi mektepleri zamanımızda da sürdürülmektedir. Celî sülüste ise Mustafa Râkım mektebi bütün üslûpları silerek Sâmi Efendi ile en ileri seviyeye ulaşmıştır.

İran nesta‘likinin İstanbul’a intikalinden sonra Osmanlılar arasında önceleri İmâd el-Hasenî mektebi hâkim iken Yesârî Mehmed Esad mektebi ile Türk ta‘liki doğmuş, oğlu Yesârîzâde Mustafa İzzet mektebi ile gelişerek Sâmi Efendi’de zirve noktasını bulmuştur.

Eski hat uzmanları hattatların eser verdikleri devreleri “evâil” (başlangıç devri), “evâsıt” (orta devir), “evâhir” (son devir) şeklinde üçe ayırmışlar, bu üç devreden her birini de aynı adlarla tekrar üçe bölmüşler ve böylece bir hattatın sanat hayatını dokuz devreye ayırmışlardır.

Hattatlar arasında kıdemi ve dirayetiyle ön sırayı alana verilen “reîsü’l-hattâtîn” unvanının, eldeki belgelere göre sadece Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey (ö. 1317/1899) ile Hacı Kâmil Akdik’e (ö. 1360/1941) resmen verildiği ve bu unvanın 500 kuruşluk tahsisatı olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte tarihte bazı hattatlar için bu unvanın itibarî olarak kullanıldığı da görülür. Yaşayan hattatların en yaşlısına bir saygı nişanesi olarak verilen “şeyhü’l-hattâtîn” unvanının ise resmî bir yanı yoktur.

Hattatlar tevazu göstererek imza koymadan birçok eser bırakmışlardır. Bu eserlerin üslûplarına ve şivelerine bakarak hattatını tanımak büyük bir hünerdir. Hat uzmanlarının kime ait olduğunu tasdik ettikleri eserler de imzalılar kadar makbul tutulur. Bu konunun en muteber isimleri olarak sahaf Bartınlı Rıdvan Efendi (ö. 1150/1737), Çarşambalı Hacı Ârif Bey, Necmeddin Okyay ve Macit Ayral ilk hatıra gelenlerdir.

Hattın metni Türk, Arap ve Fars dillerinden hangisiyle olursa olsun imza ibaresinin Arapça olması kökleşmiş bir gelenektir. Hepsi de “bunu yazdı” mânasına gelen “ketebehû, nemekahû, harrerehû, sevvedehû, rakamehû” ibarelerinden biriyle başlayan imzada hattat “fakîr, hakîr, müznib” gibi mütevazi vasıflarla kendisinin, babasının ve ekseriya bir şükran vesilesi olmak üzere hocasının adını, hatta yazı şeceresini sıralar. Sonunda annesi de dahil hepsinin günahlarının affını diler. Meşk ve karalama olarak yazılan yazıların imzası ekseriya “meşekahû” (bunu meşk etti), taklit veya nakledilmiş hat örneklerinde ise “kalledehû” (bunu taklit etti) yahut “nakalehû” (bunu nakletti) ile başlar. Bazı yazılarda bu ibareleri kullanmadan hattatın doğrudan doğruya adını yazdığı da görülmektedir.

Hat genellikle kendi türündeki hatla imzalanır. Hattatlar imza mânasına “ketebe” kelimesinin kullanılmasını tercih etmişlerdir. Ta‘lik kıta ve levhalara, bu yazıdan daha ince kalemle yazılan hurde ta‘lik ile ketebe konması daha uygundur. Sülüs ve nesih yazılarının imzaları, icâzet yazısı adıyla da tanınan rik‘a ile de yazılabilir. Önceleri celî sülüs ve tuğra ketebeleri de satır halinde tevkī‘ hattı ile yazılırken, tuğra ve celî sülüste çığır açan Mustafa Râkım Efendi, tahminen 1225 (1810) yılından itibaren bu nevi eserler için sülüs ve tevkī‘ karışımı üslûplaştırılmış bir imza icat etmiştir. Üst ve alttan uzantıları olan ve nokta kullanılmayan bu istifte “ketebehû Râkım” yazılıdır. Râkım’dan sonra yetişen celînüvisler ve tuğrakeşler de bu imza şeklini benimsemişler ve nâdir olarak nokta kullanmışlardır. Yine Râkım Efendi’nin, talebesi Sultan II. Mahmud için tertip ettiği girift imza modeli de daha sonra yetişen hattatların ketebelerine ilham kaynağı olmuştur.

Aklâm-ı sitte hattatlarının, kimin kimden hat sanatını öğrendiğini sıralamalarıyla ortaya çıkan ve hat sanatının pîri sayılan Hz. Ali’ye kadar uzanan şecereleri vardır. Bir iftihar vesilesi olan bu şecerelere “hattat silsilenâmesi” de denir. Aynı şekilde ta‘lik hattatlarının da şeceresi tertiplenmiş, ancak diğer hat çeşitleri için böyle bir sıralama yapılmamıştır.

Kaynaklarda 3000’e yakın hattatın biyografisi bulunmaktadır. Adları verdikleri eserlerden tesbit edilebilen hattatlar da bu sayıya eklenebilir. Kaynaklarda hat sanatkârı olarak zikredilen en eski sima, Emevîler devrinde şöhret kazanmış olan Hâlid b. Ebü’l-Heyyâc’dır. Aklâm-ı sittenin doğuşu, gelişmesi ve üslûp kazanmasında önemli rol oynayan bazı hattatlar şöyle sıralanabilir: Mâlik b. Dînâr (ö. 131/748), Kutbe el-Muharrir, Dahhâk b. Aclân, İshak b. Hammâd el-Kâtib, İbrâhim es-Siczî (III./IX. asır), Ahvel el-Muharrir, Abbas b. Ahmed b. Tolun’un kâtiplerinden Tabtâb el-Muharrir, Ebû Ali İbn Mukle’nin kardeşi Ebû Abdullah Hasan (ö. 338/949), Ebû Abdullah Muhammed b. Esed el-Kâtib (ö. 410/1019), Muhammed İbnü’s-Simsimânî, İbnü’l-Bevvâb, Emînüddin Yâkūt el-Mevsılî (ö. 618/1221), Yâkūt el-Müsta‘sımî ve talebeleri, Abdullah Ergun (ö. 744/1343), Şeyh Ahmed-i Sühreverdî, Mübârek es-Süyûfî, Mübârek Şah b. Kutub, Abdullah-ı Sayrafî, Nasrullah et-Tabîb, Şemseddin Baysungurî (ö. 850/1446), Yahyâ Sûfî, Ali Sûfî, Şeyh Hamdullah (ö. 926/1520), Mustafa Dede, Şükrullah Halîfe, Ahmed Karahisârî, Abdullah Kırîmî, Hasan Çelebi (ö. 1002/1594’ten sonra), Derviş Ali, Eyyûbî Mustafa b. Ömer, Hâfız Osman (ö. 1110/1698), Yedikuleli Abdullah Efendi, Şekercizâde Seyyid Mehmed Efendi, Eğrikapılı Mehmed Râsim, İsmâil Zühdü (ö. 1221/1806), Mustafa Râkım Efendi, Mahmud Celâleddin Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Abdullah Zühdü Efendi, Mehmed Şefik Bey, Mehmed Şevki Efendi, Çarşambalı Ârif Bey, Filibeli Ârif Efendi (ö. 1909), Sâmi Efendi, Nazif Bey, Hasan Rızâ Efendi, Ömer Vasfi Efendi, Şeyh Mehmed Aziz Efendi, Hacı Ahmed Kâmil Akdik


(ö. 1941), Emin Yazıcı, İsmail Hakkı Altunbezer, Mustafa Halim Özyazıcı, Hamit Aytaç (ö. 1982).

Nesta‘lik (Osmanlılar’da ta‘lik) yazısının doğuşu, gelişmesi ve üslûp kazanmasında önemli rol oynayan bazı hattatlar da şunlardır: Mîr Ali Tebrîzî (ö. 850/1446), Sultan Ali Meşhedî (ö. 926/1520), Mîr Ali Herevî, Şah Mahmûd Nîşâbûrî, Mîr İmâd el-Hasenî (ö. 1024/1615), Derviş Abdî-i Mevlevî, Durmuşzâde Ahmed Efendi (ö. 1129/1717), Kâtibzâde Mehmed Refî, Şeyhülislâm Veliyyüddin Efendi, Yesârî Mehmed Esad, Yesârîzâde Mustafa İzzet (ö. 1265/1849), Sâmi Efendi (ö. 1912), Mehmet Hulûsi Yazgan, Necmeddin Okyay (ö. 1976).

Hattatların hayatına dair bilgiler önceleri biyografi kitaplarında yer almakta iken zamanla müstakil eserler yazılmıştır. Bu konuda Osmanlılar’daki en eski kaynak Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi’nin (ö. 1008/1600) Menâkıb-ı Hünerverân’ıdır (İstanbul 1926). Nefeszâde İbrâhim Efendi’nin Gülzâr-ı Savâb’ı (İstanbul 1938), hattatların yanı sıra hat aletlerine ve malzemesine dair çok kıymetli ve geniş bilgiler de veren ikinci önemli kaynaktır. Suyolcuzâde Mehmed Necîb Efendi’nin Devhatü’l-küttâb’ı (İstanbul 1942) sadece hattatların biyografilerini ihtiva eder ve ilk iki kitaptan çok daha zengindir. En geniş hat kaynağı olma özelliğini taşıyan eser ise Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin Efendi’nin Tuhfe-i Hattâtîn’idir (İstanbul 1928). İranlı Habib Efendi’nin Tuhfe-i Hattâtîn’den bazı bölümleri aynen aktarıp İranlı hattatları daha geniş olarak eklediği Hat ve Hattâtân (İstanbul 1305) adlı eseri bu konuda neşredilen ilk kitaptır. İbnülemin Mahmud Kemal, Son Hattatlar (İstanbul 1955) adlı eserinde Tuhfe-i Hattâtîn’den bu yana yetişen hattatların hal tercümelerini de yazarak bu meslek zümresini zamanımıza kadar getirmiştir. Arapça’da hattatlara dair müstakil bir eser telif edilmemiştir. Farsça’da Mehdî Beyânî’nin Aĥvâl ü Âŝâr-ı Ħoşnüvîsân adlı kitabı (I-IV, Tahran 1393 hş.), Kadı Ahmed b. Mîr Münşî’nin X. (XVI.) yüzyıl sonlarında kaleme aldığı Gülistân-ı Hüner’in (Tahran 1352) devamı mahiyetindedir. Clément Huart’ın Les calligraphes et les miniaturistes de l’orient musulman (Paris 1908) adlı kitabı günümüzde de değerini korumaktadır.

İstanbul’da bulunan İslâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nin (IRCICA) 1986’dan bu yana her üç yılda bir geçmişteki hat üstatları adına tertiplediği yarışmalar, Türkiye’de olduğu kadar bütün İslâm âleminde ve bazı Batı ülkelerinde de hat ve hattatlara karşı ilginin artmasını sağlamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Yâkūt, MuǾcemü’l-üdebâǿ, XVI, 60, 90; Kummî, Gülistân-ı Hüner, tür.yer.; Beyânî, Ħoşnüvîsân, tür.yer.; Müstakimzâde,Tuhfe, tür.yer.; Habîb, Hat ve Hattâtân, İstanbul 1305; Cl. Huart, Les calligraphes et les miniaturistes de l’orient musulman, Paris 1908; Âlî Mustafa, Menâkıb-ı Hünerverân, İstanbul 1926; Gülzâr-ı Savâb, tür.yer.; Mehmed Necib Suyolcuzâde, Devhatü’l-küttâb, İstanbul 1942; İbnülemin, Son Hattatlar, tür.yer.; Necmeddin Okyay, Hâtırat, Uğur Derman Özel Kitaplığı; Şevket Rado, Türk Hattatları, İstanbul, ts., s. 281-295; M. Uğur Derman; “Türk Yazı San’atında İcâzetnâmeler ve Taklîd Yazılar”, VII. TTK Bildiriler, Ankara 1973, II, 716-727; a.mlf., “Yazı Tarihimizde Hattat İmza ve Şecereleri”, a.e., II, 728-732; a.mlf., “Hattat”, TA, XIX, 55-60; Yazır, Kalem Güzeli, I, 26, 143-157; Nihad M. Çetin, “İslâm Hat San’atının Doğuşu ve Gelişmesi”, İslâm Kültür Mirasında Hat San’atı, İstanbul 1992, s. 14-30; Muhiddin Serin, Hattat Şeyh Hamdullah, İstanbul 1992, s. 33; Abdülhamit Tüfekçioğlu, “Mehmed b. Tâceddin ve Hüsn-i Hat Risâlesi Hakkında”, KAM, XXVI/1 (1997), s. 45-48; Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merâsim ve Tâbirleri, İstanbul 1995, s. 70-75; Ali Cânip [Yöntem], “Hattatlık ve Türkler”, Hayat, LIV, Ankara 1927, s. 22-23.

M. Uğur Derman