HARAÇ

(الخراج)

Toprak vergisi.

I. FIKHÎ HÜKMÜ

II. TARİHÇE

Arapça harc kökünden gelen ve sözlük anlamı “topraktan çıkan şey” olan harâc kelimesinin Arapça’ya Akkadca veya Ârâmîce’den yahut Süryânîce aracılığıyla Grekçe’den geçtiğine dair farklı görüşler vardır. Talmut’ta “baş vergisi”, Pehlevîce’de “vergi” (özellikle araziden alınan) ve Ârâmîce’de yine “vergi” anlamlarına gelen söylenişleri birbirine yakın kelimelere rastlanmaktadır. İslâm fütuhatından önce Arapça’da yer aldığı bilinen kelimeye toprak, bina, hayvan, köle gibi kaynakların ürün, kira, ücret türü getirileri ve devlet gelirleri olmak üzere birbiriyle alâkalı çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Genel olarak tebaanın mal varlığından alınan vergileri ifade eden harâc zaman içinde özellikle toprak vergisi için kullanılmıştır.

Haraç kelimesi Kur’an’da “câize” veya “mükâfat” karşılığında ve bazı müfessirlere göre daha geniş bir kapsamla “vergi” anlamında kullanılıyorsa da “toprak vergisi” olarak hiç geçmemektedir. Mü’minûn sûresinde, “Yoksa sen onlardan bir ücret mi (harc) istiyorsun? Rabbinin ecri (harâc) daha iyidir” (23/72) meâlindeki âyette harc ile birlikte ve aynı anlamda kullanılmıştır. Âlimlerin çoğunluğuna göre burada “karşılık, ecir, ücret, menfaat” demek olan harc ve harâc kelimeleriyle verginin kastedildiğini söyleyenler ve ayrıca her iki kelimeyi de harâc şeklinde okuyanlar vardır. Harc (farklı kıraatlere göre harâc) kelimesi Kehf sûresinde de yine çoğunluğun anladığı mânada yer almıştır (18/94); ancak burada kendisine harc teklif edilen Zülkarneyn’in siyasî kudreti göz önüne alınırsa bunun ilgili âyetler içinde vergi anlamına en yakın kelime olduğu ileri sürülebilir. Bakara sûresinde çekimli fiil halinde “topraktan mahsul çıkarma, üretme” mânasında harc kökü geçmektedir (2/267). Harc ve harâc kelimelerini birbirinden ayıran Asmaî’ye göre harc bir defaya mahsus olarak alınan cu‘lü (bk. CUÂLE), harâc ise devamlı gelirleri ifade etmek için kullanılır. Ebû Ubeyde ve Leys’e göre ikisi de aynı anlama gelirken Ebû Amr b. Alâ, harcın teberru veya sadaka şeklinde verilen, harâcın ise edası zorunlu kabul edilen şey olduğu görüşündedir (İbnü’l-Cevzî, V, 191). Ebû Amr’dan gelen bir başka rivayete göre de harc şahsa, harâc toprağa tahakkuk eder (Mâverdî, s. 146).

Harc ve harâc kelimeleri hadislerde de yukarıdakilere ek olarak “vergi, pazar vergisi, baş vergisi” ve “mahsul” ya da “hâsıla” anlamlarında kullanılmıştır (Buhârî, “BüyûǾ”, 39, 95, “Ĥarş”, 10, 14, “Ħums”, 13, “İcâre”, 18, 19, “Menâķıbü’l-enśâr”, 26; Müslim, “Müsâķāt”, 62; İbn Mâce, “Zekât”, 2, “Ruhûn”, 11; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 30, 38, 71; Tirmizî, “BüyûǾ”, 48, 53, “Aĥkâm”, 42; Nesâî, “BüyûǾ”, 15, “Eymân”, 45). Aynı kökten gelen ihrâc masdarı “vergi vermek, tediye etmek” demektir (el-Muvaŧŧaǿ, “Zekât”, 10, 11, 28; Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 26; Müslim, “Zekât”, 17-19; Nesâî, “Śıyâm”, 67; “Zekât”, 1). Bu terimin, yabancıların Medine’ye getirdikleri ticarî mallardan alınan gümrük vergisi yahut pazar resmi anlamında kullanıldığına da rastlanmaktadır (İbn Mâce, “Ticâret”, 40; Tirmizî, “BüyûǾ”, 15). Bununla birlikte çeşitli hadislerde Hz. Peygamber’in vergi tahsildarı Alâ b. Hadramî’nin Bahreyn-Hecer’deki müslümanların topraklarından öşür, gayri müslimlerinkinden haraç tahsil ettiği bildirilmektedir (İbn Mâce, “Zekât”, 22). Kudâme b. Ca‘fer’in rivayetine göre Resûl-i Ekrem 8. yılda (630) Alâ b. Hadramî’yi Bahreyn’e göndererek yöre halkını İslâm’a davet etmiş ve Münzir b. Sâvâ’nın liderliğindeki pek çok kişi müslüman olmuştu. İslâm’ı reddeden Sâlih ile (?), halkı adına hububat ve hurma mahsulünün yarısı karşılığında mukāseme antlaşması yapılmış, ayrıca bulûğa eren her erkek çocuk için 1 dinar cizye konulmuştu (el-Ħarâc, s. 278). Bu uygulama, Hayber Antlaşması’ndan farklı bir durumun varlığını göstermesi açısından önemlidir. Haraç ile eş anlamlı olarak kaynaklarda zaman zaman cizyetü’l-arz ve ücretü’l-arz tabirlerinin de geçtiği görülür.

Fıkıh ve kamu maliyesi literatüründe haraç kelimesinin biri genel (vergi ya da devlet gelirleri), diğeri özel (toprak vergisi) olmak üzere iki teknik anlamı vardır. Mutlak olarak ve öşür veya cizye terimlerinin zıttı düşünülerek kullanıldığında üretken arazilerden alınan nakdî yahut aynî toprak vergisini ifade eder. Mâverdî ve Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ’nın tarifine göre haraç toprağa tahakkuk ettirilen edası zorunlu haklardır. “Cizyetü’l-arz, cizye ale’l-arz” ve “harâcü’r-re’s, harâc ale’r-re’s” terkiplerinde olduğu gibi haraç ve cizye kelimelerinin birbirinin yerine ve mutlak vergi mânasında kullanıldıkları da görülmektedir;


ancak terkip dışında kullanıldıkları zaman cizye ile baş vergisi, haraç ile de arazi vergisi kastedilir. Haraç dışındaki vergiler toprağa değil ürüne veya kişilere yüklenmektedir. Haraç kelimesi mukāseme ile birlikte geçtiğinde (el-harâc ve’l-mukāseme) alan hesabıyla tesbit edilen toprak vergisi “harâc-ı vazîfe” anlamına gelmektedir.

J. Wellhausen, bu iki kelimenin mutlak vergi anlamında kullanılışına bakarak gayri müslimlerden alınagelen cizye ile haraç arasındaki ayırımın ilk defa 121 (739) yılında Emevî Valisi Nasr b. Seyyâr tarafından Horasan’da gerçekleştirilen vergi reformu ile ortaya çıktığını ve bu tarihten itibaren baş vergisine cizye, toprak vergisine de haraç denildiğini ileri sürmektedir. Bu iki vergideki anlam farklılaşmasının başlangıcı konusunda birbiriyle çelişkili olarak C. H. Becker 106-107 (724-725) yıllarını, A. Grohman II. (VIII.) yüzyılın ortalarını, H. Lammens de Süfyânîler devrini (661-684) veya kısa bir süre sonrasını vermektedir. Ayrıca Wellhausen, İslâm hukukçularının zaman içerisinde ihtiyaç sebebiyle ortaya çıkan vergi sisteminin köklerini ilk döneme kadar götürerek kutsallaştırdıklarını iddia etmektedir. Onun bu görüşleri C. H. Becker, L. Caetani, H. I. Bell gibi şarkiyatçılar tarafından da desteklenmiştir. D. C. Dennett ise kendi nazariyesini çürüten bütün delilleri reddetmek veya görmezlikten gelmekle suçladığı Wellhausen’ı metot bakımından hatalı ve onun İslâm tarihçileriyle fakihlerin haraçla cizye arasında ayırıma gitmedikleri görüşünü de dayanaksız bulmaktadır. Çünkü İslâm âlimleri bu terimleri özel anlamlarının dışında kullandıkları zaman genellikle “harâc ale’r-ruûs” ve “cizye ale’l-arz” şeklinde kayıtlandırarak yanlış anlaşılmalarını önlemek istemişlerdir. Ayrıca Wellhausen’ın verdiği tarihin doğruluğu halinde, o dönemde bunu bilebilecek yaşta olan haraç otoritesi Ebû Yûsuf’un eserinde bu hususa işaret etmesi gerekirdi. Yine Dennet, Sevâd (Irak) arazisinde fetihten itibaren başlatılan harâc-ı muvazzaf uygulamasının Abbâsî halifeleri Ebû Ca‘fer el-Mansûr ile (754-775) oğlu Mehdî-Billâh (775-785) zamanında kaldırılarak harâc-ı mukāsemeye geçilmiş olmasına karşılık bu yeni sistemi Ömer’e nisbetle kutsallaştırma gayreti içine girilmediğini belirterek Wellhausen’ın iddiasını yalanlamaktadır (el-Cizye ve’l-İslâm, s. 39-40). Hz. Ömer ile Hz. Ali’nin, müslüman olan zimmîlerden cizyeyi kaldırmakla birlikte haraç almaya devam ettikleri de bilinmektedir. Bu da en azından ikinci halife zamanından beri cizye ve haracın iki ayrı vergi olarak bilindiğini ve uygulandığını gösterir (ayrıca bk. CİZYE).

I. FIKHÎ HÜKMÜ

Haracın hukukî dayanağı, Hz. Ömer’in fethedilmiş toprakları savaşçılar arasında dağıtmayıp muayyen bir vergi karşılığında ziraatı iyi bilen eski sahiplerine bırakmak suretiyle hem tecrübesiz kişilerin mülkiyeti altında meydana gelecek verim düşüşünü engellemeyi, hem de müslüman nüfus arasında âdil bir gelir dağılımı sağlayarak kaynakların tahsisinde nesiller arası bir denge kurmayı gözeten ictihadıdır. Bu karar, servetin zenginlerin elinde birikmesini kınayan âyete de (el-Haşr 59/7) uygun düşmektedir. Fıkıh usulcüleri de devlet başkanının ictihad yetkisini (takdir hakkını) kullanarak maslahat-ı mürsele gereği haraç koyabileceğini belirtmişlerdir (meselâ bk. Gazzâlî, I, 141-142). Ayrıca halifenin fethedilen topraklara haraç koyma kararına sahâbeden herhangi bir tepki gelmemesi, bu hususta sükûtî icmâ vuku bulduğu şeklinde değerlendirilmiştir. Bir rivayette, Abdullah b. Ömer’in haraç uygulamasının Hz. Ömer zamanında başladığını söylediği, Ahmed b. Hanbel’in de bu görüşte olduğu kaydedilmektedir (İbn Receb, s. 172, 175). Şiî hukukçularına göre ise haracın meşruiyetinin temeli, Hz. Ali’nin de sürdürdüğü Sevâd vergi sisteminin İmam Muhammed el-Bâkır tarafından bütün benzer durumlar için örnek gösterildiğine dair rivayetlerdir (İbn Bâbeveyh el-Kummî, II, 29; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, IV, 118; Hür el-Âmilî, XI, 117).

Haraç Çeşitleri. Fakihler, haracı tahsil usulüne ve toprakların fetih şekline göre farklı tasniflere tâbi tutmuşlardır. Tahsil usulüne göre haraç ikiye ayrılır: 1. Harâc-ı vazîfe veya harâc-ı muvazzaf. Bu haraç çeşidinde devlet başkanı ekilebilir arazilerin alanına ve mahsulün cinsine göre maktû bir vergi koyar. Ekim veya hasat yapılmasa dahi söz konusu vergi tahsil edilir; buna karşılık yıl içinde birden fazla hasat yapılması durumunda ayrı bir vergi alınmaz. Bu usul, çiftçiyi ekime zorlayarak devlet gelirlerinin azalmasını önlemeye yöneliktir. Ancak hasadın hiç yapılamadığı yahut ürünün yetersiz olduğu durumlarda haraç mükellefleri zor duruma düştüklerinden topraklarını bırakıp kaçmakta ve dolayısıyla artık ekim yapmadıkları için bu usulün benimseniş maksadının aksine bir sonuç doğmaktadır. Hz. Ömer’in Sevâd, Mısır ve Şam topraklarına koyduğu haraç budur. Ebû Yûsuf ve Şâfiî, zamanla ortaya çıkan olumsuzluklar yüzünden bu uygulamanın karşısında olmuşlardır (el-Üm, IV, 182). 2. Harâc-ı mukāseme. Miktarı ne olursa olsun mahsulün dörtte bir, beşte bir gibi belli oranının tahsilinden ibarettir. Bu usule göre topraktan ürün alınamadığında vergi de tahsil edilmemekte, buna karşılık yıl içinde tekrarlanacak her hasat için vergi tahakkuku söz konusu olmaktadır. Mâverdî, zorunluluk dolayısıyla harâc-ı muvazzaftan harâc-ı mukāsemeye geçildiğinde sebep ortadan kalkınca eski usule dönülmesi gerektiğini ileri sürmüştür (el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, s. 176). Hanefîler’e göre haraç usullerinin birbirine tahvili zimmîlerle yapılan ahdi bozmak anlamına geleceği için haramdır.

Toprakların ele geçiriliş şekline göre haraç şu şekilde sınıflandırılmıştır: 1. Sulh antlaşmasıyla fethedilen toprakların haracı. Bu haraca sebep teşkil eden topraklar antlaşma şartlarına bağlı olarak ikiye ayrılır. Birincisi, üzerinde mutabakata varılan belli bir miktar haraç karşılığında mülkiyetinin eski sahiplerinde kalması üzerine barış yapılan topraktır. Hanbelîler’e ve Şâfiîler’den Mâverdî’ye göre dârülahd statüsündeki bu topraklardan alınan haraç cizye hükmünde olup arazinin müslümana intikaliyle veya sahiplerinin İslâmiyet’i kabul etmesiyle düşer. İkincisi, mülkiyetinin müslümanlara devri, fakat işletmesinin kira sayılan muayyen bir miktar haraç karşılığı eski sahiplerinde kalması üzerine barış yapılan topraktır. Halife tarafından müslümanların maslahatına tahsis (vakıf) edilmesi sebebiyle satılması ve rehin verilmesi câiz değildir. Sulh hükümleri çiğnenmedikçe işleticilerinin elinden alınamaz (bk. DÂRÜSSULH). Aslında bu araziler, müslümanların ortak yararına tahsis edilmek için silâh zoruyla ve antlaşmasız ele geçirilen topraklarla aynı statüye sahiptir. Bazı âlimler tarafından “sulhen” tabirinin antlaşmaya dayalı ve savaşsız olmak üzere iki farklı şekilde anlaşılması, fethedilen toprakların statüsü ve dolayısıyla vergilerin türü konusunda tartışmalara yol açmıştır. 2. Silâh zoruyla ve antlaşmasız fethedilen toprakların haracı. Esas itibariyle savaşarak alınmış bölgelerin halkına hürriyetlerinin ve topraklarının işletmeciliğinin geri verilmesi karşılığında tek taraflı olarak yüklenen arazi vergisidir. Haraç topraklarının büyük bir kısmını bu sınıf oluşturur. Fakihler, mülk, toprakların savaşçılar


arasında taksim edilip edilmeyeceği hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İmam Mâlik, Şâfiî, Ebû Sevr ve İbn Hazm’a göre aslen ganimet hükmünde olan bu toprakların taksimi vâciptir. Ancak Şâfiî ve İbn Hazm savaşçıların, taksimi halinde öşür toprağı statüsü kazanan bu arazilerin haraca karşılık eski sahiplerinde bırakılmalarına rızâ gösterdikleri takdirde dağıtılmayabileceğini kabul etmişlerdir. Ebû Hanîfe’ye göre ise devlet başkanı, savaşçılar arasında dağıtmakla haraç karşılığında eski sahiplerinde bırakmak veya mülkiyeti müslümanlarda kalmak ve haraç gelirleri de onların maslahatına tahsis edilmek üzere işletmesini yerli halka vermek arasında muhayyerdir. İlk durumda araziden öşür, diğer durumlarda ise haraç vergisi alınır. Süfyân es-Sevrî ve Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm da devlet başkanının, toprağı savaşçılara dağıtmak veya dağıtmayıp haraca bağlamak şıklarından maslahata uygun olanını seçebileceği görüşündedir. Halkının İslâm ordusundan kaçarak boşalttığı savaşmaksızın ele geçirilen toprakların haracı da bu gruba girmektedir. Bunlar dört mezhebin ittifakıyla fey hükmündedir ve bütün müslümanların ortak yararına tahsis edilerek ister müslüman isterse zimmî olsun işleticisinden haraç alınmaktadır. İbn Hanbel’den gelen farklı bir görüşe göre ise savaşla ele geçirilen diğer topraklarla aynı statüde olup ancak devlet başkanının bütün müslümanların istifadesine tahsis ettiğini bildirmesiyle vakıf hükmü kazanır. Vakıf hükmünde olduğu için bu toprağın satılması ve rehine verilmesi câiz değildir. Halkı Arap olan topraklardan fethedilenler ise tamamen öşür arazisi statüsündedir. Savaş halinde İslâm’ı kabul etmek veya ölümü seçmek durumunda olan müşrik Araplar’ın ne başlarına cizye ne de topraklarına haraç konulmuş, dolayısıyla Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn bu topraklardan haraç almamışlardır (ayrıca bk. ARAZİ; GANİMET).

Haraç konulması için toprağın haraç toprağı statüsünde ve ekilebilir, sulanabilir olması gerektiği hususunda fakihler görüş birliği içindedir. Başka bir ifadeyle tarıma elverişli olmayan topraklardan ve konut alanlarından haraç alınmaz. Çünkü toprağın kirası sayılan haraç üretken olmayan araziye takdir edilemez; Hz. Ömer’in uygulaması da bu yöndedir. Buna göre, savaşla elde edilmiş olsa da haraç toprağı çerçevesine girmeyen meskenler alınıp satılabilir. Ancak haraç toprağı içinde ihyası mümkün olduğu halde işletilmeyen bir kısım varsa haracı alınır.

Takdiri. Haraç miktarı belirlenirken toprağın kalitesi ve verimliliği hesaba katılır; meselâ iki yılda bir ekilen araziden yarım haraç alınır. Ayrıca toprağın sulanabilirliği ve suyun durumu da önemlidir. Hz. Peygamber’in tabii kaynaklarla sulanan öşür topraklarından onda bir, taşıma su ile sulananlardan yirmide bir vergi alması kıyas yoluyla haraç topraklarına da uygulanmıştır. Sular, kullanım imkânı bakımından tabii kaynak ve taşıma suyu türlerine ayrıldığı gibi doğdukları veya bulundukları topraklara bağlı olarak da haraç ve öşür suyu diye ikiye ayrılır. Genelde öşür topraklarından doğan veya bu topraklarda bulunan nehir, göl, kaynak ve kuyuların suyuna öşür suyu, haraç topraklarındaki sulara da haraç suyu denir. Yezdicerd suyu gibi Sâsânî krallarının açtırdığı nehir kolları ile masrafları hazineden karşılanarak kazdırılan kanallar bu grupta kabul edilmiştir. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre Seyhun, Ceyhun, Dicle, Fırat ve Nil nehirleri de üzerlerindeki köprüler vb. sebebiyle zaman zaman ferdî tasarruf altına girdikleri için haraç suyu statüsündedir. İmam Muhammed ise hiç kimsenin himayesi altında bulunmayan bu nehirlerin öşür suyu sayılması gerektiğini, üzerlerindeki ferdî tasarrufların nâdir olduğunu söylemektedir.

Statüsü bilinmeyen veya değişikliğe uğrayan toprakları sulamada kullanılan suyun durumunun, takdir edilecek verginin cinsini etkileyip etkilemeyeceği hususunda ihtilâf vardır. Cumhura göre vergilendirmede aslolan toprağın statüsüdür; suya itibar edilmez. Çünkü haraç topraktan, öşür üründen alınır; sudan ise vergi alınmaz. Hanefîler’in çoğunluğuna göre de fethedildikten sonra savaşçılar arasında dağıtılmayan topraklar hangi su ile sulanırsa sulansın harâcîdir. Ancak Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed, müslümanlar tarafından ihya edilen topraklara veya tarıma açılan konut alanlarına vergi takdirinde suyun statüsüne itibar etmişler ve haraç suyu ile sulanan öşür toprağından haraç, aksi durumda ise öşür alınacağı görüşünü savunmuşlardır; çünkü su toprağın ekilebilirliğini ve dolayısıyla vergilendirilebilirliğini etkilemektedir. Ebû Hanîfe, bu husustaki görüş ayrılığından kaynaklanabilecek ihtilâfları önlemek için haraç toprağının öşür suyu ile sulanmasını ve keza bunun aksini men etmiştir. Ebû Yûsuf’a göre ise ihya edilen toprağa yüklenecek verginin cinsi belirlenirken suya değil mücâvir arazinin statüsüne itibar edilir. Ayrıca İmam Muhammed’e göre zimmîlerin ihya ettiği sahipsiz topraklar öşür suyu ile sulansa da harâcîdir. Aynı şekilde ürünün cinsi de haraç takdirinde göz önünde bulundurulur ve piyasa değeri yüksek olanlara fazla vergi konulur. Eğer ürün daha önce vergilendirilmemiş cinstense haraç, miktarı nasla belirlenen ve cinsi ya da faydası benzer olan şeylere kıyas edilir. Hanefîler, özellikle mukāseme haracı tahsil edilecek ürünlerin cinsinin belirlenmesinde öşre kıyas yapmışlardır. Ayrıca tarlaların tüketim merkezlerine veya pazarlara uzaklığı da hesaba katılarak yakın olanlara daha yüksek haraç konulmuş, ekin ve meyvelere isabet etmesi muhtemel âfetler için de haraç mükellefi lehine bir ihtiyat payı takdir dışı bırakılmıştır. Bu hususta Hz. Peygamber’in zekât tahsildarlarına göz hakkı verme, hastalık ve çiğnenme gibi sebeplerle elden çıkacak miktara mukabil ürünün üçte bir veya dörtte birlik kısmının matrahtan düşülmesi yönündeki emrine (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 14; Tirmizî, “Zekât”, 17; Nesâî, “Zekât”, 26) kıyas yapılmıştır. Hz. Ömer tarafından görevlendirilen Osman b. Huneyf’in Sevâd haracını toprağın gücünün altında takdir etmesinin de aynı düşünceden kaynaklandığı ileri sürülmektedir.

Miktarı. Haracın miktarı, tavan ve tabanı ictihadla belirlenir. Hanefîler’e göre arpa ekilen toprakların her “cerîb”inden 1 “kafîz” aynî ve 1 dirhem nakdî, buğdayınkinden ise 2 kafîz ve 2 dirhem vergi alınır. Her cerîb sebzelik ve kamışlıktan 5, bağ ve hurmalıktan 10’ar dirhem tahsil edilirken safran, pamuk ve benzeri gibi Hz. Ömer’in uygulamasında örneği olmayan şeylerin devşirildiği arazilerle toprağı ekilen seyrek ağaçlı meyveliklerden gücü nisbetinde alınır ki âzamisi ürünün yarısıdır. Bu hususta delil olarak Hz. Ömer’in Sevâd’daki uygulaması esas kabul edilmiştir. Çünkü onun, ziraatı yapılsın yapılmasın Sevâd’daki bazı buğday tarlalarının cerîbinden 1 kafîz aynî ve 1 dirhem (ya da 1 kafîz buğday 3 dirheme eşdeğer olduğu için toplam 4 dirhem), Sevâd’daki bazı bölgelerde de buğdayın cerîbinden 5 kafîz + 5 dirhem ve sebzelik yahut bağların cerîbinden 10 kafîz + 10 dirhem tahsil ettiği bilinmektedir. Harâc-ı muvazzaf uygulamasında ise vergi mahsul miktarına eşit olduğunda yarı yarıya azaltılır; eğer mahsul haracın iki katı veya daha fazlası ise tahsilât tam yapılır. İmam Mâlik,


haraç miktarının önceki devlet başkanlarından herhangi birinin uygulaması ile kayıt altına alınamayacağını söylemektedir. Ona göre haracın oranı devlet başkanı tarafından ürünün cinsiyle de bağlantılı olarak toprağın gücü nisbetinde belirlenir ve delili Hz. Ömer’in, Sevâd’ın ölçümü ve vergi tarhı için görevlendirdiği Osman b. Huneyf ve Huzeyfe b. Yemân’ı takdir ettikleri haraç miktarıyla ilgili olarak sorguladığında toprağın gücünü aşan vergiler yüklemediklerini öğrenince rahatlamasıdır. Şâfiîler’e göre Hz. Ömer’in ölçüm memuru ve vergi tahsildarı Osman b. Huneyf’in koyduğu arpanın cerîbine 2, buğdayınkine 4, şeker kamışınınkine 6, bağ ve hurmalığınkine 8 ya da 10 ve zeytinliğinkine 12 dirhem yıllık haraç miktarları esastır. Hanbelîler, arpa ve buğdayın cerîbinden 1 dirhem ve 1 kafîz, hurmalığınkinden 8, bağınkinden 10, zeytinliğinkinden 12 ve sebzeliğinkinden 6 dirhem haraç alınacağı görüşündedirler. Onların delili de yine Osman b. Huneyf’in koyduğu ölçüdür. Ancak her mezhep farklı rivayetleri esas almıştır.

Fakihler, Hz. Ömer’in belirlediği harâc-ı vazîfe miktarının bağlayıcılığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Şâfiîler, bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel, İmam Muhammed ve Ebû Yûsuf, gerektiği takdirde Hz. Ömer’in koyduğu ölçünün dışına çıkılarak haracın toprağın gücü nisbetinde azaltılıp çoğaltılabileceğini ileri sürmüşlerdir; delilleri de yine Hz. Ömer’in tutumudur. Onlara göre Hz. Ömer’in, Osman b. Huneyf ile Huzeyfe b. Yemân’a toprağın gücünü aşan vergiler yükledikleri endişesini aktarmasından, haraç matrahının tesbitinde toprağın gücünü esas aldığı ve endişesinde haklılığının doğrulanması durumunda vergilerin oranını değiştirebileceği sonucu çıkmaktadır. Yine aynı delile atfen Ebû Hanîfe, Ebû Ubeyd ve bir rivayete göre Ebû Yûsuf, Hz. Ömer’in koyduğu haracın toprağın gücünü aşması halinde azaltılabileceğini, fakat toprak daha fazlasını kaldırsa bile arttırılamayacağını söylemişlerdir. Çünkü haraçla ilgili olarak sorguya çekilen Osman b. Huneyf, toprağın gücünün altında bir miktar takdir ettiğini söylediği halde Hz. Ömer arttırma yoluna gitmemiştir. Ahmed b. Hanbel de ikinci bir rivayete göre söz konusu miktarın arttırılabileceğini, ancak azaltılamayacağını söylerken yine aynı delile dayanmaktadır. Zira Osman b. Huneyf verdiği cevapta haracın miktarını daha yüksek tutsa bile mükelleflerin ödemede zorlanmayacaklarını söylemiştir ki buna göre devlet başkanı müslümanların maslahatı icabı haracı arttırabilmeli, fakat azaltmamalıdır. İbn Hanbel’den gelen üçüncü bir rivayet ise aynı delile istinaden arttırmaya da azaltmaya da karşı çıktığı yönündedir. Çünkü Halife Ömer ve diğer sahâbîler, Osman b. Huneyf’in haraç miktarlarına dair ictihadını benimseyerek sükûtî icmâa varmışlardır. İmam Muhammed ve bir rivayete göre Ebû Yûsuf, Hz. Ömer’in haraca bağladığı toprakların dışındakilere ilk defa vergi takdir edilirken onun koyduğu ölçünün üstüne çıkılabileceği görüşündedirler. Ebû Hanîfe’den ve Ebû Yûsuf’tan gelen diğer bir rivayet ise arttırmanın câiz olmadığı yönündedir ki mezhebin sahih görüşü budur. Harâc-ı vazîfe hususundaki bu ihtilâflara karşılık mukāseme haracında ürünün yarısını aşmaması kaydıyla vergi miktarını takdir yetkisi tartışmasız olarak devlet başkanına bırakılmıştır.

Haraç Mükellefi. Hür-köle, çocuk-yaşlı, kadın-erkek, akıllı-deli ayırımı yapılmaksızın mülkiyetinde haraç toprağı bulunan herkes bu vergiyle mükellef tutulmuştur; yine başından beri haraç arazisine sahip olan kişi gibi sonradan satın alan da mükelleftir. Ancak Hanefîler, böyle bir toprağı satın alan kişiden haraç talep edilebilmesi için, satışın o mevsim sona ermeden ziraat ya da diğer gelir getirici maksatlarla faydalanma imkânı verecek kadar bir süre önce -ki en az üç aydır- gerçekleşmesini şart koşmuşlardır. Aksi takdirde haraç toprağın eski sahibinden tahsil edilir. Yıl içinde üç aydan az aralıklarla sürekli el değiştiren topraktan ise o yılın haracı tahsil edilmez. Henüz olgunlaşmamış ekiniyle birlikte satılan toprağın haracı eğer tahsilât yıl sonunda yapılıyorsa her hâlükârda yeni sahibinden alınır.

Hanefîler, Mâlikîler, Şâfiîler ve bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel icar (kira), iâre (ödünç) veya müzâraaya (ortakçı) verilen tarıma elverişli toprağın haracının sahibi tarafından ödeneceği görüşündedirler. Çünkü haraç toprağın sahibine ait olan nemâsından verilir. İâre ise karşılıksız yapılır; aslında iâre topraktan istifade hakkının belli bir süre için hibesi anlamına gelmektedir ki bu da ürünün hibesi gibidir. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre eğer toprağın icara ya da iâreye verildiği kişi ağaçlandırma yaparsa haracı öder. Diğer bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel, öşüre kıyasladığı haracın icarı ya da iâreyi kabul eden kişi tarafından ödeneceğini söylemektedir; çünkü topraktan asıl faydalanan odur.

Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre gaspedilip de muattal bırakılan topraktan harâc-ı muvazzaf alınmaz; bununla birlikte gaspçı ekim yapar ve toprağa zarar vermezse haracı ödemek zorundadır. Zarar vermesi durumunda gaspçıya zararın tazmini, toprak sahibine de haraç vermek düşer; zira gaspçı zararı tazmin etmekle kiracı hükmüne girmektedir. İmam Muhammed’e göre ise tazminat ve haraç karşılaştırılır. Eğer birincisi yüksekse haracı toprak sahibi, aksi takdirde gaspçı öder ve tazminattan kurtulur. Öte yandan Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler de gaspçıdan tazminat olarak kira bedeli alınacağını söylemektedirler. Menfaatin tazminine ilişkin bu kural gereğince kira mesabesinde olduğu için haracı gaspçı öder. Hanefîler’e göre harâcî olan vakıf arazilerinden de haraç tahsil edilir; ancak beytülmâle intikalinden sonra satın alınarak vakfedilen arazilerden istenmez. Hanefîler’in bir kısmı işletmecisinin ölümüyle haraç borcunun da düşeceğini, diğerleri aksini savunmaktadır. Mükellefin haracını ödemeden önce mahsulün bir kısmını tüketmesi veya satması yasaktır.

Tahsil Şekli. Haracın cinsine göre tahsili (cibâyet) için belli bir zaman tayini gerekmektedir. Mukāseme usulünde tahsilât hasat zamanı, vazife usulünde eğer haracın konulmasında toprağın alanı esas alınmışsa şer‘an muteber olan ay yılının, sadece ekili alan esas alınmışsa -ekim mevsimlerinin değişmezliği sebebiyle- güneş yılının sonunda yapılır. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler tahsilâtın yıl sonunda yapılması taraftarıdırlar. Ebû Hanîfe’ye göre ise toprağın yıl boyu üreticinin elinde kalması şartıyla haraç yıl başında tahakkuk eder ve tahsilâtı mahsul olgunlaşınca yapılır. Hanefî ve Hanbelîler’e göre bir iki yıl sonrasının haracı peşinen tahsil edilebilir. Zira haraç kendisinden istifade imkânı bulunan toprağın kirası kabilindendir ve malî bir haktır; dolayısıyla diğer alacaklarda olduğu gibi vadesinden önce tahsili câizdir. Mâlikî ve Şâfiîler haracın peşin tahsil edilmesini, menfaatin tahakkukundan önce alınmasına cevaz verilen ücrete kıyasla câiz görmüşlerdir. Ancak peşin tahsilâttan sonra tabii âfet gibi sebeplerle ödeme yükümlülüğü düşerse Hanefîler’e göre harcanmayan haraç geri verilir, aksi takdirde vaktinden evvel alınan zekâtta olduğu gibi bir şey gerekmez. Hanbelîler ise kira gibi gördükleri için harcanmış olsun olmasın


toplanan haracın geri ödenmesine taraftardırlar. Onlara göre haraç, zekât gibi vücûbiyeti kalksa bile nâfile yerine geçecek bir ibadet değildir. Mâlikî ve Şâfiîler de kira telakkisiyle mutlaka geri ödenmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Ödemeyi kolaylaştırmak için tahsilâtın taksitler halinde yapılması tavsiye edilmiştir. Mükellef haracını vaktinde verememişse ödeme gücü olup olmadığına bakılır. Eğer gücü yettiği halde ihmalkâr davranmışsa ödeyinceye kadar hapsedilir, hâlâ ödememekte direnirse borçlulara yapıldığı gibi barınak, giyecek ve çiftlik malzemeleri dışındaki mal varlığının haraca eşdeğer kısmına haciz konulup satılır. Ancak haraç toprağından başka malı yoksa devlet başkanı araziyi vergi borcuna mukabil başkasına kiralamak veya haraca tekabül eden kısmını satmak arasında muhayyerdir. Kira geliri borcu aşarsa bakiyesi toprak sahibine verilir. Ödeme gücü olmayan mükellef uyarılır ve haraç borcu zimmetine kaydedilir. Şâfiîler, Hanbelîler ve Hanefî mezhebinden Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed toprağın kirası gibi gördükleri haracın, ev veya dükkânların kira borçlarına kıyasen ödeme güçlüğü gerekçesiyle düşmeyeceği görüşünü savunmuşlardır; delilleri de Bakara sûresinin borç âyetidir (2/280). Ebû Hanîfe, ödeme güçlüğü çekenin cizye borcunun affedildiği gibi önceki yıllardan birikmiş haraç borcunun da silineceği görüşündedir; ancak ondan bu görüşün aksine bir rivayet daha vardır. Mâlikîler’in görüşü ise Şâfiî ve Hanbelîler’inkine uygundur. Hanefîler’e göre, güç yetirememesi sebebiyle haraç borcu bulunan müslüman toprak sahibinin zekât (öşür) mükellefiyeti borcunu ödeyinceye kadar düşer; eğer ödeyemeden ölürse borcunun terikesinden tahsili hususunda Hanefîler olumsuz, Şâfiî ise olumlu görüş belirtmişlerdir.

Tahsil Yetkisi ve Usulü. Haraç tahsil yetkisi ümmete vekâleten amme işlerini yürütmekle görevli devlet başkanına aittir. Mükelleflerin haracı kendi bildikleri gibi dağıtmaları halinde âdil devlet başkanı ikinci defa tahsil yetkisine sahiptir. Ancak ona teslimin mümkün olmaması durumunda mükellef tarafından tasadduk edilir. Cumhura göre istemesi halinde haraç zalim devlet başkanına da ödenir. Böylece mükellefiyet eda edildiği için âdil devlet başkanı tarafından ikinci defa alınamaz. Bazı âlimler, haracın hak sahiplerine harcanmaması durumunda devlet başkanının kendisinin vebal altına gireceğini söylerken bazıları da bu tür gelirlerin ana harcama kaleminin savaş masrafları olduğunu ve zalim devlet başkanının dahi bu sorumluluğu yerine getirdiğini ileri sürmüşlerdir.

Haracın tahsilinde genelde biri tahsildar (âmil) tayini, diğeri takbîl (iltizam, tazmin) olmak üzere iki usul takip edilir. Tahsildar haracı, devlet başkanı yahut temsilcisinin kendisine verdiği görev ve yetkiye dayanarak ona vekâleten toplar; ancak onun izni olmaksızın dağıtamaz. Çünkü taksimat devlet başkanının ictihadına bağlıdır. Bu memur, vekil olması bakımından emaneti yerine getirdiği müddetçe emindir ve eksiği tazmin, fazlayı temellük etmesi câiz değildir.

Haraç memurunda şu vasıflar aranır: a) İslâm. Memur haracın konulması, takdiri, tahsili ve hazineye nakliyle yükümlüdür; bu bakımdan şer‘î-idarî bir yetki kullanmakta, bu da güvenilirliğini, dolayısıyla müslüman olmasını gerektirmektedir. Cumhura göre zimmîye devlet adına haraç koyma ve miktarını takdir etme hususunda görev verilmesi doğru değildir. Bu hususta gayri müslimlerin veli ve sırdaş edinilmelerini yasaklayan âyetlerle (Âl-i İmrân 3/118; el-Mâide 5/57) kâfirlerin düşmanlıklarını vurgulayan âyetlere (el-Bakara 2/105; el-Mümtehine 60/2) dayanılmaktadır. Ayrıca aynı meâldeki hadislerle (Nesâî, “Zînet”, 51) Hulefâ-yi Râşidîn’in bazı uygulamaları da buna delil teşkil etmektedir. Haraç memurunda bulunması gerekli, müslümanlara hayrı tavsiye eden ve onların maslahatını gözeten emin bir kişi olma özelliği müşriklerde yoktur. Zimmîye, âmirleri adına karar almasını gerektirmeyen haraç tahsili ve nakliyle sınırlı bir görev verilip verilmeyeceği hususu ise ihtilâflıdır. Zimmînin zimmîden tahsilât yapması câiz görülürken ellerinde haraç toprağı bulunan müslümanlardan tahsilâtı hususunda iki ayrı görüş vardır ve Nevevî’nin de savunduğu sahih görüşe göre câiz değildir. b) Hürriyet. Haracın konulması ve takdirinde şer‘î-idarî yetki kullanıldığı için hürriyet şarttır; köleler bu göreve getirilmez. Ancak haraç memuru sadece tahsil işinden sorumluysa ve âmirleri adına karar vermesi gerekmiyorsa yalnız elçi konumunda olacağı için hürriyet şartı aranmaz. c) Emanet. Hain ve güvenilmez kişiler tahsildar tayin edilemez. Devlet başkanının, çeşitli âyetlerde (meselâ el-Bakara 2/283; el-Enfâl 8/27) şiddetle kınanan emanete hıyanet suçuna müsamaha etmesi câiz değildir. d) Uzmanlık. Haracın konulması ve takdiriyle görevli bir memur hesap kitap, ziraat, hasat ve fiyat-maliyet tahmini gibi meslekî tecrübe ve bilgilere sahip olmalıdır. Ancak sadece tahsilâttan sorumlu memurun bu kadar geniş bir uzmanlığa sahip olması gerekmez; ölçü tartı ve defter tutma gibi gerekli bilgileri taşıması yeterlidir. e) İlmî ve fıkhî ehliyet. Haraç koymaktan sorumlu memurun malî hukuk sahasında icabında inisiyatif kullanabilecek ve ictihad yapabilecek ehliyete sahip olması gerektiği halde sadece tahsilâtla görevli kişide bu vasıf aranmaz. Bu vasıflardan başka haraç memurunun mükelleflere karşı gerektiğinde tahsilâtı taksite bağlama gibi merhamet hisleri taşıması, verginin konulması ve takdirinde hakkaniyete riayet etmesi, kayırmacılık yapmaksızın herkese âdil davranması ve hediye veya rüşvet almayacak kadar iffet sahibi olması da bulunduğu makamın âdâbındandır.

Haraç memurlarının halka zulmetmelerini önlemek için sıkı bir şekilde denetlenmeleri, gerektiğinde cezalandırılmaları veya görevden uzaklaştırılmaları şarttır. Ebû Yûsuf, yetkisini kötüye kullanıp mükelleflere zulmeden, emanete hıyanette bulunup devletin ya da vatandaşın malını zimmetine geçiren veya rüşvet alan memurların görevde tutulmasının devlet başkanına haram olduğunu söylemektedir (Kitâbü’l-Ħarâc, s. 11). Haraç memurlarının rüşvet almamaları ve zimmetlerine para veya mal geçirmemeleri için kendilerine geçimlerine yetecek kadar düzenli olarak ücret verilmelidir. Ayrıca Ebû Yûsuf, fonların birbirine karışmasını ve mükelleflere zulmedilmesini önlemek için haraç memurlarının aynı zamanda zekât tahsiliyle görevlendirilmemesi gerektiğini de vurgulamaktadır (a.g.e., s. 87).

Takbîl usulünde, bir bölgenin haracı devlet tarafından takdir edildikten sonra tahsilâtı mütekabbil (mültezim) denilen kişilere ihale edilir. Bu uygulama Emevîler ile başlamış ve Abbâsîler döneminde devam etmiştir. Mütekabbil, topladığı haracın önceden takdir edilen bir kısmını bu hizmetine karşılık kendisine ayırır. Devletin, haraç gelirlerinin genellikle açık arttırma sonucunda en yüksek bedeli verene kiralanması veya sınırlı süreli satılması anlamına gelen mukātaa uygulaması da bu türdendir.

Aralarında Ahmed b. Hanbel, Ebû Yûsuf, Ebû Ubeyd, Mâverdî ve Ebû Ya‘lâ’nın da bulunduğu birçok âlim takbîl uygulamasını gayri meşrû saymıştır. Bunun


delili, mütekabbilin elde ettiği gelirin İbn Abbas tarafından ribâ hükmünde haram olarak vasıflandırılmasıdır. Diğer gerekçeleri de gelirini garanti etmeye veya arttırmaya çalışan bu kişilerin mükelleflere zulmederek sistemi yaralamaları ve özellikle aynî tahsilâtta, bir anlamda haraç miktarına eşdeğer ürünün olgunlaşmadan mütekabbile satılmasıdır ki bazı hadislere göre bu tür satış akdi mekruhtur. Ancak Ebû Yûsuf’a göre devlet başkanı zulüm ve suistimal yapılmayacağından emin olur, mükellefler de rızâ gösterirlerse takbîl usulünün uygulanmasında bir sakınca yoktur (ayrıca bk. KABÂLE).

Haracı Düşüren Sebepler. 1. Toprağın üretkenliğini yitirmesi. Cumhura göre, suyunun çekilmesi yahut su baskını gibi tabii âfetler sebebiyle istifade imkânı kalmayan topraktan haracın her çeşidi düşer. Çünkü haracın mesnedi topraktan faydalanma imkânıdır. Devlet başkanı eğer mümkünse masraflar beytülmâlin maslahat fonundan karşılanmak suretiyle toprağı tekrar ıslah etmekle mükelleftir. Ancak maslahat fonu masrafları karşılamaya yetmezse hem fey gelirlerinden faydalananların, hem de kendilerinin maslahatı gereği toprak sahipleri ıslaha icbar edilebilir. Devlet başkanının toprak sahibini, masraflarını müstakbel haraç borçlarından düşmek üzere ıslaha razı etmesi de câizdir. Bu topraktan, ıslah edilmeden otlak veya avlak olarak ya da benzeri maksatlarla faydalanılması mümkünse gücü nisbetinde yeni bir haraç miktarı belirlenir. Bu tür araziler, ihya yoluyla temellük edilebilen ölü toprakların statüsüne de girmez. İmam Muhammed’e göre baskından sonra su tekrar çekilir ve yeterli süre kalmasına rağmen ekim yapılmazsa haraç tahsil edilir. 2. Toprağın âtıl bırakılması. Sahiplerinin kusuru olmaksızın düşman istilâsı veya vergi memurlarının zulmü sebebiyle tarım arazilerinin âtıl bırakılması durumunda tekrar istifade imkânı sağlanıncaya kadar haraç yükümlülüğü düşer. Sahibi muktedir olduğu halde toprak tamamen âtıl bırakılırsa mahsulün paylaşımı esasına dayalı harâc-ı mukāsemenin alınmayacağı konusunda görüş birliği mevcuttur. Bundan dolayı arazi sahibi, fey gelirleri üzerinde hak sahibi olanların zarar görmemesi için üretime zorlanır. Harâc-ı muvazzaf ise Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîler’in cumhuruna göre sâkıt olmaz; çünkü bu tür haraç kira bedeli gibidir ve kiracı intifâ hakkını kullanmasa dahi kirayı ödemek zorundadır. Mâlikîler, ister maksatlı isterse bir özre mebni olsun, âtıl bırakılan toprağın haracının intifâ vuku bulmadığından düşürülmesi gerektiği görüşündedirler. Sahibi muktedir veya toprak ekime uygun olmadığı için âtıl bırakılan arazinin harâc-ı mukāsemesi mahsul alınmaması sebebiyle ittifakla düşer. Harâc-ı muvazzaf da Mâlikîler’e göre intifâ hakkı tahakkuk etmediği için sâkıt olur. Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîler’in cumhuruna göre ise sâkıt olmaz; bu toprak her iki tarafın maslahatı için devlet tarafından işlettirilir. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre devlet başkanı arazinin sahibine, haracını ödemeye devam etse dahi, ölü toprak haline dönüşmemesi için işleyebilecek birisine kiralaması veya elini çekmesini emreder. Hanefîler, devlet başkanının haraç karşılığında toprağı bir başkasına müzâraaya veya icara vermek yahut beytülmâl kanalıyla işlettirerek haracın ve masrafların düşülmesinden sonraki bakiyeyi işçilere bırakmak arasında muhayyer olduğu görüşündedirler. İşlemeye muktedir olduğunda eski sahibine iade edilmesi kaydıyla toprağın haraç mükellefiyeti karşılığında bir başkasına devri de câiz görülmüştür. Ebû Yûsuf ise malî gücü yetmeyen toprak sahibine hasattan sonra geri ödenmesi şartıyla beytülmâlden borç verilmesi taraftarıdır. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, bunların hiçbirinin mümkün olmaması halinde devletin toprağı satarak haracı bedelinden tahsil etmesi, kalanı da sahibine vermesi gerektiği görüşündedirler. Amme maslahatına uygun olmadıkça hür kimsenin malının hacrini câiz görmeyen Ebû Hanîfe ise hacir telakki ettiği bu satışa cevaz vermemiştir. Ömer b. Abdülazîz de toprağı işleme imkânını ortadan kaldırarak haraç gelirlerini azaltacağı için zimmînin ziraat âletlerini satmasını dahi yasaklamıştır. 3. Mahsulün tabii âfetlerle telef olması. Hanefîler’e göre mahsulün tamamı hasattan önce veya sonra sel, yangın, don, toprak kayması, çekirge istilâsı gibi âfetlerle telef olursa harâc-ı mukāseme düşer. Çünkü bu durumdaki toprak sahibi mülk şirketinin ortağı hükmünde olup kendi kusurundan kaynaklanmayan zararları tazmin etmek zorunda değildir. Eğer âfet geldiğinde henüz tarım mevsimi geçmediğinden tekrar ekim yapmak mümkünse harâc-ı muvazzaf sâkıt olmaz. Yine, harâc-ı muvazzafın iki katına tekabül eden miktarda ürün âfetten zarar görmemişse bu vergi tahsil edilir. Âfetten artakalan ürün harâc-ı muvazzafın iki katından az ise ekim masrafları düşüldükten sonraki miktarın yarısı tahsil edilir. Hanefîler kira sözleşmesine kıyasla, mahsulün hasattan sonra telef olması ya da korunulması mümkün zararlılar tarafından yenmesi durumunda harâc-ı muvazzafın düşmeyeceği görüşündedirler. Çünkü birinci durumda topraktan istifade esasına dayanan bu verginin hasatla birlikte tahakkuk etmiş olması, ikincisinde ise sorumluluk doğuran şahsî bir ihmal söz konusudur. 4. Devlet başkanının inisiyatifi. Devlet başkanı kendilerini kazâ, eğitim, sınır bekçiliği ve casusluk gibi hizmetlerde kullanabilmek için veya benzer sebeplerle bazı mükelleflerden tahakkuk eden haracı toplamayabilir. Hanbelîler ve Ebû Yûsuf’a göre böyle bir uygulama, devlet başkanının tebaa üzerindeki tasarrufunun maslahata tâbi olması kuralı gereğince câizdir. Eğer haracı toplamışsa maslahata binaen belli bir şahsa tahsis edebileceği gibi tahsilâtta bulunmaksızın bizzat mükellefe de bırakabilir. Bazı Hanefîler ile Hanbelîler, toprak vergisinden muaf tutulacak mükellefin fakih, asker, kadı, müezzin gibi haraç gelirleri üzerinde hak sahibi biri olması şartını getirmişlerdir. Eğer bir kimse hak sahiplerinden olmadığı halde tahsisat alır yahut kendisinden haraç talep edilmezse miktarınca sadaka verir. Hanefîler arasında mezhebin bu meşhur görüşüne aykırı bir başka görüş de rivayet edilmiştir. Ancak haraç talep edildiği halde ödemeyip sadaka olarak dağıtmışsa mükellefiyeti düşmez. İmam Muhammed ise müslümanların hakkı olması bakımından devlet başkanınca haraç muafiyeti getirilmesini câiz görmemiştir. 5. Haraç toprağı üzerine inşaat veya kabristan yapılması. Hanefî mezhebindeki sahih görüşe ve Süfyân es-Sevrî’ye göre bu durumda haraç düşer. Çünkü haraç toprağın mahsulüne ve nemâsına taalluk etmektedir. Mâverdî ve Ebû Ya‘lâ, ancak toprağın işlenebilmesi için zorunlu konut ihtiyacının karşılanması gibi hallerde yapılan inşaatın haracı düşüreceği görüşündedirler. Gelir getirecek binaların yapılması ise düşürme sebebi değildir (Mâverdî, s. 151; Ebû Ya‘lâ, s. 171). Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler’in cumhuru ile bazı Hanefîler, sadece ziraat şartıyla sınırlı olmayan haraç mükellefiyetinin toprak üzerine ev ve dükkân gibi binalar yapılması halinde de devam edeceği kanaatindedirler. Bundan dolayı Ahmed b. Hanbel’in, Hz. Ömer tarafından haraç toprağı statüsü verilmesine rağmen daha sonra iskâna açılan Bağdat Sevâdı’ndaki


evinin haracını ihtiyaten ödediği rivayet edilmektedir. Bununla birlikte Bağdatlılar’a kendisi gibi davranmalarını emretmediği de bilinmektedir. Ancak genel uygulama, konut alanına dönüşen haraç topraklarının haracının ödenmemesi yönünde olmuştur. Ebû Hanîfe, zimmînin tamamını tarıma açtığı konut alanlarına haraç konulacağını söylemektedir; eğer bunu yapan müslümansa o zaman sulamada kullanılan su ile ilgili hüküm uygulanır. Kısmen ekilen konut alanlarına ise haraç konulmaz. 6. Toprak sahibinin müslüman olması. Fakihlerin üzerinde birleştiği görüşe göre savaşla ve zor kullanılarak fethedilen toprak, müslümanın eline geçmekle yahut sahibinin İslâm’a girmesiyle haraçtan muaf olmaz. Zira bu tür topraklar statü bakımından müslümanlara vakıftır (ortak yararlarına tahsis edilmiştir) ve haracı da vakıf arazinin kirası kabilinden olup müslümana intikaliyle muafiyet kazanmaz. Eski sahipleriyle haraç karşılığında mülkiyetin kendilerinde kalması şartına göre sulh yapılan fethedilmiş topraklar hususunda ise ihtilâf vardır. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî fakihlerinin çoğunluğu ile Ebû Ubeyd, sulh toprağının haracı da küfre taalluk eden cizye mesabesinde olduğu için bu toprağın müslümanın eline geçmesi veya sahibinin İslâmiyet’i kabul etmesi durumunda haraçtan muaf tutulması gerektiği görüşündedirler (İbn Abdülber, I, 482); delilleri ise Hz. Peygamber’in Bahreyn-Hecer’e gönderdiği Alâ b. Hadramî’nin arazilerin müslüman ortaklarından öşür, müşrik ortaklarından haraç aldığına dair rivayettir (İbn Mâce, “Zekât”, 22). Sulh topraklarının haracını savaşla fethedilenlere kıyaslayan Hanefîler, Ömer b. Abdülazîz ve İbn Şihâb ez-Zührî söz konusu durumda haracın düşmeyeceğini söylerler. Çünkü haraç, toprağa taalluk eden bir borç olup zaruret durumu hariç sahibinin değişmesiyle değişime uğramaz. Ebû Yûsuf, hocası Ebû Hanîfe’nin, bir zimmî tarafından satın alınan öşür arazisinin harâcî olacağı ve daha sonra bir müslümana satılması veya zimmînin İslâm’ı benimsemesi durumunda artık eski statüsüne dönmeyeceği yönündeki ictihadına karşı Hasan-ı Basrî ve Atâ b. Ebû Rebâh’ın muhalif görüşlerini tercih etmiştir (Kitâbü’l-Ħarâc, s. 131).

Çifte Vergilendirme. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî âlimleri ile Mugīre b. Şu‘be, İbn Şihâb ez-Zührî, Evzâî, Süfyân es-Sevrî, Abdullah b. Mübârek, İbn Ebû Leylâ, Leys b. Sa‘d, İbnü’l-Mübârek gibi fakihler, haraç arazisine sahip olan bir müslümanın ondan faydalanması durumunda hem toprak vergisini hem de -eğer kalan miktar nisabı aşıyorsa- zekâtını (öşür) ödemesi gerektiği kanaatindedirler; Ömer b. Abdülazîz’in uygulaması da bu yöndedir. Bunun delili, “Ey inananlar! Kazandığınız iyi şeylerden ve sizin için topraktan çıkardıklarımızdan infak edin” (el-Bakara 2/267) meâlindeki âyetin hem öşür hem de haraca şâmil olan umumi anlamıdır. Öşür nassa dayalı bir ibadettir; üründen verilir ve sadece zekât âyetinde sayılan sekiz sınıfa taksim edilir. Buna karşılık haraç, müslümanların maslahatını esas alan ictihada dayalı bir nevi cezadır; faydalanma bedeli olarak toprağın kendisine tahakkuk eder ve amme maslahatına harcanır. Dolayısıyla bu farklı iki mükellefiyetin tek şahısta birleşmesine engel yoktur. Bunun benzeri, sahipli bir hayvanı avlayan ihramlının hem avın bedelini tazmin etmek hem de cinayet kefâreti ödemek zorunda olması durumudur. Ancak alınan ürünün cinsi zekât kapsamına girmiyorsa sadece haraç verilir. Böyle bir çifte vergilendirmenin karşısında olan Hanefîler’e göre ise bu durumda sadece haraç tahsil edilir. Delilleri de müslümanlardan haraç ve öşrün birlikte alınmasını yasaklayan hadisle (Beyhakī, IV, 132; Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, III, 442) Hz. Ömer’in müslüman olan Nehrülmelik dihkānından -öşrü zikretmeksizin- haraç alınmasına dair Târık b. Şihâb’a verdiği yazılı emirdir. Hz. Ali ve İkrime’nin de müslümanın hem haraç hem de zekât vermekle mükellef tutulamayacağı, sadece birincisini ödeyeceği kanaatinde olduğu rivayet edilmektedir. Ayrıca hiçbir devlet başkanının Sevâd’dan öşür tahsil etmediği gerçeği bu hususta bir icmâ oluştuğunu göstermektedir. Sonuçta her iki vergi de üretken toprağa bağlıdır; zekâtı verilen besi hayvanlarının ticaretinden ayrıca uşûr (ticaret malının zekâtı) alınmayacağı gibi öşür ve haraç da birlikte tahsil edilmemelidir. Mezhebin meşhur olan görüşüne göre Hanefîler aynı sebeple, ticareti yapılan ekime elverişli topraklardan statüleri dahilinde sadece haraç ya da öşür alınacağı, ayrıca uşûr alınmayacağı kanaatindedirler. İmam Muhammed ise bu iki verginin birden ödenmesi taraftarıdır.

Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî fakihlerinin çoğunluğu, öşür arazisinin zimmîye satılabileceği hususunda ittifak halindedir. Bir rivayete göre İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel, öşürü düşürerek hak sahiplerinin zarar görmesine yol açacağı için bu görüşe karşı çıkmışlardır. Dolayısıyla öşür toprağına sahip olan zimmîye çifte vergilendirme uygulanıp uygulanmayacağı hususunda da ihtilâf doğmuştur. İmam Mâlik, bir rivayette Ahmed b. Hanbel, İbn Şübrüme ve Ebû Yûsuf’a göre, bu durumda Hz. Ömer’in Benî Tağlib hıristiyanlarına yaptığı gibi toprak harâcî statüye geçer, ancak vergi olarak iki kat öşür yani beşte bir tahsil edilir. Zira toprağın zimmîye intikaliyle öşrün düşmesi halinde müslümanlar zarar görecektir. Aynı şekilde zimmînin ticaret malından alınan gümrük vergisi müslümanlar için kırkta bir olan zekâtın iki katıdır ve bu tür vergi gelirleri haraç vâridâtına katılır. İbn Ebû Leylâ ise öşrün varlığını sürdüreceğini ve ayrıca zimmet borcu olan haracın da konulacağını, dolayısıyla her ikisinin birlikte alınacağını ileri sürmüştür. Buna karşılık mezhepte tercih edilen görüşleriyle Hanbelîler, Şâfiîler, Süfyân es-Sevrî, Şerîk b. Abdullah, Ebû Ubeyd ve diğer bir rivayete göre İmam Mâlik, arazinin zimmîye intikaliyle haraç toprağına dönüşmeyeceğini ve üzerine öşür veya haraç yüklenemeyeceğini söylemişlerdir. Çünkü haraç, toprağın müslümanların eline galebe veya sulh yoluyla geçmesi sebebiyle konulur, satış veya mücerret olarak zimmîye intikali neticesinde konulamaz. Müslümanın ise mâlik olduğu öşür toprağının ürününden onda birlik zekâtını ödemesi dinen vâciptir. Halbuki böyle bir dinî mükellefiyeti bulunmayan zimmînin öşür ödemesi söz konusu değildir. Bu durumu, müslümanın elinde iken üzerine zekât düşen hayvanların zimmîye intikalinin onu zekât mükellefi yapmamasına kıyaslamaktadırlar. Ancak İmam Mâlik’e göre bu vaziyette müslümanları öşür gelirlerinden mahrum bıraktığı için zimmîye toprağı bir müslümana satması emredilir. Ebû Hanîfe ve Züfer ise bu durumda arazinin haraç toprağına dönüşeceği görüşündedir. Çünkü İslâm ülkesinde üretken topraktan vergi alınması icap eder ve dolayısıyla öşür ödemekle mükellef olmayan zimmînin haraç vermesi şarttır. Ebû Hanîfe’den gelen bir rivayete göre toprağın statüsündeki değişim satışla birlikte gerçekleşirken diğer rivayete göre söz konusu dönüşüm, ekim yapılsın yapılmasın ilk tarım mevsimi içinde haracın takdiriyle birlikte oluşur. Buna karşılık Süfyân es-Sevrî ve İmam Muhammed, intikal durumunda dahi toprağın eski statüsünü koruyacağını ileri sürmüşlerdir. Çünkü statülerin oluşumunda her arazi


üzerine haraç, öşür gibi bir hak tahakkuk ettirilir ve sahibinin değişmesi bu hakkın dönüşümünü gerektirmez. Kaldı ki aynı hak sahipsiz araziler üzerinde dahi söz konusudur. Bu durumda alınacak öşrün hangi gelir ve sarf kalemlerine katılacağı hususunda İmam Muhammed’den iki farklı görüş rivayet edilmiştir. Birincisine göre, vâcip olan onda birlik oranı sabit kaldığı için vasfı da değişmeyeceğinden zekât kalemine, ikincisine göre ise kâfirin zekât mükellefiyeti olmaması sebebiyle haraç kalemine dahil edilir. Bazı fakihler, ölü toprağın devlet başkanının izniyle zimmîler tarafından ihyasını da câiz görmüşlerdir; ancak bu işlemi yapan kişinin haraç ödemesi gerekir (bk. İHYA).

Fey gelirlerinden sayılan haraç, fakihlerin ittifakla belirttiği üzere müslümanların genel yararı için harcanır. Maslahatın takdiri hususunda ictihada yetkili olan devlet başkanı öncelik sırasına göre tahsisatta bulunmalıdır. Ebû Yûsuf, Şâfiî ve Mâverdî’ye göre sarf yerleri farklı olduğu için fey ve zekât gelirleri birbirlerine karışmamalı, yani ikisi aynı fonda toplanmamalıdır (bk. BEYTÜLMÂL; FEY).

II. TARİHÇE

Merkezî ve Batı İslâm Toprakları. Sevâd arazilerinin tahriri ve buna göre vergi miktarlarının tesbiti için messâh adındaki memurları görevlendiren Hz. Ömer, gerek bu memurlar gerekse her bölgeden celbettiği uzman heyetleri aracılığıyla Sâsânî vergi sistemi hakkında yeterli bilgi topladı. Dağ, bayır, fundalık, bataklık ve çorak yerler gibi tarıma elverişli olmayan alanların hesaba katılmadığı tahrir işlemleri sonucunda Sevâd’ın 36.000.000 cerîb geldiği görüldü. Irak ve Suriye’de haraca esas olan birim alan ölçüsü cerîb iken Mısır’da “feddân” idi. Esas itibariyle bu birim, bir çift öküzle bir günde sürülebilecek alanı ifade etmekle birlikte toprağın türü, konumu, işleme metodu ve nüfusun arazi üzerindeki baskısına göre bölgeden bölgeye değişiklik gösterirdi. Bu birimin yerine Türkler’in hâkim olduğu Anadolu ve Avrupa topraklarında “çift” ya da “çiftlik”, İran’da “zevc” veya “hîş”, Ekber Şah’tan sonraki Hindistan’da ise “bîga” kullanılıyordu.

Hz. Ömer’in ilk defa Sevâd’da başlattığı haraç uygulamasında, önceki sistemde esas olan mesâha usulü örnek alınmakla birlikte vergilendirilecek ürünlerin cinslerinin ve vergi miktarlarının belirlenmesinde müstakil hareket edilmiştir. Sâsânîler zamanında Irak’tan toplanan ve cârî takas ekonomisinde ürünün devletle haraç mükellefleri arasında sabit oranlarda paylaştırılmasını öngören harâc-ı mukāsemenin oranı üçte bir ile altıda bir arasında değişiyordu. Para ekonomisi geliştikçe bu yöntemde haraç tahsil edilene kadar ürünün hasat meydanında bekletilmesi, tahsilâttan sonra nakliye zorluk ve masraflarının ortaya çıkması ve fiyatlardaki dalgalanmanın devlet gelirlerinde değişkenliğe sebebiyet vermesinden kaynaklanan denk bütçe yapma zorluğu gibi uyumsuzluklar hissedilmeye başlandı. Bunlara aynî vergi olarak toplanan ürünlerin piyasaya arzı esnasında görülen spekülatif kazanç temayülleri de eklenmekteydi. Böylece Roma ve Sâsânî hükümetleri, mümkün mertebe nakit cinsinden sabit bir ödeme tarifesi içeren bir sistem (harâc-ı vazîfe) geliştirdiler. Ancak bu yeni sistemde de bazı olumsuzluklar ortaya çıktı; meselâ tahsilât sırasında nakdî vergi tutarını nâdiren elinde bulundurabilen köylüler genellikle ağır şartlar altında borç almak ya da ürünlerini hasat mevsiminin düşük fiyatlarından satmak zorunda kalıyorlardı. Öte yandan hasat vaktinde düşük bedelle aldığı ürünü stoklayan tüccar daha sonra yüksek fiyatlardan satarak haksız kazanç elde ediyordu.

Hz. Ömer’in uygulamasında toprakların verimliliği, sulanabilirliği, tüketim merkezlerine veya pazarlara olan yakınlığı, ürünün cinsi gibi unsurlar da dikkate alınarak farklı vergi miktarları belirlenmiştir (Belâzürî, s. 271; Mâverdî, s. 176). İslâm tarihinin genelinde, kısa aralıklarla kurulan çeşitli hânedanların idaresindeki düzensizlik ve keyfîliğin hüküm sürdüğü bazı dönemler dışında haraç miktarları bu faktörlere göre değişiklik göstermiştir. Ayrıca şehir ve kır kesimleri arasında da ayırıma gidilerek tarım arazilerine sahip oldukları için köylülere, şehirlilerden farklı biçimde orduyu konaklatma ve sefer ihtiyaçlarını karşılayacak “erzâku’l-cünd” ödeme görevleri de yüklenmiştir. Sonraki dönemlerde bu yükümlülük zaman zaman zulümlere yol açmıştır. Hz. Ömer ilk önce buğday, arpa ve hurmaya haraç koymuş, sistem oturdukça diğer bazı ürünler de kapsam içine alınmıştır. Meselâ Mugīre b. Şu‘be valiliği döneminde üzüm, sebze, mercimek ve susamı da vergilendirerek her birine 8’er dirhem haraç tahakkuk ettirmiştir (Belâzürî, s. 269). Hz. Ömer’in getirdiği vergi sisteminin ülke genelinde mesâha usulüne dayalı harâc-ı muvazzaftan ibaret olduğu biliniyorsa da Suriye ve el-Cezîre’de genel tahrir işleminin yapıldığına dair kesin bir bilgiye rastlanmamaktadır. Aslında klasik kaynaklarda bu bölgelerde yürürlükte olan haraç rejimiyle ilgili yeterli bilgi mevcut değildir. Buna karşılık tarihçi İbn Abdülhakem, Mısır Valisi Amr b. Âs’ın âdil bir toprak vergisi sistemi uygulayabilmek için, önceki rejimde de yapıldığı gibi ekime elverişli olan alanlarla bunların verimlilik derecelerini tesbit ettirdiğini bildirmektedir (Fütûĥu Mıśr, s. 152-153).

Mısır’da fetihlerden çok önce, ürün ve vergi miktarını etkileyen Nil sularının debisini düzenli olarak ölçerek taşkın ihtimalini hesaplamak amacıyla nehrin üzerine bir cetvel (Mikyâsü’n-Nîl, Nilometre) kurulmuştu. Bu ölçümler sayesinde yeni mevsim için ürün ve vergi miktarını sağlıklı bir şekilde tahmin ederek güvenli bütçe hesapları yapmak mümkün oluyordu. Nehrin debisiyle ilgili bu hesaplara, arazinin durumuna ve önceki yılda ekilen ürünün cinsine dayanılarak yapılan tahminlere göre bölge bölge takdir edilen toplam vergi miktarları “kānûn” (Grekçe kanon) adı verilen kayıtlara geçirilir ve haraç takdir kurallarını da içeren bu kayıtlar, her yeni mevsim için belirlenecek vergi miktarının esasını teşkil ederdi. Daha sonra bölge bölge takdir edilen toplam miktarlar mükellefler arasında topraklarının genişliğine göre dağıtılırdı. Bu eski vergi sistemi müslümanlar tarafından adalet şartına riayet edilerek aynen korunmuştur. Mısır maliye tarihçileri İbn Memmâtî ve Mahzûmî’nin haraç sisteminin işleyişine dair verdikleri ayrıntılı bilgilerden, arazi tahriri-ürün tahmini-vergi takdiri ve tahsili sürecinde delil, mâsih, şâhid, âmil, müşârif unvanlarını taşıyan çeşitli görevlilerce alan ve ürün araştırmalarının yapıldığı öğrenilmektedir. “Revk” denilen genel tahrir işlemi en geç otuz yılda bir tekrarlanıyordu. Arazi tahririyle vergi tahmin ve tahsili sürecinde kānûnlardan başka “cerîde, sicil, kundâk, mükellefe” adı verilen defter ve tezkireler de tutuluyor, bunlar üzerinde gerektikçe düzeltme ve güncelleştirmeler yapılıyordu (Mahzûmî, s. 58-63; İbn Memmâtî, s. 302-305).

Bizans ve Sâsânî idaresindeki bölgelerin vergi teşkilâtlarına fetihlerden sonra pek müdahale edilmemiş olmalıdır. Çünkü bekāsı için belli büyüklüğe ulaşıncaya kadar mecburen cihad politikasını sürdüren genç İslâm devletinin aktif müslüman nüfusu silâh altında tutmayı tercih


etmesi ve maliye bürokrasisinin ihtiyaç duyduğu yeterli teknik kadroya sahip bulunmaması, tutanak dili olan Grekçe ve Farsça’yı bilen uzmanların yokluğu gibi sebepler eski teşkilâtların muhafazasını kaçınılmaz kılmıştır. Halife Ebû Bekir’in kumandanı Hâlid b. Velîd’in Hîreliler’le yaptığı antlaşmanın bir maddesinde, halkın ödemekle mükellef olduğu vergilerin tahsili ve beytülmâle tesliminden sorumlu tutulması bu tesbiti doğrulamaktadır. Bu antlaşmaya göre, gereğinde kendilerine masrafları beytülmâlden karşılanmak üzere yardımcılar da tayin edilebilecekti (Ebû Yûsuf, s. 156). Mısır’ın fethi sırasında Rumlar’ın İslâm ordularına karşı savaştıkları ve önemli bir kısmının ülkeyi terkettiği, Kıptîler’in ise müslümanlara yardımcı oldukları göz önünde tutulduğunda vergi teşkilâtındaki pek çok kadronun onlara tevdi edildiği düşünülebilir. Amr b. Âs’ın Mısırlı Rumlar’dan yapılacak vergi tahsilâtı için mevcut Kıptî memurları görevlerinin başında bıraktığı ve adaletle hükmeden bu memurların toprakların üretkenliğindeki değişikliklere göre vergileri azaltıp arttırdıkları bildirilmektedir (İbn Abdülhakem, s. 152; Makrîzî, I, 77). Makrîzî’nin kayıtlarına göre Fâtımîler devrinde dahi Kıptî haraç uzmanları tercih edilmiştir. Bu tesbit, malî metinlerde rastlanan Kıptîce terimlerin varlık sebebini de açıklamaktadır. Aslında Şiî Fâtımîler’in Kıptîler’e teveccühünün bir başka sebebi de Sünnî müslümanların kendilerine yakınlık göstermemesiydi. Genelde haraç tahsilâtından sorumlu memurların yerli halk arasından seçilmesi ve bunların başına Arap âmir ve müfettişlerin tayini, divanların Arapçalaştırılması işlemi tamamlanıncaya kadar yoğun bir şekilde devam etmiştir (İbn Abdülhakem, s. 152, 153; Ya‘kūbî, II, 234; Taberî, V, 522-523; VII, 28). Ebû Yûsuf dahi Hârûnürreşîd’e tavsiyeleri arasında, vergi tahsilâtının denetimi için müfettişler ve divan mensubu askerî gözlemciler görevlendirilmesinin gerekliliğini vurgularken (Kitâbü’l-Ħarâc, s. 87) bu hususa dikkat çekiyor olmalıdır. Söz konusu sebeplerle haraç kayıtlarının bölge halklarının konuştuğu dillerde tutulması Abdülmelik b. Mervân’ın (685-705) halifeliğine kadar devam etti. Daha önce Grekçe tutulan Şam bölgesi divan sicilleri ve Farsça olan Irak bölgesi haraç defterleri onun emriyle Arapça’ya tercüme edildi. Bu faaliyet oğlu Velîd zamanında (705-715) sürdürülerek Mısır’daki defterler de Grekçe’den Arapça’ya çevrildi. Aynı işlem Hişâm b. Abdülmelik döneminde (724-743), çoğu kâtiplerinin Mecûsîler’den oluştuğu ve hesaplarının Farsça tutulduğu Horasan divanları için gerçekleştirildi. Böylece 78 (697) yılında başlayan tercüme faaliyeti 124 (742) yılında tamamlandı. Mısır’daki kazılarda bulunan, çoğunluğu II. (VIII.) yüzyıla ait papirüslerden elde edilen bilgiler, burada fetihlerden önce mevcut olan Bizans vergi teşkilâtı ve kayıt dilinin İslâmî dönemde de yüzyılı aşkın bir süre boyunca korunduğunu göstermektedir. Bu metinlerde, Mısır’dan tahsil edilen çeşitli vergiler arasında toprak vergisine karşılık gelen terimin “cizye”, Grekçe’sinin ise “dimosya” (dimosios) olduğu görülür. Bir dönemden sonra vergi yazışmalarına eklenen Arapça tercümelerde rastlanan cizye dışındaki vergi terimleri ise “rızk” ve “darîbetü’t-taâm”dan ibarettir. Mısır vergi sistemi yaklaşık beş asır gibi bir süre çok fazla değişikliğe uğramadan devam etmiş olmalıdır. Tahrir esasına göre vergi takdiri Mısır dışındaki doğu İslâm topraklarında da uygulanmıştır.

Halife Muâviye, vergi gelirleri üzerindeki kontrolünü arttırabilmek için eyaletlerde müstakil birer haraç dairesi kurdu. Daha sonraki dönemlerde her eyalette bir Dîvânü’l-harâc oluşturuldu ve bunlar, devlet merkezinde maliye işlerini yürüten Dîvân-ı A‘lâ, Dîvânü’l-mâl, Dîvân-ı İstîfâ veya Dîvân-ı Büzürg gibi büyük divanlara bağlı olarak faaliyet gösterdi. Bölge divanlarında tutulan bütün defterlerin birer nüshası kontrol edilmek ve arşivlenmek üzere büyük divana intikal ederdi. Meselâ Selçuklular ve Hârizmşahlar’da malî işler, devlet merkezinde bulunan Dîvân-ı Büzürg’ün bünyesindeki dört divandan biri olan Dîvân-ı İstîfâ başkanı müstevfî aracılığıyla yürütülürdü. Muhtemelen Karahanlılar döneminde de aynı uygulama sürdürüldü. Doğu Karahanlılar’da müstevfî, kâtip ve âmil yerine sırasıyla “agıcı, bitikçi” ve “ımga” unvanları kullanılmaktaydı. Selçuklular, Hârizmşahlar ve Zengîler döneminde “hukūk-ı dîvânî” adı verilen vergiler arasında yer alan haraç hakkında vilâyetlere has kanunlar mevcuttu ve sâhib-i harâcın sorumluluğundaki bu kanunlarla bağlantılı olarak “destûr” ve “avârece” denilen çeşitli defterler tutulurdu. Bunların muhafaza edildiği merkeze İlhanlılar devrinde “beytü’l-kānûn” adı veriliyordu.

Arazi tahririnin ardından kanunlara göre yapılan haraç tahmini işlemine Arapça’da “ibre” deniliyordu. Bu işlemde arazinin belli bir süre zarfındaki ürününün düzenli aralıklarla tesbitine dayanan ortalama verimliliği tahmin edilir, ayrıca sulama şartları ve tabii âfetlerin vukuunda uygulanan indirim veya muafiyetler hesaba katılırdı; ıskat edilmiş haraçlar ise kayıtlardan silinirdi. el-Cezîre, Şam ve Musul’daki arazi tahrir ve vergi takdir işlemi Abdülmelik b. Mervân tarafından değiştirilerek haraç miktarları toprakların şehir merkezlerine olan uzaklıklarına göre yeniden belirlendi. Yeni işlemde bir günden az çeken mesafeler yakın, fazlası uzak kabul edildi ve yakındaki ekinliğin 100 cerîbine, bağın 1000 teveğine, zeytinliğin 100 köküne 1 dinar ek haraç konuldu; uzaktakilerde ise aynı haraç miktarına esas teşkil eden alan ölçüsü veya kök sayısı bunun iki katıydı (Ebû Yûsuf, s. 44-45).

Sevâd’da fetihten sonra başlatılan harâc-ı muvazzaf usulü Abbâsîler devrine kadar yürürlükte kaldı. Ebû Ca‘fer el-Mansûr döneminde fiyatların düşüp elde edilen ürünün haracı karşılayamaz hale gelmesi köylülerin topraklarını bırakıp kaçmalarına ve ülkenin harap olmasına yol açtı (Mâverdî, s. 176). Bunun üzerine Mansûr tarafından yapılan vergi reformuyla birlikte harâc-ı mukāseme usulüne geçildi. Mehdî de babasının başlattığı bu uygulamayı sürdürerek tabii yollardan sulanan topraklardan ürünün yarısını, çıkrıklarla sulananlardan üçte birini, dolaplarla ve develerle sulananlardan dörtte birini haraç olarak aldı; hilâfetinin sonlarına doğru da tabii yollardan sulanan topraklar için haraç oranını beşte üçe yükseltti. Ancak halefi Hâdî’nin de benimsediği bu oran Hârûnürreşîd devrinde tekrar eski seviyesine düşürüldü. Bu reformun genel olmadığı ve özellikle İran’da uygulanmadığı görülmektedir. Gerçekte birçok eyalette karma bir sistem vardı; yani hububat ve imalâtta kullanılan, dolayısıyla daha çok ticarî fayda sağlayanlar başta olmak üzere belli tarım ürünlerinden mukāseme usulüne dayalı aynî tahsilât yapılırken diğerleri nakden vergilendiriliyordu. Bir ürünün diğerinin yerine alınmasına da meselâ buğdayın iki katı arpa karşılığında kabulüne izin verilmekteydi ve bunun için çevrim (tasrîf) listeleri hazırlanıyordu. Bu durum, belli bir değerlendirme tablosuna uygun olarak yapılan nakdî ödeme şeklinde dahi geçerliydi.

Çoğunlukla diğer vergiler gibi haraç da -özellikle nakdî olanı- yılda iki defa çeşitli taksitler halinde tahsil edilirdi (meselâ


291-292 yıllarına ait birleştirilmiş haracın üçüncü taksidinin orijinal alındısı için bk. Smith-al-Moraekhi, LXXVIII/2, s. 165). Vergi yükümlülüklerini yerine getirmekten âciz olanların borçları kaydedilerek gelecek tahsil dönemine ertelenirdi. Genellikle borçlar üst üste biriktiği için belli bir zaman sonra devletle mükellef arasında uzlaşma sağlama yoluna gidilirdi. Aynî vergiler -hasat mevsimi değişmeyeceği için- daha çok güneş yılına göre (es-senetü’l-harâciyye, sâl-i harâcî) tahsil edilirdi. İltizam ve mukātaa sistemlerinde olduğu gibi akde dayalı tahsilât ise mümkün mertebe ay yılına (es-senetü’l-hilâliyye) göre 1 Muharrem’de yapılırdı. Fâtımîler’le Eyyûbîler’in idaresinde Mısır toprak vergilerinin harâcî ve hilâlî olmak üzere ikiye ayrılmasının sebebi de bu olmalıdır (meselâ Feyyûm’daki bazı toprakların 402-405 yıllarına ait damân taksitlerinin orijinal alındıları için bk. G. Khan, s. 508-543). Dolayısıyla ay takvimine göre, güneş takvimine kıyasla her otuz üç yılda bir fazladan bir yıllık vergi daha alınmaktaydı. Bu sebeple Abbâsî halifelerinden Mütevekkil-Alellâh, Mu‘tazıd-Billâh, Mutî‘-Lillâh, Müstazhir-Billâh ve Müstencid-Billâh dönemlerinde bazı yılların haraçları tehir edilerek her iki takvim arasında eşleştirmeler yapılmıştır.

Emevîler döneminde vergi tahsil usulü olarak benimsenen iltizam Abbâsîler devrinde yaygınlık kazandı; ancak sebebiyet verdiği suistimaller yüzünden bu hânedanın yıkılma sürecini hızlandırdı. Sonraki dönemlerde de devlet ve iktâ sahipleri iltizam uygulamasını sürdürdüler. İktâdâr ya da mültezimler haracın tahsili yanında toprağın imarından da sorumlu tutulurdu. İltizam usulüyle taahhüt edilen vergi miktarı mültezimden taksitler halinde alınırdı. Özellikle Mısır Fâtımî idaresinin ilk dönemlerinde iltizamlar dört yıllığına açık arttırmayla yapılırdı. Sonraları bu süre otuz yıla kadar çıkarıldı; hatta taksitlerini ödedikleri müddetçe toprakların mültezimlerin uhdesinde kalması yönünde bir karar alındı. Haraç vergisinin toplanmasını sağlayan mahallî divanların başkanları veya bölge valileri, divanda kayıtlı askerlerle diğer memurların maaşlarını bu gelirden öderlerdi. Köprü, yol ve sulama kanallarının yapımı gibi bayındırlık faaliyetleri için gerekli harcamalar da bu fondan karşılanırdı. Valiliklerin gözetimindeki mahallî divan teşkilâtının topladığı vergilerin ihtiyaç fazlası merkezden gönderilen memurlara teslim edilerek büyük divana aktarılırdı. Bu uygulama bütün İslâm coğrafyası için geçerli olmuştur.

Yapılan bütün düzenlemelere rağmen Halife Ömer döneminde Sevâd’dan elde edilen haraç gelirlerinin seviyesine sonraki dönemlerde ulaşılamamıştır. Hatta Haccâc b. Yûsuf’un zulmü sebebiyle düşen haraç gelirlerinin Ömer b. Abdülazîz’in adaletli vergi politikası sayesinde tekrar yükselmesi dahi eski seviyeyi yakalamaya yetmemiştir. Kaynaklarda, çeşitli bölgelerden değişik zamanlarda toplanan gelirlerin haraç adı altında dökümü yapılmaktaysa da genellikle cizye ve uşûru da ihtiva eden bu rakamları ihtiyatla karşılamak gerekir. Ancak Emevîler’in haraç gelirlerinin, arazinin bir bölümünün öşrî statüye geçirilmesi ve bir kısım köylülerin topraklarını bırakıp kaçması yüzünden ziraatın ihmali sebebiyle genelde düşme gösterdiği kesindir. Hişâm b. Abdülmelik gibi bazı halifeler, bütçelerinin en önemli kalemi olan haraçtaki düşüşü önlemek için bir yandan harâcî arazilerin, öte yandan da vergi miktarlarının arttırılması yoluna gitmişlerdir (Makrîzî, I, 98).

Müslüman Araplar zamanla ele geçirdikleri haraç topraklarından sadece öşür ödemeye başlamışlardı. Fakat ümmetin ortak malı kabul edilen harâcî toprakların alınıp satılması fakihlerce hoş karşılanmamış, müslümanların buraları zorla alması da uygun bulunmamıştır. Çünkü geliri halkın tamamına yönelik hizmetlere tahsis edilen bu toprakların özel mülk haline getirilmesinin kamu hizmetlerini önemli ölçüde aksatacağı muhakkaktır. Bununla birlikte Emevîler zamanında bu kuralın kısmen de olsa ihlâl edildiği, ancak devlet tarafından karşı tedbirler alındığı anlaşılmaktadır. Meselâ Haccâc Fırat çevresindeki bu tür toprakların statüsünü tekrar harâcîye çevirmiştir. Ömer b. Abdülazîz ise fiilî durum sebebiyle bu ve benzeri toprakların statüsünü öşrî olarak belirlemiştir. Bunun üzerine Sevâd’daki bazı mevâlî, müslüman Araplar’a yapıldığı gibi topraklarının öşrî sayılması için Ömer b. Abdülazîz’e başvuruda bulunmuş, fakat talepleri reddedilmiştir (Yahyâ b. Âdem, s. 58-59; Ebû Ubeyd, s. 174; İbn Asâkir, I, 596). Fırat kenarındaki topraklar sonraki dönemde Ömer b. Hübeyre tarafından tekrar harâcî sayılmış, Hişâm b. Abdülmelik devrinde kısmen, Mehdî zamanında ise tamamen öşrî statüye geçirilmiştir (Belâzürî, s. 361). Öte yandan Ömer b. Abdülazîz müslüman Araplar’ın 100 (718) yılına kadar sahip oldukları haraç arazilerine öşrî statü kazandırmış, ancak fey telakki ettiği bu topraklardan söz konusu tarihte hâlâ zimmîlerin elinde bulunanların müslümanlara (muhtemelen Araplar’a) satılmasını yasaklamıştı (Ebû Ubeyd, s. 175; İbn Asâkir, I, 587-588, 596). II. Yezîd ve Hişâm b. Abdülmelik’in de Ömer b. Abdülazîz’in koyduğu bu kuralı uyguladığı bilinmektedir (a.g.e., I, 587, 596). Buna rağmen Hişâm döneminde haraç toprağı edinip haraç ödeyen Araplar’ın varlığı (Taberî, VII, 173), satış işleminin devlet iznine bağlanmış olmasıyla açıklanabilir. Daha sonra alım satım, mehir ve miras yoluyla tekrar müslümanlara intikal ederek öşrî statüye geçen haraç toprakları Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafından 140 (757) ya da 141 (758) yılında kurulan heyetlerce mümkün olduğu ölçüde harâcîye çevrilmiştir (İbn Asâkir, I, 596). Bütün bunlardan, Ömer b. Abdülazîz’in usulünün daha sonra, sahibinin kimliğine bakılmaksızın haraç toprağına haraç konulması şeklinde uygulandığı sonucu çıkarılabilir.

Vergi politikası bölgelere göre önemli farklılıklar göstermekteydi. Aslında şarkiyatçıların Abbâsî uygulamasını kutsallaştırmaya çalıştıklarını ileri sürdükleri fakihlerin yaptıkları, halifelerle iş birliği ederek vergi sisteminin standardizasyonunu ve merkezîleştirilmesini sağlamaktan başka bir şey değildi. Fakihlerin muhalefetine rağmen (meselâ bk. Ebû Yûsuf, s. 118) mükelleflere, İslâm tarihi boyunca -istisnaî dönemler hariç- vergi memurlarının maaşlarını ve diğer bazı masrafları karşılamak üzere az miktarda bazı ek vergiler yüklenegeldi. İlk defa Ziyâd b. Ebîh’in valiliği devrinde haraca nakliye masrafları eklenmiş ve yine onun tarafından kaldırılmıştır (Kalkaşendî, I, 424). Ancak sonraki dönemlerde bu uygulamaya sık sık başvurulmuştur. Meselâ Büveyhîler devrinde haraca ek olarak ölçüm memurları “eyîn”, tahsildarlar ise “hakku’l-cehbeze, hakku’l-kifâye, ücret, küsûr” veya “revâc” adı altında belli bir ücret tahsil etmişlerdir (Ebü’l-Vefâ el-Bûzcânî, s. 279).

Zaman içinde aşırı vergilendirmelerden veya vergi memurlarının keyfî uygulamalarından kaynaklanan zulümden kurtulmak için pek çok köylü topraklarını iktâ sahibi nüfuzlu beylere teslim ederek kiracı konumuna düştü. Meselâ Fırat kenarındaki Şuaybiye halkı, kendilerine yüklenen harâc-ı mukāsemenin oranının düşürülmesi karşılığında topraklarını Hârûnürreşîd’in oğlu Ali’ye vererek onun


adına çiftçilik yapmaya başladılar. Halifeyle görüşen Ali, öşrî statüye kavuşturulmasını sağladığı bu haraç topraklarını daha az bir vergi karşılığında bölge halkına işlettirdi (Belâzürî, s. 364). X-XI. yüzyıllarda Büveyhîler’in hâkimiyeti altındaki Irak’ta da durum böyleydi. “Telcie” adı verilen bu uygulama azalmakla birlikte Selçuklular ve İlhanlılar devrinde de devam etmiştir (Lambton, Continuity, s. 139-140). Miktarı gittikçe artan ve ek vergilerle katmerleşen haracı ödeyemeyen yerlilerin bir başka kurtuluş yolu köylerini bırakıp kaçmaktı. Toprakların âtıl kalıp harap olmasına ve vergi gelirlerinin azalmasına sebebiyet verdiği için kaçan kişiler her dönemde sürekli takip edilmiş ve yakalananlar geri getirilerek malî ve fizikî cezalara çarptırılırken yataklık yapanlara para cezaları uygulanmıştı. Meselâ Emevîler zamanında özellikle el-Cezîre’de Haccâc b. Yûsuf’un, Yukarı Mısır’da da Kurre b. Şerîk’in valiliği sırasında bu tür olaylara çok sık rastlanmıştır. Fakat bu yöntemle haraç gelirlerinde ciddi bir artış sağlanamamıştır. Ayrıca kaçmaları önleyici bir başka yöntem olarak da isteyen çiftçilere “tekāvî” adı altında ödünç tohumluk dağıtılmıştır.

İhşîdîler devrinde haraç oranlarının aşırılığı ve sulama sistemlerinin bozulması yüzünden haraç ödemeyi durduran köylüler orduya saldırmaya başlamış ve Fâtımîler’i Mısır’ı işgale davet etmişlerdi. Ne var ki Fâtımîler’in hâkimiyetinin ardından Halife Muiz-Lidînillâh’ın askerî, siyasî ve malî konularda tam yetkili kumandanı Cevher es-Sıkıllî de haraç miktarını % 100 arttırmıştı.

Abbâsîler döneminde, haraç indirim ve muafiyetlerini veya standart bir verginin tediyesinin doğrudan hazineye yapılması imtiyazını ifade eden “îgār” uygulaması yürürlüğe konuldu. Bu uygulamaya daha çok vergi idaresinin zor olduğu bölgelerde yahut çeşitli gerekçelerle bazı mükelleflere imtiyaz sağlanması istendiğinde başvurulurdu. Meselâ İran’ın batısındaki Merc ve Kerec bölgeleri bu imtiyaz sebebiyle Îgāreyn olarak anılmaktaydı. Ancak sonraki asırlarda, özellikle Irak’ta Büveyhîler’in emrindeki Türk kumandanlarının başlattığı ve Fâtımîler’in geliştirip yaygınlaştırdığı askerî iktâ sistemiyle birlikte bu uygulama ortadan kalktı. Muhtemelen askerî iktâ ile paralel olarak mukāseme sistemi de yaygınlaştı. Çünkü genelde iktâ sahipleri hububatın doğrudan teslimini hayvanları için daha faydalı buluyorlardı. Teoride köylüler üzerinde hiçbir hukukî yaptırım gücü olmayan iktâ sahipleri kendi topraklarının devlet tarafından takdir edilen haracını bir nevi kira gibi tahsil ederler ve eğer muafiyetleri yoksa bunun bir kısmını devlete aktarırlardı. Eyyûbîler de askerî iktâ geleneğine uydu. Makrîzî, Selâhaddîn-i Eyyûbî devrinden (1171-1193) itibaren bütün ekilebilir toprakların askerî iktâya dönüştürüldüğünü söylemektedir. Selçuklular askerî iktâ uygulamasını iyice sistemleştirmiş ve siyasî merkezkaç kuvvetini engelleyerek uç bölgeler üzerindeki devlet otoritesini güçlendirmek için iktâların iki üç yıl gibi kısa aralıklarla el değiştirmesi prensibini uygulamaya koymuşlardır. Böylece konumları neredeyse vergi tahsildarlığı durumuna düşürülen iktâ sahiplerinin hem aşırı haraç tahsili yaparak köylüleri sömürmelerinin, hem de merkezî otoriteye baş kaldırmalarının önüne geçilmesine çalışılmıştır. Ayrıca vergi tahsildarları ehliyetli kişiler arasından seçilmiş ve sürekli denetimlerde bulunacak müfettişler görevlendirilmiştir. Fakat bu uygulama İlhanlılar devrinde olumsuz sonuçlar vermeye başlamış ve iktâ sahipleri nasıl olsa yakında terketmek zorunda kalacakları gerekçesiyle sulama sistemlerini ihmal ederek toprakların harabiyetine ve haraç gelirlerinin düşmesine yol açmışlardır.

Salgurlular devrinde kıtlık sebebiyle haracını ödeyemeyen köylüler topraklarını bırakıp kaçmaya başladılar. Zaman zaman bu insanları geri getirme teşebbüsleri çerçevesinde toprakların imarı yoluna gidildi. Fars eyaleti gelirlerinin saltanat ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğini gören Sa‘d b. Zengî (1203-1231), Dîvân-ı İnşâ reisi İmâdüddin Mîrâsî tarafından dinin muhafazası yolunda zenginlerden daha fazla vergi toplanmasının tecviz edildiği yönünde teşvik görünce haraç oranlarını arttırdı. “Mîrâsî nizamı” adı verilen bu düzenlemelerden sonra sulak arazilerden ürünün yarısı, toprağının durumu ve sahibinin statüsüne göre suni olarak sulanan arazilerden ise dörtte biriyle onda biri arasında değişen oranlarda haraç tahsil edildi. Vassâf sert bulduğu bu nizamı eleştirmektedir (Târîħ, s. 94-95).

Moğollar, istilâ ettikleri İslâm topraklarında ve özellikle Müslümanlığı benimsemeden önceki dönemlerinde otorite kurup asayişi sağlayıncaya kadar İslâmî adalet anlayışının hâkim olduğu Selçuklu dönemine kıyasla vergileri anormal derecede arttırmışlardı. İlhanlılar devrinde haraç oranları eyaletlere göre değişiklik gösteriyordu. Bazılarında ürünün % 25-33’ü civarında olan toprak vergileri Hûzistan ve Irak gibi yerlerde % 60-66’ya kadar çıkabiliyordu. Bu dönemde de keyfî uygulamalardan kaynaklanan kaçmalar sebebiyle toprakların büyük bir kısmı harap olmuştu. Kaçan köylülerin takibi ve yerlerine iadesi için çok sıkı tedbirler alınmış, ancak yine de toprakların sadece onda birinin işlenmesi sağlanabilmişti. İlhanlı Hükümdarı Abaka Han zamanında (1265-1282), bütün Irâk-ı Arab’ın idaresinden sorumlu olan Atâ Melik Cüveynî uzun hizmet süresi zarfında daha önce çöken sulama sistemini geliştirdiği gibi köylülerin vergi yükünü de hafifletti. Gāzân Han da (1295-1304) haraç miktarını azaltarak bazı eyaletlerde mesâha usulünü benimsedi ve köylülere zulmedilmesini yasakladı; ayrıca mükelleflere aynî vergilerin hazine ambarlarına nakil masraflarına ve vergi memurlarının ücretlerine karşılık herhangi bir ek vergi (resm-i harz ve mesâha) yüklenmemesini emretti. Gāzân Han bunlardan başka, neredeyse tamamını askerî iktâlara dönüştürdüğü toprakların tevârüs edilmesine de imkân tanımıştı. Neticede bütün bu tedbirler semeresini verdi ve hem üretim hem de vergi gelirleri artmaya başladı. Ancak mesâha usulünün tabiatı gereği zulmü tamamen ortadan kaldırmak mümkün olamadı ve kaçma tamamen önlenemedi. Bundan dolayı Fars eyaletinde 706 (1306-1307) yılında mesâha usulünden vazgeçildi.

Memlükler devrinde vergi ödemeye gücü yetmeyen köylülerin kaçması yüzünden Mısır’daki bazı toprakların harap olması üzerine “arzü’l-havz” adı verilen yeni bir arazi statüsü geliştirildi. “Arâzî-i havz” adıyla Osmanlı Devleti’nde de varlığını sürdüren bu uygulamaya göre devlet söz konusu toprakları işleterek haracını alıp masrafları düştükten sonra kalan geliri sahiplerine veriyordu (bk. ARAZİ). Zaman içinde Mısır ve Suriye’deki iktâların bir kısmı devletin tasarrufundan kaçırılmak için iktâ sahipleri tarafından vakıf arazilere dönüştürüldü. Ancak Memlükler, haraç mükellefiyeti bulunduğu gerekçesiyle vakıflardan da bu vergiyi tahsil etmek istediler. Bunun üzerine bazı fakihler, eski sahiplerinin savaşlar ve salgın hastalıklar gibi sebeplerle mirasçısız ölmeleri sonucunda Mısır topraklarının hemen hemen tamamının Memlükler devrine kadarki süreç içinde devlete intikal ederek harâcî statüden çıktığını ve


işletecek güçte olanlara kiralandığını, devletin buralardan topladığı gelirin de haraç değil kira olduğunu açıklayan fetvalar verip Zeynüddin İbn Nüceym’in et-Tuĥfetü’l-marżiyye fi’l-arâżi’l-Mıśriyye’si gibi müstakil eserler kaleme aldılar.

Yukarıdaki açıklamalar Mısır, Irak, Suriye, Filistin ve Anadolu gibi merkezî İslâm toprakları için geçerlidir. Kaynaklardaki bilgilerin azlığına rağmen batı İslâm topraklarındaki uygulamaların doğudaki kadar sistemli ve belirgin olmadığı anlaşılmaktadır. Haraç, öşür ve cizye vergileri net bir şekilde birbirinden ayrılmamıştır. Özellikle toprakların statülerindeki belirsizlik tahsil edilecek vergilerde de karışıklığa yol açmıştır. Meselâ kamu maliyesi yazarlarından meşhur Mâlikî hukukçusu Ahmed b. Nasr ed-Dâvûdî, eserinin İfrîkıye, Endülüs ve Sicilya topraklarının statüsünü incelediği müstakil bölümünde en azından fakihlerin nazarındaki bu belirsizliği vurgulamaktadır (Kitâbü’l-Emvâl, s. 70-81, 151). Ayrıca onun naklettiği bazı rivayetlerde dahi cizye ile haracın birbirine karıştığı görülmektedir (a.g.e., s. 43-44). Mesâha esasına göre vergi takdiri batı bölgelerinde, özellikle Mağrib’de daha dar kapsamlı ve kesinlikten yoksun bir özellik arzediyor gibidir. Harâc-ı muvazzaf uygulaması İfrîkıye’de Fâtımîler tarafından yaygınlaştırılmış olmalıdır. Buna karşılık Merâkeş’te Muvahhidler devrinde İbn Tûmert’in doğu seferinden dönüşünün ardından bütün toprakların tahririne başlanmıştır. İbn Ebû Rendeka et-Turtûşî’ye göre Belensiye (Valencia) topraklarında Âmirî Meliki Abdülmelik b. Abdülazîz b. Abdurrahman’a kadar askerî iktâ sistemi uygulanmıştır. Onun döneminde (1060-1065) eski iktâ sistemi kaldırılarak paralı ordu uygulamasına ve haracın tahsildarlar aracılığıyla toplanması usulüne geçilmiş, ancak vergi memurlarının suistimalleri sebebiyle sistem çökmüştür. Daha sonra Murâbıtlar’dan Yûsuf b. Tâşfîn’in hâkim olduğu bölgede iktâ sistemi tekrar tesis edilmiştir (Sirâcü’l-mülûk, II, 498-499).

İran ve Mâverâünnehir. Haraç tabiri Farsça’da hem toprak vergisi hem de genel olarak vergi (bâc) anlamında kullanılagelmiştir; haraç mükelleflerine de haraçgüzâr denilmektedir. Ancak Celâyirliler, Timurlular, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safevîler ve Kaçarlar gibi İran topraklarına hâkim olan çeşitli hânedanlar zamanında, muhtemelen diğer düzenli vergilerin yanında haracı da ifade etmek için “mâl, emvâl, mâliyât, mâliyât-ı arzî” tabirlerinin sıkça kullanıldığı görülmektedir. Ayrıca haraç yanında tarım ürünlerinden “fürû / fürûât” ve “sâdırât / sâdiriyyât” gibi değişik isimler altında başka vergiler de tahsil edilmiştir (Lambton, Landlord, s. 102-103). Müslümanların hâkimiyetine girmiş diğer bölgelerde olduğu gibi İran’da da devlet gelirlerinin ana kalemini haracın meydana getirdiği ve toprak rejiminin devletin bekāsı için büyük bir önem arzettiği söylenebilir. Fars idarî geleneğini yansıtan siyâsetnâme literatürü yazarlarının hemen hepsi, bu gerçekten hareketle eserlerinde vergi hususunda adaletli davranmanın zorunluluğuna dikkat çekmişler ve özellikle normal şartlarda aşırı vergi konulması yahut kıtlık sırasında indirime gidilmemesi gibi durumların toprakların harabiyetini beraberinde getireceğini, bunun da devletin geleceğini tehdit edeceğini vurgulamışlardır. Vergi memurlarının varlıklı ve faziletli kişiler arasından seçilmesi hususu da üzerinde önemle durulan meselelerdendir. Çünkü bu vasıfları taşıyan bir kişinin kesesi dolu ve gözü tok olacağından mükellefleri sömürme ihtimali azdır. Meselâ Gāzân Han’ın veziri Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî bu konu üzerinde duranlardandır (Mükâtebât-ı Reşîdî, s. 118). Mâzenderânî de İlhanlılar döneminde vergi tahsilâtındaki belirsizlik ve memurların keyfî davranışlarından kaynaklanan kaçma sebebiyle toprakların harap olduğundan yakınmaktadır (Risâle-i Felekiyye, s. 172).

Ögedey, sistemin uygulanmasındaki başıboşluk ve keyfîliği gidermek için ikinci kurultayda (1236) alınan kararlar gereği vergi standardizasyonunu sağlamaya çalışmış ve toprak vergilerini % 10 olarak belirlemiştir. Bununla birlikte bitikçilerden maliye müsteşarı mesabesindeki sâhib-i dîvânlara kadar vergi takdir ve tahsilâtının her seviyesinde rastlanan suistimallerin önü alınamamıştır. Hatta haracın tekrar tekrar tahsil edildiği durumlara rastlandığı gibi ödeme yapamayanlara işkence edildiği de olmuştur (Uzunçarşılı, Medhal, s. 241). Bazı yörelerde toplanan vergiler hazineye gönderilmemiş, bu durumdan haberdar olmayan hazine ise mal aldığı kişilere söz konusu yerlerin vergisine karşılık havale senetleri (berat) tediye etmiştir. Böylece senet sahipleri vergileri ikinci defa toplamışlardır (Barthold [1931], s. 148). Bazı bölgelerde senetlerin bir kısmının ödenmemesi, bazı bölgelere ise aşırı senet havalesi gelir hesaplarını altüst etmeye başlamıştır. Gāzân Han, bu düzensizliğin önüne geçmek için büyük divanda görev yapacak ve devlet tarafından her eyalete çıkartılan havale senetlerini tescil edip toplamları vergi gelirleriyle karşılaştıracak, böylece karşılıksız senet tanzimini önleyecek birer bitikçi atamıştır. Reşîdüddin’e göre bu uygulama kesin başarı sağlamıştır (Târîħ-i Mübârek-i Ġāzânî, s. 254-255; Lambton, Continuity, s. 209, 212-213). Gāzân Han’ın malî reformları çerçevesinde her vilâyete ait vergi kanunları tahta, metal ya da taştan levhalara yazılarak uygun yerlere asılmış ve bunlarda açıklanan vergilerden fazlasının tahsilâtına fırsat verilmemeye çalışılmıştır. Ayrıca emirlere karşı gelerek mükelleflere zulmeden memurlar için ağır cezalar konulmuştur. Ancak bu düzenlemeleri getiren irade 22 Şubat 1304 tarihinde, yani Gāzân Han’ın ölümünden az bir süre önce neşredilebilmiştir.

İran’da fakihlerin dörtlü tasnifindeki mîrî (emîrî), vakıf, mevât (ölü) ve mülk arazilerden birincisi genellikle haraçtan muaftı (meselâ Selçuklular dönemi için bk. Uzunçarşılı, Medhal, s. 148). Ancak iktâ edilen mîrî arazilerden, vergi muafiyeti tanınmaması halinde genelde oranı düşük tutulan haraç bir nevi kira gibi tahsil edilirdi. XIV. yüzyılda iktâ kavram ve kurumunun yerini “suyurgal” almıştı. XV. yüzyılda ise özellikle eyalet iktâsı yerine belli bir hizmet karşılığında verilen geçici toprak veya haraç geliri tahsisi anlamındaki “tiyûl” kavramı getirilmişti. Aslında Timur’un suyurgalleri eski eyalet iktâlarına benziyordu. Fakat Timurlular’dan sonra suyurgal ve tiyûl sahipleri, tasarrufları altındaki toprakların haracını topladıkları gibi çoğunlukla belli bir kamu hizmetini yürütme karşılığında devlete vergi ödemekten de muaf tutuldular (Minorsky, BSOAS, IX/4 [1938], s. 956-958). Bazan tek bir tiyûldâra muhtelif küçük toprakların haracı havale edilirdi. Bunları bizzat toplamayı külfetli ve masraflı bulan tiyûldârların havale senetlerini iskonto yaparak vergi tahsildarlarına devrettikleri de olurdu.

İlhanlılar, Timurlular, Akkoyunlular, Safevîler ve Kaçarlar’a ait belgelerden anlaşıldığı kadarıyla vakıf araziler genelde haraçla mükellef tutulmazdı (Curzon, II, 470, 489; Lambton, Landlord, s. 104). Ölü toprakların ise ihya yoluyla ekonomiye kazandırılması genellikle teşvik edilmiş ve bu çerçevede geçici haraç muafiyetleri yahut indirimleri sağlanmıştı. Sık sık eskileri yıkılıp yenileri kurulan


hânedanların nüfus kıyımı ve baskıcı vergi politikaları sebebiyle toprakların büyük bir kısmının harap olduğu hatırlandığında bu tedbirin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Meselâ Saffârîler Fars eyaletini ele geçirince haracı fazla arttırmışlar ve köylüler de topraklarını bırakıp kaçmak zorunda kalmışlardı. Bu hususta belki de en büyük felâket Moğol istilâsıyla birlikte yaşanmış ve Belh, Şübûrkān, Tâlekân, Merv, Serahs, Herat, Türkistan, Rey, Hemedan, Kum, İsfahan, Merâga, Erdebil, Berdea, Gence, Bağdat, Musul, Erbil gibi şehirlerde yaşanan büyük kıyımlar ve toplu göçler sebebiyle topraklar harap olmuştu (Reşîdüddin, Târîħ-i Mübârek-i Ġāzânî, s. 349-356; Petrushevsky, V, 483-491). Bazan kaçmalar sebebiyle harap olan toprakların üretime kazandırılmak üzere devlet tarafından müsadere edildiği de görülmüştür. Ancak fakihler bu tür uygulamalara karşı çıkmış ve meselâ Salgurlular’dan Atabeg Ebû Bekir b. Sa‘d b. Zengî’nin müsadere ettiği bir kısım İran toprağının eski sahiplerine iadesini sağlamışlardı (Vassâf, s. 163). Buna karşılık özellikle Gāzân Han devrinde devletin bütün kurumları ile istikrar bulması üzerine gerçekleştirilen toprak ve vergi reformu çerçevesinde sağlanan haraç indirimleriyle ölü toprakların diriltilmesi teşvik edilmişti. Buna göre işlenmesine başlanan toprak ilk sene vergiden muaf tutulacak, ikinci sene mûtat miktarın üçte biri, üçüncü sene de verimliliğine göre iyi, orta ve kötü durumdaki topraklardan sırasıyla mûtat miktarın dörtte üçü, üçte ikisi ve yarısı haraç olarak alınacaktı; dördüncü seneden itibaren ise mûtat miktarın ödenmesine başlanacaktı (Reşîdüddin, Târîħ-i Mübârek-i Ġāzânî, s. 303-309, 349-356). Bunun yanında devlet, sulama sisteminin yeniden geliştirilmesi için de ciddi çabalar sarfetmişti. Ayrıca valilere ihtiyaç sahibi mükelleflere dağıtılmak üzere tohumluk hububat, tarım araçları ve çift hayvanları sağlanmış, ihmalkâr davrananların şiddetle cezalandırılacağı da vurgulanmıştı. Bundan başka 3 Receb 700 (14 Mart 1301) tarihli bir kanunnâme ile hassa ve vakıf arazileri otuz yıl boyunca fiilen işlemiş olan kişilerin mülkiyet hakkı bir daha dönülmeyecek şekilde onaylanmış ve aleyhlerinde açılan davalar düşürülmüştü.

Gāzân Han’ın ölümünden sonra Olcaytu ve Ebû Said Bahadır Han devirlerinde sistem tekrar zaafa uğramış, suistimal ve zulüm yeniden baş göstermiş, kaçma yüzünden topraklar harap olmaya başlamış ve dolayısıyla haraç gelirleri azalmıştı. Vergi gelirlerini korumak için âtıl bırakılan topraklardan dahi haraç alınıyordu. Bu sebeple 705 (1305-1306) yılında Fars eyaletinde mesâha usulü kaldırılarak âtıl topraklardan haraç tahsili durdurulmuştu. Bu tedbirle birlikte topraklar tekrar işlenmeye başlanmışsa da 718 (1318) yılında Ebû Said Bahadır Han tarafından eski uygulamaya dönülmüş ve sistem yine çökmüştü (Vassâf, s. 446, 507, 631). Bunun üzerine mükelleflerden fazla vergi alınmasını yasaklayan fermanlar çıkarılarak kitâbeler halinde kaza ve köylerde cami, kale gibi toplantı yerlerinde halkın dikkatine sunulması emredilmişti (bunlardan Ankara Kalesi’nin dış kapısındaki bir ferman için bk. Wittek [1931], s. 162-163; Gürcistan’ın Ani şehrindeki bir cami duvarında bulunan kitâbe için bk. Barthold [1931], s. 137-138). Ayrıca vezir Gıyâseddin Muhammed b. Reşîdüddin köylüye toprak ve tohumluk dağıtarak üretimi arttırmaya çalışmış, fakat sulama sisteminin ihmal edilmesinden dolayı başarılı olamamıştı.

Yine Mâverâünnehir’de hüküm süren Özbek Hükümdarı Şeybânî Han, Semerkant civarında sahipleri tarafından aşırı vergilendirme sebebiyle otuz yılı aşkın bir süre terkedildiği için harap olan bazı arazileri ölü toprak muamelesiyle diriltecek kişilere temlik etmek istemiş, ancak danıştığı fukahanın kaçmalar yüzünden mülkiyet hakkının düşmeyeceği yönündeki itirazlarıyla karşılaşmıştı. Bunun üzerine Fazlullah b. Rûzbihân Huncî tarafından şöyle bir çözüm yolu getirilmişti: Devlet bu metrûk toprakların bulunabilen sahipleriyle uzlaşmak suretiyle geri dönmelerini ve ekim yaparak haraçlarını ödemelerini sağlayacak, sahipleri bulunamayan topraklar, “Ekin, gāsıp bile olsa ekene aittir” kuralı gereğince devlet tarafından işletilecek, ancak sahiplerinin çıkıp gelmesi durumunda tahakkuk eden kira bedeli beytülmâlden ödenecekti (Mihmânnâme-i Buħârâ, s. 295-299).

Haraç oranları, fukahanın maslahata uymak ve mahsulün yarısını aşmamak kaydıyla nihaî kararı devlet başkanına bırakmasının da etkisiyle zaman, zemin ve ürüne göre genelde onda bir ile dörtte bir arasında değişiyor, haracın öşüre eşitlendiği de oluyordu. Meselâ Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî’nin valiliği döneminde İsfahan, Şüster, Ahvaz gibi birçok eyalette toprak vergisi oranları onda bir olarak belirlenmişti (Mükâtebât-ı Reşîdî, s. 33-34, 121). Hurmalık, bağ ve meyveliklerin haracı ise ağaçların yaşına ve meyvenin kalitesine göre değişiyordu (1800 yılına ait bazı miktarlar için bk. Malcolm, II, 475). Haraç takdir usulü olarak merkezî İslâm topraklarında olduğu gibi İran’da da mesâha, mukāseme ve mukātaa metotları kullanılmış, zaman zaman ilk iki usul arasında birinden diğerine geçişler yapılmıştır. Meselâ Selçuklular, bazı eyaletlerde mukāseme sistemini kaldırarak tekrar mesâha usulüne geçmişlerdir. Suriye’nin güneyinde ise aksini yaparak mukāseme usulünü tatbik etmişler, fakat önceki döneme kıyasla vergi oranlarını arttırmışlardı. Nizâmülmülk, Sultan Melikşah’a haraç başta olmak üzere vergilerin hafifletilmesini ve köylüye zulmedilmemesini tavsiye etmiş (Siyâsetnâme: The Book of Government, s. 132) ve bu politikayı bizzat uygulamaya çalışmıştır.

Mesâha usulünde bazan fizikî şartların farklılığını da hesaba katan değişik vergi tabloları (vadîa, tisk) hazırlanırdı. İbre denilen haraç takdiri, âdeten üç olmak üzere birkaç yıllık ürün ortalaması değerinin matrah alınması suretiyle yapılırdı. Bölge bölge her ürün için takdir edilen haraç miktarları, vergilendirmede keyfîliği önleyerek halkın zulümden korkmaksızın imar, ıslah ve ziraat faaliyetleriyle meşgul olmasını sağlamak amacıyla “kānûn-ı memleket” adı verilen defterlere kaydedilirdi. Aynî vergi nakde çevrilmek istendiğinde ise ortalama piyasa fiyatı esas alınmaktaydı. İlk birkaç asırdan sonra ibre tabirinin yerine “harz” terimi kullanılmaya başlandı. Harz, ibreden farklı olarak vergi memurunun o yılın ürününü tahmin kabiliyetine dayanıyordu. İlhanlılar devrinden itibaren eyaletlerin haraç potansiyelinin merkezden takdir edilmesi ve tahsilâtın valiye bırakılması uygulaması yaygınlaştıkça keyfîlik de arttı. Mâzenderânî, altı ayda veya yılda bir yenileri tayin edilen vali veya iktâdârların keselerini doldurmak için aşırı vergi toplamak suretiyle halka zulmettiklerinden yakınmaktadır (Risâle-i Felekiyye, s. 31).

Muhtemelen merkezden uzak bölgelerde daha çok uygulanan mukātaa sistemi, özellikle X. yüzyıldan itibaren iktâlardaki artışla birlikte iyice yaygınlaştı. İlhanlı idaresinin ilk yıllarında da birçok uç vilâyetin haracı mukātaa usulüyle mahallî beylere verilmişti (meselâ bk. Kerîmüddin Aksarâyî, s. 151-152, 161, 162, 164). Gāzân Han, bu usulü ıslah ederek 698’de (1299) Fars eyaletini on altı bölüğe


ayırmış, mukātaaları üç yıl ile sınırlamış ve mukātaacıların başlangıçta teminat senedi sunup her dönemin sonunda da hesaplarını sıfırlaması şartını getirmişti. Bu tedbirler sayesinde mükelleflerden peşin vergi tahsilinin önüne geçilmişti (Reşîdüddin, Târîħ-i Mübârek-i Ġāzânî, s. 184). Mukātaacı, topladığı vergiden yaptığı bütün masrafları ve ödediği havale senetlerini düştükten sonra artakalanı devlete veriyordu; hesapları da gerektiğinde kontrolden geçiriliyordu (Vassâf, s. 438). Diğerlerinde olduğu gibi mukātaa usulünde de takdir edilen haraç miktarı birkaç yıl yürürlükte kaldığı için sık sık geçerliliğini yitirirdi. Çünkü bazan verimli topraklar çoraklaşır veya tamamen kullanılamaz hale gelirken bazan da verimsiz araziler ıslah, ölü topraklar ise ihya edilirdi. Bu arada ekimi yapılan ürünün cinsindeki değişiklik de dikkate alınmazdı.

İlhanlılar döneminde bu takdir usullerinin hepsi kullanılmışsa da Gāzân Han, 703 (1304) yılında bazı eyaletlerde valilerin keyfî uygulamalarına imkân veren harz ve mukāseme metotlarını ilga etmiştir. Onun reformları çerçevesinde, başıbozukluğa sebebiyet veren iltizam usulü de kaldırılmış, ayrıca arazi tahriri ve vergi tahsilinde keyfîliğin ve ihtilâfların önüne geçmek için ölçü standardizasyonuna gidilerek bütün ülkede Tebriz ölçülerinin kullanılması emredilmiştir (Reşîdüddin, Târîħ-i Mübârek-i Ġāzânî, s. 282-291). Bu arada her vergi bölgesine tahrir-takdir memurları (messâh-harrâz) ve bitikçilerden müteşekkil heyetler (dîvân-ı kānûn) gönderilerek hassa, vakıf, mülk ve incü toprakların tahrir işlemleri yaptırılmış ve kānûn ve yasamişî denilen kayıtlar defâtîr-i kānûn adındaki defterlere geçirilmiştir; tahrir sırasında haksızlık ya da yolsuzluk yapıldığı yönünde şikâyetler gelmesi durumunda ise işlemler yenilenmiştir. Bütün bu defterlerin bir nüshası Tebriz’de kurulan ve kütüphane adı verilen devlet kadastro dairesinde, bir nüshası da büyük divanda muhafaza ediliyordu. Ayrıca her vilâyet için kendi topraklarına ait defterlerin birer sûreti çıkarılarak ilgili mülâzımların zimmetine verilmiş, böylece tahrifatın önüne geçilmeye çalışılmıştır. Neticede mükellefler haracın takdiri, kesinleştirilip kayıtlara geçirilmesi, peşin tahsil edilmesi, aynî verginin nakde çevrilmesi işlemlerinde her türlü ek ödemeden, memurların zulmünden ve harcırahlarının karşılanmasından kurtulmuşlardır. Daha önce vilâyetlere vergi teftişleri için gönderilen adliye memurlarının yerine başmüfettiş sıfatı ve “mülâzım-ı dîvân-ı büzürg” unvanıyla daimi görev yapacak uluğ bitikçiler tayin edilmiştir; Şerefeddin Muhlisülmülk Simnânî bunlardan biridir. Ancak Vassâf’a göre reformların etkisinin çok az hissedildiği Şîraz gibi uç vilâyetlerde görülen suistimaller sürmüştür (Târîħ, s. 350, 386, 436-438). Ayrıca her vilâyette yine Dîvân-ı Büzürg’e bağlı vergi takdir ve tahsil memurları (muhassıl) bulunuyordu. Bunlardan başka her köyde toprakların imarını sağlamak, köylünün hukukunu korumak ve vergileri toplayarak muhassıllara teslim etmekle görevli köy ağaları (reis) vardı. Bunların yıllık maaşları köylü tarafından ödenirdi.

Değişik usullerle takdir edilse dahi haraç kısmen nakden, daha çok da aynen ödenirdi (Petrushevsky, V, 513). Toprağın verimliliğini hesaba katan mesâha ve ürün paylaşımı esasına dayalı mukāseme usulünde haraç tahsili, güneş yılına göre 21 Mart’ı ve 22 Eylül’ü takip eden ilk yirmi gün içinde iki taksit halinde yapılırdı. Gāzân Han, Celâlî takvimi yerine 3 Receb 701 (4 Mart 1302) tarihinde yeni bir şemsî malî yıl uygulaması başlattı. İlhanlılar’ın son günlerine kadar yürürlükte kalan bu uygulamaya “Gāzân (Han) takvimi” denilmektedir (Vassâf, s. 404). Mukātaa akidleri âdeten kamerî yıla göre olurdu. Mesâha usulünde genel temayül tahsilâtın nakden yapılmasıydı. Mukāseme usulünde ise dayanıklı ürünlerin haracı aynî, çabuk bozulan sebze ve meyvelerinki nakdî alınıyordu. Mukātaa usulünde de üretimin mahallî tüketimi karşılamadığı bölgelerde ve nakliyatın güç veya masraflı olduğu uzak yerlerde haraç takdiri aynî olsa dahi tahsilât nakden yapılırdı. XIX. yüzyılın başlarında haracın aynen ve nakden eşit oranlarda tahsil edilmesi genel kural olmakla birlikte uygulamada oranlar değişmekteydi. Özellikle elinde nakit bulunduramayan fakir köylülerden neredeyse tamamen aynî, zenginlerden ise nakdî tahsilât yapılırdı (Malcolm, II, 474). Aynî tahsilât hem fakir köylünün hem de bazı durumlarda devletin çıkarına idi. Köylü, haracını ödemek için gerekli parayı elde etmek üzere ürününü hasat mevsimindeki düşük fiyatlardan satmak zorunda kalmadığı gibi devlet de olağan üstü durumlarda ordu veya halkın ihtiyaçlarını giderebilmek maksadıyla stok yapabiliyordu. Ayrıca bazan memurların maaşlarının aynî olarak ödendiği de olurdu.

Aynî haracın nakde tahvili işlemine “tes‘îr” denirdi. Bu da teorik olarak her mahsül için tesbit edilen ortalama bir fiyat üzerinden yapılırdı. Fakat uygulamada vergi memurları tarafından hem mükelleflerin hem de devletin aleyhine tecelli eden keyfî fiyatlandırmalara rastlamak mümkündü (Reşîdüddin, Târîħ-i Mübârek-i Ġāzânî, s. 267). Gāzân Han’ın yasakladığı keyfî uygulamalar zaman zaman devletle memurları karşı karşıya getirmiştir. Nakdî haracın tahsilinde veya aynî olanın nakde çevrilmesinde altın sikke yahut standart bir gümüş sikke esas alınırdı. Çünkü ödemeler piyasalarda tedavül eden ve değerleri sürekli dalgalanan çeşitli sikkelerle yapılabiliyordu. Çevirme veya tahsilât esnasında sikkeler arasındaki kurların keyfî biçimde belirlenmesi sebebiyle mükelleflerin zarara uğratılmaması için devlet tarafından resmî kurları içeren tablolar yayımlanıyor, fakat suistimallerin önü tamamen alınamıyordu. Bu yüzden devletle valiler ve vergi memurları arasında mal varlıklarının kısmen, hatta tamamen müsaderesine varan meseleler çıkabiliyordu. Bununla birlikte bazı dönemlerde devlet dahi vergi gelirlerini arttırabilmek için zaman zaman kur farklarını kendi lehine kullanabilmiştir. Eğer haraç nakdî yahut nakde çevrilmiş ise âdeten iki veya daha çok taksitte, aynî ise genellikle bir defada ve hasat zamanı harman yerinde ödenir, ancak tahsilâtın hasattan önce yapıldığı da görülürdü. Bu uygulama, Nizâmülmülk tarafından âdil olmadığı ve haraçtan kaçmalara yol açacağı için eleştirilmiştir (Siyâsetnâme: The Book of Government, s. 23). Çünkü vergi memurlarının çeşitli zulümlerine karşılık mükellefler de vergi vermemek için türlü yollara başvuruyorlardı.

Gazneliler devrinde “bündâr” adı verilen haraç âmili emrindeki vergi memurlarıyla birlikte bölgesinin tahsilâtını yapardı. Bazan haraç, İran takviminin ilk günleri olan ve hasat mevsimini ifade eden Nevrûz’da bir defada toplanırdı. Horasan gibi bazı eyaletlerde ise tahsilât iki taksit halinde olurdu. Her bölgenin haraç divanında toplanan vergiler, ordu ve memurların masraflarına ayrılmak üzere Gazne’deki merkezî beytülmâle nakledilirdi. Gazne’den uzak olan Horasan, Rey ve Cibâl gibi İran vilâyetlerinin haracı Nîşâbur ve Rey’deki mahallî divanlar tarafından yönetilirdi. Gazneli Mahmud’un kumandanı Ebü’l-Fazl Sûrî ile Mes‘ûd’un veziri Fazl b. Ahmed el-İsferâyînî’nin


sorumluluğundaki Horasan’da olduğu üzere bazı eyaletlerde vergi memurları haracın tahsilinde aşırıya gitmekteydiler. Bazan da Hintliler ile yapılan savaşlardan büyük zarar gören Sind sınırındaki Lemegânlılar’ın iki yıllık vergilerinin affedilmesindeki gibi geçici haraç muafiyetleri sağlandığı olurdu.

Fakihlerin görüşleri doğrultusunda sel, toprak kayması, kuraklık, çekirge ve haşere istilâsı, ağır kayıplarla sonuçlanan salgın hastalıklar ve çok sert geçen kış mevsimi gibi sebeplerle veya zafer ve sultan düğünü gibi mutlu olayları kutlamak için vergi indirimi yahut affı sağlanırdı. Âfet durumlarında “Ürün yoksa haraç da yok” kuralı işlerdi. Yıllık vergi indirimlerine “tahfîf-i yeksâlî”, süresiz olanlarına ise “tahfîf-i ebedî” adı verilirdi. Bazan da “muaf” ve “müsellemî” adı altında vergi muafiyetleri getirilirdi. Mahsulün eşkıya tarafından yağmalanması gibi durumlarda Dîvân-ı Büzürg’e başvuran mükelleflerin vergileri de affedilirdi. Bu başvuruya maliye dilinde “zalâme” adı verilirdi. Meselâ 705 (1305-1306) yılında vergi memurlarının zulmüyle de katmerleşen bir kuraklık yüzünden haraç tahsil edilmemişti. Şah Abbas da 1007’de (1598) Horasan’a düzenlediği başarılı bir seferin ardından İsfahan’ın vergilerini bir yıllığına affetmiş, 1025 (1616) yılında ise bütün eyaletlerdeki Şiîler’den harâc-ı dîvânînin ramazan taksidini toplatmamıştı (İskender Bey Münşî, I, 587; II, 895; ayrıca diğer örnekler için bk. Lambton, Continuity, s. 197).

Haraç takdir ve tahsilâtı genellikle divanlarda görevli tahrir-tahmin memurları ile tahsildarlar tarafından yapılırdı. Bunların harcırah ve ücretleri için “asl-ı mâl” ya da “el-harâcü’l-aslî” adı verilen esas toprak vergisinden başka oranı zamana ve yere göre değişiklik arzeden ek vergiler (rüsûm, avârız, zevâid vb.) alınırdı. Bu tür vergilere Kaçarlar döneminde genel olarak “tefâvüt-i amel” adı veriliyordu. Ayrıca “daruga” denilen idarî, askerî ve malî yetkilerle donatılmış yüksek dereceli memurlar da kendi bölgelerinin tahsilâtını gerçekleştirirler ve topladıkları haraçtan pay alırlardı. İlhanlılar devrine kadar merkezde vergi gelirlerinin idaresi, müstevfî denilen başkanın sorumluluğundaki Dîvân-ı İstîfâ adlı daire bünyesinde yapılırdı. Ekilebilir arazi kayıtları ve vergi matrahları defter-i mâle kaydedilir, taşra divanlarında tutulan bu evrakın birer nüshası Dîvân-ı İstîfâ’da saklanırdı. İlhanlılar’da ise bu kavramların benimsendiği Gāzân Han devrine kadar müstevfî yerine “defterdâr-ı memâlik”, Dîvân-ı İstîfâ yerine de “defterhâne” adları kullanılıyordu. İktâlarla ilgili kayıtlar ise Dîvânü’l-ceyş’te (Dîvânü arzı’l-ceyş, Dîvânü’l-arz) muhafaza edilirdi.

Büveyhîler ve Selçuklular’da olduğu gibi İlhanlılar devrinde de saltanatın başlarında tutulan tahrir kayıtlarının daha sonraki yıllarda güncelleştirilmesi işlemi genellikle ihmal edilmişti; hatta isyan, istilâ veya âfetler sebebiyle taşra divanlarında mevcut kayıtların dahi tahrip olduğu durumlara rastlanmaktaydı (meselâ bk. Kerîmüddin Aksarâyî, s. 281). Bu defterlerin tamamı ancak Gāzân Han ve Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın vergi reformları çerçevesinde güncelleştirilmiş, herhangi bir şekilde kayıt dışı kalmış topraklar da kayıt altına alınmıştır. Uzun Hasan, her eyaletteki uygulamayı kanunlaştırarak keyfî vergilendirmeyi önlemeyi ve böylece hem köylüleri hem de devlet gelirlerini korumayı düşünmüş, aynı zamanda haraç oranlarında genel bir indirime gitmişti (bu kanunlarda çeşitli eyaletlere konan çift rüsûmu için bk. Barkan, TV, I/2, s. 91-106; I/3, s. 184-197). 874-883 (1470-1478) yılları arasında onun hazırladığı ve “Hasan Padişah kanunları” adıyla da bilinen toprak ve vergi reformu uzun müddet Safevîler (Tadhkirat al-Mulūk, s. 96) ve bir süre de Osmanlılar (Barkan, a.y.) tarafından kullanılmıştır. Uzun Hasan’ın oğlu Yâkub Bey, tahta geçtikten sonra 1489 yılında Irak ve Fars eyaletleri haracını şer‘î kaidelere göre yeniden düzenlemek için girişimlerde bulunmuşsa da bu teşebbüs ölümüyle birlikte (1490) yarım kalmıştır (Fazlullah b. Rûzbihân el-Huncî, Târîħ-i ǾAlemǿârâ-yı Emînî, s. 358-369).

Haracın sarf kalemleri de umumiyetle fukahanın belirlediği kurallar çerçevesinde şekillenmişti; bunlar arasında ordunun, vergi tahsildarlarının, ilim adamlarının, yoksulların ihtiyaçları ile vakıf hayratı gibi genelde kamu yararına yönelik masraflar vardı. Kamu vicdanı, haraç gelirlerinin diğer maksatlar için harcanmasını ya da kamunun zararına olarak hazinelerde saklanmasını uygun görmemişti.

Hindistan. Hint idarî literatüründe haraç teriminden ziyade “mal” kelimesi kullanılmaktadır. Diğer İslâm topraklarında yürürlükte olan harâc-ı mukāseme ve harâc-ı muvazzaf usulleri Hindistan’da da geçerliydi. Topraklar ise hâlisa (doğrudan hükümdarın tasarrufunda bulunan) ve iktâ (câgîr) olmak üzere iki ana kategoriye ayrılmıştı. Kutbüddin Aybeg tarafından kurulan Delhi Sultanlığı’nda toprak vergisi haraç adı altında toplanıyordu. Aybeg tahta çıktığında haraç ve öşür oranlarının her ikisi de beşte birdi. Şeriata uymadığı gerekçesiyle bu uygulama değiştirilerek haraç oranı aynen korunurken öşür oranları toprakların sulanma durumuna göre onda bir ve yirmide bir olarak yeniden düzenlendi. Hâlisa toprakların haracı Dîvân-ı Vezâret tarafından toplanır, iktâlarınki ise iktâ sahiplerince bir muhasebe kaydıyla birlikte hazineye gönderilirdi. Delhi’de Halacîler hânedanının kurucusu II. Fîrûz Şah Halacî döneminde harâc-ı mukāseme oranları ürünün onda birine eşitti. Alâeddin Halacî bu oranı % 50’ye çıkarmışsa da tam anlamıyla uygulamaya geçirememiş ve yeni haraç rejimi kısa süre içinde akamete uğramıştı. Delhi Tuğluklu hânedanının kurucusu Gıyâseddin Tuğluk, birçok karışıklığa sebebiyet veren toprak vergilerini âdil bir şekilde düzenlemeye çalıştı. Orta Asya’da Türkler’le Moğollar arasında kullanılan ve Delhi Sultanlığı’ndan itibaren Hindistan’da da benimsenen câgîr uygulamasını çıkardığı yeni kanunlarla daha sistemli bir hale getirdi. III. Fîrûz Şah Tuğluk devrinde ise vergi usulü şeriata göre yeniden düzenlenerek gayri meşrû birçok vergi kaldırıldı. Bir yandan verimliliğin arttırılması için kuyu ve sulama kanalları açılırken öte yandan köylülere karşı müsamaha gösterildi. Böylece kısa zamanda ziraî üretim arttı ve halkın refah seviyesi yükseldi. Memurların halka iyi davranmasını emreden Fîrûz Şah Tuğluk câgîrleri de âdil bir şekilde düzenlemeye çalıştı. Sûrîler’den Delhi’de ve Agra’da hüküm süren Şîrşah Sûr vergi sistemini belli bir ölçüde merkezîleştirmeyi başardı. Başarısının belki de en önemli sebebi, kendisinin Lûdîler zamanında vergi memuru olarak hizmet vermesi ve bu süre zarfında tecrübe kazanması idi. Kısa süren saltanatı döneminde tarım alanlarını tahrir ettirerek ekilen ürünlerin bölge bölge kayıtlarını tutturdu ve her mevsimde rekolte tahminleri yaptırıp alınan mahsulün belli bir oranını oluşturan aynî toprak vergilerinin nakdî karşılıklarını piyasa değerleri üzerinden hesaplattı. Tutulan kayıtlar belli dönemlerle güncelleştirilirdi. Ayrıca ziraî üretimi teşvik için ölü toprakları diriltenlere yahut sulama sistemini geliştirenlere belli bir süre için vergi muafiyeti veya indirimi sağladı. Ancak aynî toprak vergilerinin nakde çevrilmesi için standart tablolar hazırlanırken


bölgeler arası farklılıkların hesaba katılmaması direnişe ve kargaşaya yol açtı.

Toprak sistemi ve vergisiyle ilgili olarak Delhi sultanlarının başlattığı değişim Bâbürlüler’den Ekber Şah devrinde de sürdürüldü. Her ne kadar belli bir bölgede hangi usulün uygulandığını tesbit etmek mümkün değilse de Ekber Şah’ın Sind bölgesinde eski Hint vergi sistemini yürürlükten kaldırmadığı anlaşılmaktadır. Devletin merkezî bölgelerinde 1560’ların başlarında Şîrşah’tan örnek alarak geliştirdiği kendi sistemini uygulamaya koyan Ekber, ilk önce merkezî İslâm topraklarında kullanılan zirâ ve cerîb (3600 zirâ2) yerine gez-i ilâhî ve bîgayı (3600 gez2) ihdas etmek suretiyle muvazzaf vergilerde esas olan birim alan ölçüsünü oluşturdu. Ekber Şah ülkeyi sûbe adı verilen eyaletlere, sûbeleri serkârlara, onları da pergenelere ayırmıştı. Sûbeler sûbedârların, serkârlar da fevcdâr adı verilen kumandanların idaresi altındaydı. Sûbelerdeki geniş alanlar ölçüm dışı kaldığından buralarda harâc-ı mukāseme sistemi uygulanıyordu. Amelgüzâr (emin, âmil) adlı tahsildarlar sûbelerden topladıkları vergileri her birinin divanına tediye ederlerdi. Fevcdârlardan bazıları, diğer askerî ve idarî sorumlulukları yanında amelgüzâr olarak da görevlendirilir ve bölgelerindeki zemindârlar ve racaların vergilerini düzenli şekilde ödemelerinden sorumlu tutulurlardı. Özellikle Dekken’de genellikle Brahmanlar olmak üzere Hindistan’ın yüksek kastlarına mensup kişiler arasından seçilen ve “kānûngû” adı verilen vergi memurları merkezî İslâm topraklarındaki kānûnlara benzer kayıtlar tutar, karşılığında da sorumlulukları altındaki bölgelerin vergi gelirlerinin % 3’ünü alırlardı (Richards, V, 82). Bazan da divan kâtibi, amelgüzâr, kānûngû gibi memurların yerine “mahayan” denilen müslüman sermaye sahipleri veya Hindû bankerler görev yaparlardı. Ekber’in meşhur Hindû divan başkanı Todar Mal, yeni ölçü sisteminin de yardımıyla kānûngûlardan daha mükemmel arazi tahriri ve ürün tesbiti istatistikleri elde edebilmek amacıyla çaba harcadı. Aynî olarak belirlenen haracı nakde çevirebilmek için de her ürünün piyasadaki en düşük ve en yüksek fiyatlarından hareketle ortalama değerini hesaplattırıyordu. Bütün bu düzenlemelere rağmen zemindârlardan toprak vergilerinin takdirinde aşırı gidildiğine dair itirazlar yükselince, Ekber Şah tarafından Todar Mal’in 1580’lerde başlattığı yeni reformlar çerçevesinde Kuzey Hindistan’daki bütün câgîrler divan memurlarının uhdesine verilerek malî denetimin kolaylaştırılması yoluna gidildi.

Bâbürlüler dönemindeki câgîr usulü bazı farklılıklarına rağmen iktâ veya timar sisteminin bir benzeriydi. Başta mansabdâr ve serkâr olmak üzere çeşitli idarecilere maaşlarına karşılık câgîr topraklar tahsis edilir ve bu kişiler câgîrdâr adıyla anılırdı; birden fazla kişiye verilen tek bir câgîre “şirket câgîr” denirdi. Câgîrdârlar, tasarrufları altındaki topraklardan kaldırılan ürünün yarısını köylülere terkedip diğer yarısından kendi paylarını düştükten sonra geriye kalanın nakdî karşılığını vergi olarak divana ödemekle ve ayrıca sipahi ve fillerden müteşekkil bir kuvvet hazırlamak ve bu birliğin levazımını sağlamakla mükelleftiler. Devlet tarafından müsadere edilerek başkasına aktarılan yahut bir câgîrdâr öldüğünde mirasçılarının tasarrufuna izin verilen câgîr “paybâkî” adını alırdı (câgîr çeşitleri için bk. Nayeem, s. 159-194). Hâlisa topraklardan bazı memurlara in‘âm olarak tahsis edilenlere “in‘âm câgîr” deniliyordu ve bunlar her türlü vergiden muaftı. Hâlisa toprakların bir kısmı veya haraç gelirleri, bazı ilim ve tasavvuf erbabı ile devlete hizmeti geçmiş kişilerin dul ve yetimlerine arpalık olarak verilirdi. Eğer arpalık doğrudan topraksa “milk” veya “meded-i maâş”, nakit cinsinden geliri ise “vazîfe” adını alırdı.

Kuzey Hindistan’ın Bihâr’dan Lahor ve Mültan’a kadarki en verimli bölgelerinde uygulamaya konulan yeni haraç takdir işlemine “zabt” adı verilmişti. Todar Mal, toprakları iklim ve özelliklerine göre sınıflara ayırarak her bölgeye “karûrî” denilen vergi memurları tayin etti. Bunların sorumluluğu altındaki tahrir memurları tarafından beş yıl içinde bütün toprakların ölçümü yapılarak mükelleflerin kayıtları çıkarıldı; tahrir ekibiyle birlikte çalışan diğer görevliler de bölgelere göre ekilen ürünlerin cinsini zabta geçirdiler. Ayrıca devletin yıllık toplam haraç gelirlerini tesbit maksadıyla her türlü ürün için son on yılın ortalama rekoltesi ve birim fiyatları hesaplandı. Böylece her karûrî, elindeki bu verilerin oluşturduğu tablolardan hareketle yeni mevsimin haraç miktarını takdir edebiliyordu. Bitikçi de denilen kâtipler tarafından tutulan bu kayıtlar divanlarda muhafaza edilir, eski veriler yenilerinin ışığında güncelleştirilirdi. Bu usule göre alınan haracın oranı pirinç, darı ve buğday gibi hububatta ürünün üçte biri, çivit ve şeker kamışı türünden değerli bitkilerde ise beşte bir veya daha azı idi. Bu orana göre her köylünün işlediği toprağın alanı bîga cinsinden hesaplanarak ekimini yaptığı ürünün tahminî hâsılası üzerinden ödeyeceği haracın nakit karşılığı bulunurdu. Meselâ Agra bölgesi için tesbit edilen bîga başına haraç miktarının nakdî karşılığı buğdayda 67, arpada 49, çivitte 156,5 ve şeker kamışında 239 dâm (bakır sikke) idi. Ancak genelde elinde hazır parası bulunmayan köylüler nakde tahvil edilen haracı ödeyebilmek için ürünlerini hemen satmak zorunda kalıyorlardı. Buna karşılık vergilerin dört taksitte tahsil edilmesi bir kolaylık sağlıyordu. Bazı bölgelerde haraç takdiri, ekimi yapılan toprakların yılda iki defa tekrarlanan ölçümlerine göre yapılırdı. Ekim mevsimi geldiğinde elinde tohumluk bulunmayan köylülere vergi döneminde tahsil edilmek üzere devlet tarafından avans verilirdi. Ebü’l-Fazl el-Allâmî bunu amelgüzârın sorumlulukları arasında saymaktadır (The Ā-īn-i Akbarī, II, 46). Eskiden uygulanan mukāseme sisteminde haraç mükellefi riski (veya varsa ürün fazlasını) devletle paylaşırken yeni sistemde sadece ürün alınamaması durumlarında sağlanması muhtemel vergi indirimlerinden faydalanabiliyordu. Tarım alanlarının otlak olarak kullanılması halinde vergi hayvan başına takdir edilen miktarlar üzerinden hesaplanıyordu.

Bazı bölgelerde sabit toprak vergilerinin tediyesi, Bâbürlüler’in zemindâr dedikleri çoğunluğunu yerli halktan kişilerin oluşturduğu idarecilerin sorumluluğundaydı. Zemindârlık beratı eyalet divanı tarafından verilirdi. Bunlar toplamayı taahhüt ettikleri haracın % 10’unu kendilerine ayırır, kalanını devlete aktarırlardı. Zemindârlık hakları ölümle birlikte mirasçılara intikal ettiği gibi satış ve kira sözleşmelerine de konu olabilirdi. Zemindârların idaresi altındaki köylülerin vergi yükünün câgîrdârların emrindekilerden daha hafif olduğu ileri sürülmektedir (Moreland, s. 135).

Cihangir ve Şah Cihan’ın idaresinde de toprakların ve köylülerin durumu Ekber Şah devrindekinden farklı değildi. Harâc-ı muvazzaf ödemekle mükellef olanların arazileri üzerindeki mülkiyet hakları bu dönemde de tartışılmazdı; ancak ekim yapmayanlar çeşitli cezalara çarptırılırdı (meselâ Şah Cihan dönemindeki bir örnek için bk. a.g.e., s. 97). Zaman zaman hâlisa toprakların işletilmesinden sorumlu memur ve câgîrdârların Hint


çiftçisinin elindeki arazileri gaspettiklerine dair haberlerin yaygınlaşması üzerine Cihangir tarafından yayımlanan bir fermanla bu tür muameleler yasaklanmıştı. Söz konusu toprak rejimi, vergi sistemini İslâm hukuku çerçevesinde şekillendirmeye çalışan Evrengzîb döneminde de sürdü. Özellikle bu dönemde yerli Hint hayatının gerçeklerine yabancı olan klasik İslâm kamu maliyesi kavram ve kurumlarının yerleştirilmesine gayret edildi. Evrengzîb zamanındaki haraç uygulaması için el-Fetâva’l-Hindiyye’nin ilgili bölümü (II, 237 vd.) önemli ipuçları verebilir. Çünkü bir heyet tarafından bizzat hükümdarın emriyle hazırlanan bu eser İslâm hukukunun kodifikasyonunu hedeflemiş ve devletin resmî makamlarınca uygulamaya konulmuştur.

Evrengzîb’in ölümünden (1707) sonraki siyasî kargaşa ortamında çeşitli bölgelerin sûbedârlıklarını ele geçiren silâhlı güçlerin keyfî idaresi sebebiyle vergi sistemi çöküntüye uğradı. Bazı bölgelerde daha önce haraç olarak ürünün üçte birini veren köylüler, bu gelişmeleri takip eden dönemde vergilerini ödedikten sonra gelirlerinin kalanıyla ancak ailelerinin geçimini sağlayabilir duruma düştüler. Yalnız Dekken’deki gelişmeler farklı oldu. 1652 yılında Dekken sûbedârlığına tayin edilen Evrengzîb, Kuzey Hindistan’da uygulanan toprak vergisi sistemini Berâr-Bâlâkûŧ (Balaghat) divan başkanı Mürşid Kulı Han vasıtasıyla bu bölgede yerleştirmeye çalışmıştı. Hükümdarlığı döneminde ise bu sistem Haydarâbâd divan başkanı Muhammed Şâfî tarafından geliştirilip yaygınlaştırıldı. Ekilebilir alanların tahrir işlemleri yapıldıktan sonra takdir edilen vergi oranları (destûr) yağmur suyu ile sulanan topraklarda ürünün yarısı, kuyu suyu ile sulanan yerlerde üçte biri ve üzüm, şeker kamışı, anason gibi değerli ürünlerin dokuzda biriyle dörtte biri arasında değişen kısmı idi. Aynî hesaplanan vergiler Kuzey Hindistan’da yapıldığı şekilde nakde çevrilmekteydi. Bu vergilendirme teşhis ve tahsil adı verilen iki safhadan oluşmaktaydı. Tahrir kayıtlarına “devl-i teşhîs-i emlâk” deniyordu. Çeşitli pergene ve mahaller taalluka adı verilen üst birimler halinde birleştirilmiş ve her birine müstakil birer âmil tayin edilmişti. Eğer âmil aynı zamanda idarî ya da askerî sorumluluğu olan câgîrdâr, serkâr veya fevcdâr gibi bir görevli ise toplamakla mükellef olduğu vergilerden devletin payını eksiksiz tediye edeceğine dair bir taahhüt vermek zorundaydı. Tahsildarın payı ve sipahilerin masrafları da dahil olmak üzere her bölge için takdir edilen toprak vergisi toplamına “cem‘-i kâmil” adı verilmekteydi. 1724’te Haydarâbâd Nizamlığı’nı (Âsafcâhîler) kuran Nizâmülmülk Âsafcâh tarafından da benimsenen bu sistemle ilgili belgelerde daha çok Farsça tabirlerin kullanıldığı ve klasik haraç kapsamına girmeyen pek çok vergi türünün yer aldığı görülmektedir (bir listesi için bk. Nayeem, s. 135-136). Bu dönemde, Evrengzîb’in takdir ettiği cem‘-i kâmiller esas alınarak “cem‘ bendî” denilen toplamlar oluşturulmakta ve bunlar “tomar cem‘ bendî” (devl cem‘ bendî) adlı defterlere kaydedilmekteydi (bu tablolar için bk. a.g.e., s. 101 vd.). Bu vesikalarda haraç yerine mal tabiri kullanılmıştır. Mal ile birlikte takdir ve tahsil masrafları için “cihât” adı verilen vergiler de toplanıyor ve bu ikisine birden “mâl ü cihât” deniliyordu. Hindistan’daki bu vergi sistemi 1793 yılında İngilizler’in yeni düzenlemeler getirmesine kadar kullanılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvaŧŧaǿ, “Zekât”, 10, 11, 28; Buhârî, “BüyûǾ”, 39, 95, “Ĥarş”, 10, 14, “Ħums”, 13, “İcâre”, 18, 19, “Menâķıbü’l-enśâr”, 26; Müslim, “Zekât”, 1, 17-19, “Müsâķāt”, 62; İbn Mâce, “Zekât”, 22, “Ticâret”, 40, “Ruhûn”, 11; Ebû Dâvûd, “Zekât”, 14, “BüyûǾ”, 30, 38, 71, “Ħarâc”, 38; Tirmizî, “Zekât”, 17, “BüyûǾ”, 15, 48, 53, “Aĥkâm”, 42; Nesâî, “Śıyâm”, 67, “Zekât”, 1, 26, “BüyûǾ”, 15, “Eymân”, 45, “Zînet”, 51; Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ħarâc, Kahire 1396, tür.yer.; Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Şerĥu Kitâbi’s-Siyeri’l-kebîr (nşr. Abdülazîz Ahmed), Kahire 1972, V, 2137-2138, 2179-2182, 2193-2194; Yahyâ b. Âdem, el-Ħarâc, tür.yer.; Şâfiî, el-Üm, IV, 138-141, 153-154, 157, 181-182, 201, 220, 280, 283; Ebû Ubeyd, el-Emvâl (nşr. Muhammed Amâre), Beyrut 1409/1989, tür.yer.; İbn Ebû Şeybe, el-Muśannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1409/1989, IV, 337-338, 404-405; VI, 435-436, 463-464; Sahnûn, el-Müdevvene, I, 283-284, 285, 301, 345; İbn Zencûye, el-Emvâl (nşr. Ş. Zîb Feyyâd), Riyad 1406/1986, I-III, tür.yer.; İbn Abdülhakem, Fütûĥu Mıśr (Torrey), s. 84, 86, 88, 152-153, 155, 158-161, 179; Belâzürî, Fütûĥ (Rıdvân), s. 196-197, 223, 226, 265-271, 298, 321, 329, 333, 341, 361, 364, 370, 380, 395, 396, 415, 433-435, 450-451; Ya‘kūbî, Târîħ, II, 234; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), II, V, 522-523; VII, 28, 173; Kudâme b. Ca‘fer, el-Ħarâc (Zebîdî), s. 163-168, 171-184, 186-188, 207-211, 220-223, 226, 278, 288, 290, 297-300; İbn Bâbeveyh el-Kummî, Men lâ yaĥđuruhü’l-faķīh (nşr. Ali el-Âhûndî), Necef 1377/1970, II, 26, 29; Hârizmî, Mefâtîĥu’l-Ǿulûm (nşr. İbrâhim el-Ebyârî), Beyrut 1409/1989, s. 81, 85-87; Ebü’l-Vefâ el-Bûzcânî, el-Menâzilü’s-sebǾ (nşr. A. Selîm Saîdân, Târîħu Ǿilmi’l-ĥisâb el-ǾArabî içinde), Amman 1971, s. 278-279; Dâvûdî, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. Rıza M. Sâlim Şehâde), Rabat 1988, s. 43-44, 48-50, 52, 58-59, 69, 70-81, 151; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, s. 16, 63, 126-131, 137-138, 142, 146-152, 172, 174-176, 178-179; Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 131-132; Ebû Ya‘lâ, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, s. 28, 55, 58, 123-124, 136-141, 147-149, 153, 162-173, 186-187, 203, 204-208, 211; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, Tehźîbü’l-aĥkâm (nşr. Ali el-Âhûndî), Tahran 1364, IV, 118-120; İbn Abdülber, el-Kâfî, I, 477, 482-483, 486; II, 761; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme: The Book of Government or Rules for Kings (trc. H. Darke), New Haven 1960, s. 23-24, 33, 43, 49, 66-67, 132; Serahsî, el-Uśûl, I, 301; a.mlf., el-Mebsûŧ, III, 5-8; VIII, 23; X, 37, 77-84; İbn Hazm, el-Muĥallâ, VII, 324, 341-345; Bâcî, el-Münteķā, Kahire 1331, III, 219-225; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, Beyrut, ts. (Mektebetü’l-müsennâ), I, 141-142, 303-304; İbn Ebû Rendeka et-Turtûşî, Sirâcü’l-mülûk (nşr. M. Fethî Ebû Bekir), Kahire 1414/1994, II, 495-541, 549-551, 560-572, 602; İbn Asâkir, Târîħu Dımaşķ (Müneccid), I, 575-597; Mahzûmî, el-Minhâc fî Ǿilmi ħarâci Mıśr (nşr. Cl. Cahen), Kahire 1986, s. 34, 58-63, 69; Kâsânî, BedâǿiǾ, II, 4, 5, 6, 7, 53, 54, 56-63, 69; VII, 112, 118-119, 142; Mergīnânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, I, 111-112; II, 141, 155, 156-159, 160, 161, 164, 171; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, Dımaşk-Beyrut, ts. (el-Mektebü’l-İslâmî), V, 191; İbn Memmâtî, Ķavânînü’d-devâvîn (nşr. Azîz Suryâl Atıye), Kahire 1943, s. 237, 245, 251, 254, 259-278, 297-306, 336-339, 367-368; İbn Kudâme, el-Muġnî (Herrâs), II, 716-727, 729; V, 246, 486, 566; Nevevî, el-MecmûǾ, V, 534-563, 578-580; a.mlf., Ravżatü’ŧ-ŧâlibîn (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd v.dğr.), Beyrut 1992, V, 324-326; VII, 468-471, 506, 508; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, II, 252-258; V, 470-473; VI, 31-43, 51, 52, 55, 65, 105; Mevsılî, el-İħtiyâr, Kahire 1370/1951, IV, 136, 138, 139, 141, 142-145; Reşîdüddin, Târîħ-i Mübârek-i Ġāzânî (nşr. K. Jahn), London 1940, s. 184, 254-255, 267, 282-291, 303-309, 349-356; a.mlf., Mükâtebât-ı Reşîdî (nşr. Muhammed Şefî‘), Lahor 1945, s. 33-34, 118, 121; a.mlf., CâmiǾu’t-tevârîħ (nşr. Behmen Kerîmî), Tahran 1362, II, 1024 vd.; Vassâf, Târîħ (nşr. M. İsfehânî), Tahran 1338, s. 94-95, 161-163, 197-198, 350, 386, 404, 435-447, 507, 630-635; Kerîmüddin Aksarâyî, Selçukî Devletleri Tarihi (trc. M. Nuri Gencosman), s. 151-152, 161, 162, 164, 166, 173, 223, 228-230, 278-281, 332-333, 340; Ebû Abdullah ed-Dımaşkī, Raĥmetü’l-ümme fi’ħtilâfi’l-eǿimme, Beyrut 1407/1987, s. 309, 312-314; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, VIII, 246-253; İbn Cüzey, el-Ķavânînü’l-fıķhiyye, Libya-Tunus 1982, s. 152, 368; İbn Kayyim el-Cevziyye, Aĥkâmü ehli’ź-źimme (nşr. Subhî es-Sâlih), Beyrut 1983, I, 100-149, 208 vd.; Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-ĥaķāǿiķ, Kahire 1313, III, 271-275, 279, 283; Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, Naśbü’r-râye, [baskı yeri yok] 1393/1973 (el-Mektebetü’l-İslâmiyye), III, 400, 438-444; İbn Receb, el-İstiħrâc li-aĥkâmi’l-ħarâc, Riyad 1409/1989, tür.yer.; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ, I, 423, 424; III, 448-451, 454; Mehdî-Lidînillâh Ahmed b. Yahyâ, el-Baĥrü’z-zeħħâr, San‘a 1409/1988, II, 215-221; V, 440; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, I, 75 vd., 98, 273-282, 405; Mâzenderânî, Risâle-i Felekiyye (nşr. W. Hinz), Wiesbaden 1952, s. 31, 172; İbn Müflih, el-MübdiǾ fî şerĥi’l-MuķniǾ, Dımaşk-Beyrut 1401/1981, III, 377-383, 409; V, 106-107; Molla Hüsrev, Dürerü’l-ĥükkâm, I, 295-297, 300; Ali b. Süleyman el-Merdâvî,


el-İnśâf fî maǾrifeti’r-râciĥ mine’l-ħilâf (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1377/1957, X, 317-319; Devletşah, Tezkire (trc. Necati Lugal), İstanbul 1977, III, 429; Fazlullah b. Rûzbihân el-Huncî, Sülûkü’l-mülûk (nşr. M. Ali Muvahhid), Tahran 1362 hş., s. 265-310; a.mlf., Mihmânnâme-i Buħârâ (nşr. R. P. Celilova), Moskova 1976, s. 295-299; a.mlf., Târîħ-i ǾÂlemǿârâ-yı Emînî (nşr. J. E. Woods), London 1992, s. 358-369; Ali b. Hüseyin el-Kerekî, ĶāŧıǾatü’l-lecâc fî taĥķīķi ĥalli’l-ħarâc (el-Ħarâciyyât içinde), Kum 1413, s. 37 vd.; Ahmed b. Yûnus eş-Şelebî, Ĥâşiyetü’z-ZeylaǾî (Zeylaî, Tebyînü’l-ĥaķāǿiķ içinde), Kahire 1313, III, 271-276, 278, 279, 282; İbrâhim b. Süleyman el-Katîfî, es-Sirâcü’l-vehhâc li-defǾi Ǿacâci ĶāŧiǾati’l-lecâc (el-Ħarâciyyât içinde), Kum 1413, s. 30 vd.; İbn Nüceym, et-Tuĥfetü’l-marżıyye fi’l-arâżi’l-Mıśriyye (nşr. Halîl el-Meyyis, Resâǿilü İbn Nüceym içinde), Beyrut 1400/1980, s. 50-64; a.mlf., Risâle fi’l-ħarâc (nşr. Halîl el-Meyyis, a.e. içinde), s. 330-337; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, II, 289, 355; IV, 133, 234-236, 252-253; Ahmed b. Muhammed el-Erdebîlî, Risâletân fi’l-ħarâc (el-Ħarâciyyât içinde), Kum 1413, s. 17 vd.; Mâcid b. Felâh eş-Şeybânî, Risâle fi’l-ħarâc (el-Ħarâciyyât içinde), Kum 1413, s. 7 vd.; Ebü’l-Fazl el-Allâmî, The Ā-īn-i Akbarī (trc. H. S. Jarrett), Delhi 1989, II, 42, 46-53, 59-63, 68 vd.; Muhammed b. Ahmed er-Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Beyrut 1404/1984, VIII, 76-78; İskender Bey Münşî, Târîħ-i ǾÂlemǿârâ-yı ǾAbbâsî, Tahran 1956, I, 587; II, 895; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-MuǾtemed, I, 521; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, III, 94-100, 122; Şürünbülâlî, Ġunyetü źevi’l-aĥkâm fî buġyeti Düreri’l-ĥükkâm (Molla Hüsrev, ed-Dürerü’l-ĥükkâm içinde), I, 295-297; Şeyhîzâde, MecmaǾu’l-enhur, İstanbul 1316, I, 660-669; el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 205, 237-244, 245, 247, 281, 285; Haskefî, ed-Dürrü’l-münteķā (Şeyhîzâde, MecmaǾu’l-enhur içinde), İstanbul 1316, I, 660-669; Hür el-Âmilî, Vesâǿilü’ş-ŞîǾa ilâ mesâǿili’ş-şerîǾa, Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), XI, 113-121; Tadhkirat al-Mulūk: A Manual of Śafavid Administration (nşr. V. Minorsky), Cambridge 1980, s. 96; Büceyrimî, Tuĥfetü’l-ĥabîb Ǿalâ şerĥi’l-Ħaŧîb, Beyrut 1398/1978, IV, 228; Abdullah b. Hicâzî eş-Şerkāvî, Ĥâşiye Ǿalâ Şerĥi Taĥrîri tenķīhi’l-lübâb, Kahire 1360/1941, I, 364, 396, 401-402; II, 422-423; Desûkī, Ĥâşiye Ǿale’ş-Şerĥi’l-kebîr, II, 189-190, 203; IV, 31; Ahmed b. Muhammed es-Sâvî, Bulġatü’s-sâlik li-aķrebi’l-mesâlik (nşr. M. Abdüsselâm Şâhîn), Beyrut 1415/1995, II, 201; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), IV, 176-195, 201, 216-217; Abdülganî el-Meydânî, el-Lübâb fî şerĥi’l-Kitâb (nşr. M. Muhyiddîn Abdülhamîd), Kahire 1381/1961, I, 154; J. Malcolm, The History of Persia, London 1815, II, 470-475; Süleyman Sûdî, Defter-i Muktesid, İstanbul 1307, I, 55-69; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 71, 99-103; a.mlf., Medhal, s. 11, 17-18, 39-45, 57-58, 95-98, 113-117, 147-173, 213-221, 235-244, 257, 259-261, 279, 281-283, 383-384, 405-413; Spuler, İran Moğolları, s. 334-362; A. B. M. Habibullah, The Foundation of Muslim Rule in India, Allahabad 1961, s. 280-281; Wilferd Madelung, “Shiite Discussions on the Legality of the Kharāj”, Proceedings of the Ninth Congress of the U.E.A.I. (ed. Rudolph Peters), Leiden 1961, s. 193-202; H. Horst, Die Staatsverwaltung der grosselğūqen und Ħorazmšahs: 1038-1231, Wiesbaden 1964, s. 21, 49, 72, 73, 75, 76, 77, 78-79, 84, 111, 113, 114, 124, 126, 129, 133, 138, 142, 146; G. N. Curzon, Persia and the Persian Question, London 1966, II, 470-472, 489; Petrushevsky, “The Socioeconomic Condition of Iran under the Il-Khans”, CHIr., V, 483-537; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London 1968, s. 173-189, 328-335; a.mlf., “Ķabāla”, EI² (İng.), IV, 323-324; a.mlf., “Kharādj: In the Central and Western Islamic Lands”, a.e., IV, 1030-1034; a.mlf. - Halil İnalcık, “Ķānūn”, a.e., IV, 557-558; C. E. Bosworth, The Ghaznavids, Beirut 1973, s. 72-73, 79-91; E. Ashtor, A Social and Economic History of the Near East in the Middle Ages, London 1976, s. 136-142, 154-159, 171-173, 179-183, 192-193, 203, 207-208, 213-215, 222-223, 232, 236-238, 250-251, 258-261, 272-274, 283-284, 316-318; M. Ziyâeddin er-Reyyis, el-Ħarâc ve’n-nužumü’l-mâliyye, Kahire 1977, tür.yer.; Aydın Taneri, Celâlüddîn Hârizmşâh ve Zamanı, Ankara 1977, s. 120-122; F. Lokkegaard, Islamic Taxation in the Classical Period, Lahore 1979, s. 56, 63, 72-128, 136, 156-157, 158, 175; Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, İstanbul 1981, s. 254-255, 262-263, 280-281; N. P. Aghnides, An Introduction to Mohammedan Law and a Bibliography, Lahore 1981, s. 359-397, 410-411, 485-492, 498-499, 508-511; Hossein Modarressi Tabatabai, Kharāj in Islamic Law, London 1983, tür.yer.; Hüsâmeddin es-Sâmerrâî, el-Müǿessesâtü’l-idâriyye fi’d-devleti’l-ǾAbbâsiyye, Mekke 1403, s. 195-230; Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul 1983, s. 181-184; W. H. Moreland, India at the Death of Akbar, New Delhi 1983, s. 32-34, 96-100, 129-136; Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984, s. 113-123; Ziaul Haque, Landlord and Peasant in Early Islam, Delhi 1985, s. 61-62, 66-67, 181-230, 285-309; M. A. Nayeem, Mughal Administration of Deccan under Nizamul Mulk Asaf Jah: 1720-48 AD, Bombay 1985, s. 97-207; G. Frantz-Murphy, The Agrarian Administration of Egypt from the Arabs to the Ottomans, Kahire 1986, tür.yer.; Bedr Abdurrahman Muhammed, Rusûmü’l-Ġazneviyyîn ve nužumühümü’l-ictimâǾiyye, Kahire 1987, s. 126-128; Abdülazîz ed-Dûrî, “Tanžîmâtü ǾÖmer b. el-Ħaŧŧâb: eđ-đarâǿib fî bilâdi’ş-Şâm”, el-Müǿtemerü’d-düveli’r-râbiǾ lî-târîħi bilâdi’ş-Şâm (nşr. M. Adnan el-Bahît - İhsan Abbâs), Amman 1987, II, 457-467; B. Johansen, The Islamic Law on Land Tax and Rent, London-New York 1988, s. 7-24, 82-97, 99-106; J. B. Simonsen, Studies in the Genesis and Early Development of the Caliphal Taxation System, Copenhagen 1988, s. 85 vd.; Yusuf Abbas Hashmi - Ishtiaq Husain Qureshi, Successors of Mahmud of Ghazna, Karachi 1988, s. 281-283; A. K. S. Lambton, Continuity and Change in Medieval Persia, London 1988, s. 97-100, 139-140, 185 vd., 197, 209, 212-213; a.mlf., Landlord and Peasant in Persia, London-New York 1991, s. 19-20, 26, 41, 42, 47, 50, 72, 73, 74, 84, 91, 94, 101-104, 122-123, 145-146, 182, 183, 207, 403; a.mlf., “Mongol Fiscal Administration in Persia”, St.I, LXIV (1986), s. 79-99; LXV (1987), s. 97-123; a.mlf., “Kharādj: In Persia”, EI² (İng.), IV, 1034-1053; Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul 1989, s. 41-107; Fazl Şelek, el-Ümme ve’d-devle, Beyrut 1413/1993, s. 207-263; G. Khan, Arabic Legal and Administrative Documents in the Cambridge Genizah Collections, Cambridge 1993, s. 508-543; Gaydâ Hazne Kâtibî, el-Ħarâc münźü’l-fetĥi’l-İslâmî ĥattâ evâśıŧi’l-ķarni’ŝ-ŝâliŝi’l-hicrî, Beyrut 1994, s. 335-368; J. F. Richards, The New Cambridge History of India: The Mughal Empire, Cambridge 1995, V, 79-93; D. Dennet, el-Cizye ve’l-İslâm (trc. Fevzî Fehîm Câdullah), Beyrut, ts. (Dâru Mektebeti’l-Hayât), s. 39-40; P. Wittek, “Ankara’da Bir İlhanî Kitabesi”, THİTM (1931), s. 161-164; W. Barthold, “İlhanlılar Devrinde Malî Vaziyet”, a.e., s. 137-142, 148; V. Minorsky, “A Soyūrghāl of Qāsim b. Jahāngīr Aqqoyunlu (903/1498)”, BSOAS, IX/4 (1938), s. 927-960; a.mlf., “Nasīr al-Dīn Tūsī on Finance”, Iranica: Twenty Articles, London 1961, s. 69-70, 77-78; a.mlf., “The Aqqoyunlu and Land Reforms”, Iranica, Hertford 1964, s. 228-241; Ö. Lütfi Barkan, “Osmanlı Devrinde Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Beğe Ait Kanunlar”, TV, I/2 (1941), s. 91-106; I/3 (1941), s. 184-197; A Grohmann, “New Discoveries in Arabic Papyri. An Arabic Tax-Account Book”, BIE, XXXII (1951), s. 159-170; M. A. Khan, “Jizyah and Kharaj”, JPHS, IV/1 (1956), s. 27-35; Halil İnalcık, “İslâm Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlı Devrindeki Şekillerle Mukayesesi”, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, sy. 1, İstanbul 1959, s. 29-46; Abdülmün‘im Muhtâr, “el-Ħarâc ve’n-nižâmü’đ-đarâǿibî fî Mıśri’l-Ümeviyye”, MMLADm., XLI/4 (1966), s. 642-660; a.mlf., “Nažratün taǾlîliyye li-baǾdi ârâǿi’l-müsteşriķīn Ǿan muǾâmeleti fıķhi’l-ħarâc li-ehli’ź-źimme”, a.e., XLIII/2 (1968), s. 403-428; P. G. Forand, “The Status of the Land and Inhabitants of the Sawād during the First Two Centuries of Islam”, JESHO, XIV/1 (1971), s. 25-37; Richard S. Cooper, “Land Classification Terminology and the Assessment of the Kharāj Tax in Medieval Egypt”, a.e., XVII/1 (1974), s. 91-102; a.mlf., “The Assessment and Collection of Kharaj Tax in Medieval Egypt“, JAOS, XCVI/3 (1976), s. 365-382; Khalil Athamina, “Taxation Reforms in Early Islamic Khurasan: A Reassessment”, Isl., LXV/2 (1990), s. 272-281; Khaled Abou El Fadl, “Tax Farming in Islamic Law (Qibalah and Daman of Kharaj): A Search for a Concept”, IS, XXXI/1 (1412/1992), s. 5-34; G. Rex Smith - Moshalleh al-Moraekhi, “The Arabic Papyri of the John Rylands University Library of Manchester”, Bulletin of the John Rylands University Library, LXXVIII/2, Manchester 1996, s. 163, 165, 168, 170; Pakalın, I, 734-737; “Ħarâc”, Mv.F, XIX, 51-91; “ǾArđ”, Mv.Fİ, V, 111-114; Abdus Subhan, “Kharādj: In the Indian Subcontinent”, EI² (İng.), IV, 1055-1056; Enver Konukçu, “Bâbürlüler”, DİA, IV, 403; a.mlf., “Gıyâseddin Tuğluk”, a.e., XIV, 60; Mehmed Erkal, “Cizye”, a.e., VIII, 42; A. S. Bazmee Ansari, “Fevcdâr”, a.e., XII, 504; Orhan F. Köprülü, “Fîrûz Şah Tuğluk”, a.e., XIII, 141-142.

Cengiz Kallek




Osmanlı Devleti. Osmanlı uygulamasında haraç terimi, hem harâcî araziden ve hâsılatından hem de müslüman olmayan şahıslardan kişi başına alınan vergiyi ifade eder; harâc-ı ruûs (harâc-ı baş) cizye vermekle mükellef kişilerden, harâc-ı arz (bağ haracı) araziden alınan vergi demektir. Bu teorik ayırıma rağmen gerek yerli gerekse yabancı kaynaklarda haraç ve


cizye kelimeleri çok defa karıştırılmış ve biribirinin yerine kullanılmıştır. Resmî belgelerde dahi bu terimin her iki anlama da geldiği ve daha çok kişilerden alınan vergiyi ifade ettiği görülmektedir. Cizye yerine haraç denilmesi özellikle halk arasında yaygındı; bazan da bunun aksi söz konusu idi (Barkan, Kanunlar, s. 295). Bu kavram karışıklığının sadece Osmanlı döneminde değil, İslâmiyet’in ilk yayılış yıllarından itibaren daha eskiden de mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu dönemlerde haraç vergisinin toprak cizyesi (cizyetü’l-arz) ve cizyenin de baş haracı (harâcü’r-ruûs) olarak tanımlandığı görülmektedir.

Haraç vermekle yükümlü olan gayri müslimler ve yıllık vergiye bağlanmış tâbi ülkeler “haraçgüzâr” terimiyle tanımlanmaktadır. Ragusa (Dubrovnik), Eflak-Boğdan ve Erdel (Transilvanya) gibi devlete bağımlı haraçgüzâr hıristiyan beyliklerin verdikleri yıllık vergi de Osmanlı kaynaklarında haraç (harâc-ı maktû‘) olarak nitelendirilmektedir. Ancak bu şekilde adlandırılmasına rağmen zikredilen vergi özünde haraç değil, İslâm hukukundaki anlaşma ile belirlenen müşterek vergi veya diğer bir ifadeyle “bervech-i maktû‘” cizyedir. Bu şekilde kişi yerine topluluk üzerinden cizye alma uygulaması devletin kendi tebaası olan gayri müslimler için de söz konusuydu. Dolayısıyla devrin kaynaklarında haraç diye tanımlanan bu verginin teorik anlamda haraç konusunun dışında mütalaa edilmesi gerekir (bk. HARAÇGÜZÂR).

Osmanlı toprak rejiminin zaman içinde geçirdiği safhalar konunun izahı açısından önem taşımaktadır. XVI. yüzyılın ortalarında Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi’nin çabalarıyla hukukî açıdan büyük ölçüde şekillenen sisteme göre topraklar öşrî arazi, harâcî arazi ve örfî arazi olmak üzere üç kısma ayrılmaktaydı. Bunlardan öşrî arazi fethedilen yerlerden müslümanların, harâcî arazi ise gayri müslimlerin tasarruflarına veya mülkiyetlerine verilen topraklar için kullanılmaktaydı. Bu araziler üzerinde, söz konusu kişilerin alım satım dahil her türlü tasarruf hakları vardı ve öldükleri zaman diğer mal ve mülkleri gibi bu topraklar da vârislerine intikal ediyordu; bu noktadan hareketle haraç çocuk, kadın, erkek ayırımı yapılmaksızın araziye sahip olan kişilerden alınırdı.

Harâcî arazinin müslüman bir şahsın eline geçmesi durumunda dahi yeni mâlik eskiden olduğu gibi haracını ve ispençesini ödemeye devam eder. Zira haraç mutasarrıfa değil toprağa bağlı bir vergidir; dolayısıyla müslümanın eline geçmesiyle durumu değişmez. Halbuki cizye farklıdır; mükellef İslâmiyet’i kabul ederse bu vergiyi ödemekten kurtulur. Hicaz ve Basra eyaletleri öşrî; Sayda, Halep, Bağdat, Musul, Yemen, Trablusgarp ve Bingazi harâcî arazi idi (Abdurrahman Vefik, s. 47). Osmanlı sınırlarına dahil edildikten sonra timar ve zeâmet sisteminin uygulanmadığı bu topraklar eski usulleri üzere bırakılmış ve malî konularda buralara müdahalede bulunulmamıştı. Söz konusu yerlerin dışında kalan topraklarla zaman içinde sahipsiz kalan öşrî ve harâcî toprakların bir bölümü ise askerî ihtiyaçlar sebebiyle mîrî araziye dönüştürülmüştü.

Haraç konusunu yakından ilgilendiren bir diğer husus mîrî arazi rejimidir; zira bu arazinin aslı harâcî arazidir. Osmanlı toprak sisteminde çok önemli bir yer tutan ve “arâzî-i memleket” de denilen mîrî arazide toprağın mülkiyeti beytülmâle yani devlete aitti. Bu sistemin geliştirilmesindeki başlıca etkenler, harâcî arazi gibi bu toprakların da sahiplerine mülk olarak verilmesi halinde, vereseler arasında bölüşülme sonucu hisselerin her birine ayrı ayrı haraç tahakkuk ettirilmesinin doğuracağı güçlüklerle timar sistemiydi. Bundan dolayı arazinin mülkiyeti devlete ait olmuştur. Araziyi kullanan çiftçiler elde ettikleri ürünün harâc-ı mukāsemesini veya toprağın harâc-ı muvazzafını vermekle yükümlüydüler. Harâc-ı muvazzaf veya harâc-ı mukātaada arazinin durumuna göre dönüm başına belirli bir yıllık verginin tahsili esastı; yılda birkaç defa mahsul alınsa dahi harâc-ı muvazzafın tekrar talep edilmesi söz konusu değildi. Buna karşılık arazi işletilmese de toprak sahibi haracını vermek zorundaydı. Bu vergi nakten, aynî veya hizmet şeklinde ödenirdi; mîrî araziden harâc-ı muvazzaf olarak çift vergisi alınırdı.

Mîrî araziden alınması gereken harâc-ı mukāsemeye Osmanlı vergi hukukunda öşür denilmektedir. Ancak bunun, şeriatta toprak sahiplerinin vermekle yükümlü oldukları zekât çeşidi öşürle herhangi bir ilgisi yoktur. Bu durum, yani timarlı sipahinin reâyâdan aldığı verginin aslında öşür değil haraç olduğu Ebüssuûd Efendi tarafından çok açık bir şekilde ifade edilmiştir (Akgündüz, I, 176). Öte yandan her iki verginin tahsil oranları da konuyu açıklığa kavuşturmaktadır; harâc-ı mukāseme karşılığı alınan öşürde vergi oranı % 10 ile % 50 arasında değişirken zekât çeşidi öşürde bu nisbet % 5 veya % 10’dur (ayrıca bk. ÖŞÜR). Bu vergi genelde ürün olarak tahsil edilir, bazan da bedel-i öşür adıyla nakten alınırdı. Mîrî arazi kullanımında gayri müslimler de müslümanlar gibi tasarruf hakkına sahipti. Dolayısıyla bütün tebaa ekip biçtiği mîrî arazinin harâc-ı mukāseme veya harâc-ı muvazzafını vermekle yükümlüydü. Bu topraklar mahiyet itibariyle harâcî arazi olduğundan Osmanlı vergi hukukunun temelini harâcî araziden alınan vergiler meydana getiriyordu. Uygulamada bu iki verginin ülkenin birçok yerinde müslüman ve zimmîlerden eşit oranlarda tahsil edildiği görülür. Ancak müslüman ve gayri müslimlerden farklı oranlarda alındığı da oluyordu.

1669’da Girit’in fethinden yaklaşık bir yıl sonra yapılan tahririn defteri, haracın tarh şeklini ve belki de harâcî arazinin en son kayıtlarını gösteren önemli bir belgedir. Kandiye kanunnâmesine göre gayri müslimlerden tahsil edilecek harâc-ı mukāseme ürünün % 20’sidir. Yılda iki defa ürün alınması durumunda haraç da mükerreren alınıyordu. Öte yandan bağ ve meyve bahçelerinin her cerîbi için konulan 10 dirhem-i şer‘î (Ebüssuûd Efendi’nin hesabına göre 42 akçe) harâc-ı mukātaanın toprak işlenmese de ödenmesi gerekiyordu. Buradaki harâcî arazi sahipleri, arazileri üzerinde satmak dahil her türlü tasarruf hakkına sahiptiler ve öldüklerinde toprakları vârisleri arasında paylaşılabiliyordu. Kanunnâmede ayrıca, sahibinin işlemeyip terkettiği arazinin başka birine kiralanarak haracının aynı şekilde alınmasına devam edileceği belirtilmekteydi. Yeni fethedilen yerler vergilendirilirken yapılan işe bir meşruiyet temeli sağlamak amacıyla bunun Hulefâ-yi Râşidîn uygulamalarının ve İslâm hukukunun bir gereği olduğu açıklanıyordu. Bunun dışında fethedilen yerlerdeki gayri müslimlerin ödeme zorluklarının ve malî sıkıntılarının da göz önünde tutulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Kıbrıs’ın fethinden hemen sonraya ait bir kanunnâmeden bazı eski vergilerin kaldırıldığı öğrenilmektedir. Eğer fethedilen yer bir müslüman ülkenin toprağı ise genellikle önceden alınan haraç miktarı değiştirilmiyordu.

Gayri müslimlerden alınan haraç, arazinin verimine ve ziraatın türüne göre birtakım değişiklikler gösterebiliyordu. Meselâ bir bağda her 100 üzüm asmasından Birecik bölgesinde 2 ve Malatya bölgesinde


3 akçe alınırken bu rakam Arap ülkelerinde 4, 6, 8, hatta 10 akçeye çıkabiliyordu; yine koz ağacından İstanbul’da alınan vergi ürünün yarısı iken Şam eyaletinde ağaç başına 2 akçeydi. Birecik ve Halep’te dört incir ağacından 1 akçe, Azâz sancağında her 100 ağaçtan 16 akçe tahsil ediliyordu. Araziden alınacak haraç miktarının tesbiti mahsulün yetişip olgunlaşmasından sonra yapılırdı. Meselâ bağ haracı denilen üzümün vergisi hemen hemen ülkenin her yerinde bağ bozumunda, zeytinin haracı da ürün tamamen yetişip ağaçlar silkilmeye yüz tuttuğunda toplanırdı. Dolayısıyla farklı ürün ve meyvelerin değişik zamanlarda olgunlaşması, haracın miktarının belirlenmesinin de farklı zamanlarda yapılmasını gerektiriyordu. Bu sebeple mahsul olgunlaşmadan haracının tesbit edilmemesi için ilgililer zaman zaman uyarılmaktaydı.

Bazı gayri müslimler haraç vergisinden muaf tutulmuştur. Bunlar arasında metropolitler, voynuklar, martoloslar, kale tamiri vb. hizmetleri karşılığında bazı gayri müslim müsellemler, derbendciler, maden ve taş ocaklarında çalışanlarla oğulları, Eramişeva, Vidin ve Semendire gibi yerlerde kale ve sınır karakollarında koruculuk yapan Eflaklılar sayılabilir. Eflaklılar savaş zamanlarında ordunun geri hizmetlerinde istihdam edilirdi. Bunlar şer‘î ve örfî bütün vergilerden muaf olup yetişkinlerinden “Eflâkiye âdeti” adıyla yılda 1 filori alınırdı. Voynuklar da haraç, ispençe, öşür, öşr-i kovan, resm-i hınzır gibi vergilerden muaftılar. Ancak 100 koyunun üzerindeki koyunlarının ve baştina adlı çiftliklerinin dışında tasarruf ettikleri sipahi timarlarına dahil olan yerlerin öşür ve sâlâriyyelerini vermek durumundaydılar. Bunun dışında, muafiyet karşılığı olarak kendilerinden istenilen görevleri yerine getirmedikleri takdirde haraç, öşür ve diğer vergileri hesaplanarak bunlardan tahsil edilirdi. 1839’da Tanzimat’la beraber vergi eşitliği getirildiğinden bütün muafiyet ve imtiyazlar kaldırıldı. Bu durum imtiyazlı ve muaf zümrelerin tepkilerini çekmiş ve memnuniyetsizliklerine sebep olmuştur.

Tarhedilenden fazla vergi toplanmasının veya çeşitli masraflar yüklenmesinin halkı bıktıracağı ve devletten soğutacağı endişesi kanunnâmelerde “üşendirme” tabiriyle ifade edilmekteydi. Öte yandan bazı sipahilerin haraç konusunda yolsuzluk yaptıkları da oluyor, meselâ gayri müslimlerin baştinalarına tasarruf ettiklerinde kendilerinden haraç ve ispençe istendiği zaman bunu vermeyip halka yükleme gibi kanun dışı yollara saptıkları görülüyordu (Barkan, Kanunlar, s. 295).

BİBLİYOGRAFYA:

Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid (nşr. Halil İnalcık), Ankara 1954, s. XX; Tevârîh-i Âl-i Osmân (haz. Nihat Azamat), İstanbul 1992, s. 27, 57; Oruç Beğ Tarihi (nşr. Atsız), İstanbul [1972], s. 74, 119; Hadîdî, Tevârîh-i Âl-i Osmân: 1299-1523 (haz. Necdet Öztürk), İstanbul 1991, s. 147, 169; Ķānūnnāme-i Sulŧānī ber Mūceb-i ǾÖrf-i ǾOsmānī (nşr. R. Anhegger - Halil İnalcık), Ankara 1956, s. 39-40, 65-66, 76-78; “Osmanlı Kānunnâmeleri”, MTM, I/1, İstanbul 1331, s. 50-51, 109; I. Selim Kānūnnāmesi (1512-1520) ve XVI. Yüzyılın İkinci Yarısının Kimi Kanunları (haz. Selami Pulaha - Yaşar Yücel), Ankara 1988, s. 25-26; Kitâbu Mesâlihi’l-müslimîn ve menâfi‘i’l-mü’minîn (nşr. Yaşar Yücel), Ankara 1980, s. 69-73; Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi (haz. Midhat Sertoğlu), İstanbul 1992, s. 8, 76-78; Selânikî, Târih (İpşirli), I, 292; II, 544, 594, 767, 786, 831; Süleyman Sûdî, Defter-i Muktesid, İstanbul 1307, s. 55-58; Mustafa Nuri Paşa, Netâyicü’l-vukūât, İstanbul 1327, III, 101; J. Porter, Turkey: Its History and Progress, London 1854, II, 209-211, 213; Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavâidi, İstanbul 1328, s. 47, 295; Barkan, Kanunlar, tür.yer.; a.mlf., “Öşür”, İA, IX, 485; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1990-94, I-VIII, tür.yer.; Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı, s. 158-159; Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 319-321, 333-334, 348-349; Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar I, Ankara 1954, s. 154-156, 173-174, 223-224; a.mlf., “İslâm Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlı Devrindeki Şekillerle Mukayesesi”, AÜ İlâhiyat Fakültesi İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, I, İstanbul 1959, s. 38-41; a.mlf., “Cizye: Osmanlılar’da”, DİA, VIII, 45-48; Halil Cin, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, İstanbul 1985, s. 26-27; a.mlf., “Arazi”, DİA, III, 344-345; Ahmet Tabakoğlu, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, İstanbul 1985, s. 52-58; Yavuz Ercan, Osmanlı İmparatorluğunda Bulgarlar ve Voynuklar, Ankara 1986, s. 9, 11, 15-16, 31-33, 75-77, 79, 87, 114-120; a.mlf., “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Ödedikleri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar”, TTK Belleten, LV/213 (1991), s. 376, 381-386; Ziya Kazıcı, Osmanlılarda Vergi Sistemi, İstanbul 1977, s. 58-88; Boris Christoff Nedkoff, “Osmanlı İmparatorluğunda Cizye” (trc. Şinasi Altundağ), TTK Belleten, VIII/32 (1944), s. 608, 617-619, 621; M. P. Guboğlu, “Le tribut payé par les principautés roumaines à la porte jusqu’au début du XVIe siècle”, İFM, XLI/1-4 (1985), s. 97-143; M. Maxim, “XVI. Asrın İkinci Yarısında Eflâk-Buğdan’ın Osmanlı İmparatorluğu’na Karşı İktisadî ve Malî Mükellefiyetleri Hakkında Bazı Düşünceler”, TTK Bildiriler VII (1973), II, 557, 562-566; a.mlf., “XVI. Yüzyılın Son Çeyreğinde Akçenin Devalüasyonu ve Eflâk-Boğdan’ın Haracı Üzerindeki Etkisi”, a.e. IX (1988), II, 1001-1009; Pakalın, I, 71-74, 98, 734-737; Ebül’ulâ Mardin, “Harâc”, İA, V/1, s. 222-225; Cengiz Orhonlu, “Kharādj”, EI² (İng.), IV, 1053-1055; Feridun Emecen, “Baştina”, DİA, V, 135-136; a.mlf., “Çift Resmi”, a.e., VIII, 309-311.

DİA