HALK EDEBİYATI

Halkın edebî zevkini karşılamak üzere sözlü olarak ortaya konan, kendine has bir dile ve üslûba sahip edebiyat kolu.

İlkel halk topluluklarından gelişmiş medeniyetlere kadar bütün toplumlar tarih sahnesinde var oldukları andan itibaren kendi çağlarında edebî ürünler ortaya koymuşlardır. Sözlü ve anonim olarak ortaya çıkıp uzun bir tarih süreci içinde özelliklerini kaybetmeden gelişen bu ürünlerden belli bir edebî değer taşıyanlar genellikle halk edebiyatı adı altında incelenmiştir. Yazılı edebiyatlara da kaynaklık yapan bu zengin dil ve kültür malzemesi XIX. yüzyılın başlarında müstakil olarak ele alınmaya başlanmış ve araştırılarak yazıya geçirilmiştir.

Ait oldukları cemiyetlerin içtimaî-siyasî şartlarına, gelişmişlik düzeylerine, dillerinin imkânlarına ve yaşadıkları coğrafyanın özelliklerine göre farklılık veya benzerlikler gösteren bu edebiyatlar toplumları derinden etkileyen içtimaî ve tabii olaylar çevresinde doğmuştur. Bu sebeple başlangıçta destanlar, efsaneler, masallar ve halk hikâyeleri şeklinde gelişen ürünler sonraları gittikçe çoğalmıştır. Manzum ve mensur olarak çeşitlenmiş, ayrıca atasözü, mâni, ninni, şarkı, türkü, bilmece gibi şekil ve türlerle zenginleşmiştir.

TÜRK EDEBİYATI.

Halk edebiyatı, Türkiye’de XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bazı araştırmacılar tarafından ilgi görmüş ve bilhassa üniversitelerde bir bilim dalı olarak kabul edilip okutulmaya


başlandığı tarihe kadar çoğunlukla meraklılarınca ele alınıp incelenmiştir. Bu alandaki çalışmaların köklü bir geleneği olmadığı için ileri sürülen görüşler ve yapılan tasnifler henüz genel kabul görecek düzeye ulaşmamıştır.

Pertev Naili Boratav’ın halk edebiyatı çerçevesi içine hikâye, masal, fıkra, efsane, bilmece, atasözü, alkış ve kargış, tekerleme, türkü, meddahlık ve seyirlik halk oyunlarının yanında âşık edebiyatı ile destanı da aldığı görülmektedir (100 Soruda Türk Halkedebiyatı, tür.yer.). Nihad Sâmi Banarlı, bu çerçevenin içine tekke edebiyatını ve Ebû Ali Sînâ türünde hikâyeleri de dahil eder (TA, XVIII, 393-402). Umay Günay’ın halk edebiyatı için çizdiği çerçeve de Boratav ve Banarlı’da olduğu gibi fazla sayıda konuyu kapsamakta, destanlar ve âşık edebiyatı da halk edebiyatı içinde gösterilmektedir (Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, XIV, 523-533). Boratav ve Günay halk edebiyatı içinde tekke edebiyatına yer vermemişlerdir. Her üç araştırmacı da âşık edebiyatı ile destanlara bu çerçevede yer verilmesi hususunda birleşmektedir.

D. Mehmet Doğan’ın değerlendirmeleri ise öncekilerden farklıdır. Ona göre, “Edebiyat sanatı da diğer sanatlar gibi esasta şahsîdir; edebî eserler şahıslar tarafından meydana getirilir. Halkiyat (folklor) ürünleri ise mâşerîdir. Aslen sözlü olup söyleyeni ve düzenleyeni bilinmez. Bu itibarla halk edebiyatının halkiyatın konusu olması gerekir” (TDEA, IV, 55). Bu değerlendirmeye göre şahsî verimlerden meydana gelen âşık edebiyatı ile tekke edebiyatı halk edebiyatı dışında bırakılmalıdır. Çünkü sahibi bilinen bir koşmanın ve bir hikmetin, kimin tarafından ortaya konulduğu hiçbir zaman bilinemeyecek olan bir masalla, bir atasözüyle aynı tutulması doğru değildir. Sahibi bilinmeyen verimler zamanın akışı içinde gelişerek günümüzdeki şekillerini almıştır. 1074 yılında tamamlanan Dîvânü lugāti’t-Türk’te, “Endik uma evligni agırlar” şeklindeki atasözü günümüzde, “Şaşkın misafir ev sahibini ağırlar” biçiminde söylendiği halde Karacaoğlan’ın “elif” redifli semâisi yüzyıllardan beri aynı şekilde okunmaktadır. Aynı yazar, halk edebiyatı konusundaki değerlendirmesinde ürünlerin manzum ve mensur olmasına göre, tamamen manzum olanlar (türkü, mâni vb.), tamamen mensur olanlar (fıkra) ve nazımnesir karışık olanlar (halk hikâyesi) biçiminde üçlü bir tasnif getirmiştir. Türlere göre yaptığı tasnif de bazı dalları itibariyle büyük ölçüde kabul edilebilir mahiyettedir: Manzum tür ve biçimler, seyirlik oyunlar, halk hikâyeleri, masal ve efsaneler, atasözleri ve deyimler, bilmeceler ve fıkralar (a.g.e., IV, 56).

Halk edebiyatı konusunda daha belirli bir çerçeve ortaya koyabilmek için türlerden değil dallardan hareket etmek gerekir. Günümüzde halk edebiyatı denildiği zaman üç ayrı dal düşünülmektedir: Anonim halk edebiyatı, âşık edebiyatı, tekke edebiyatı. Ancak bu üç dalın ortak bir başlık altında toplanması, sahibinin kimler olduğu unutulan (anonim) edebiyatla sahiplerine “âşık” adı verilen kişilerin ortaya koyduğu ürünleri, hiç öğrenim görmemiş veya pek az öğrenim görmüş insanların meydana getirdiği ürünlerle belli bir dinî-kültürel muhitte şekillenen tekke edebiyatını aynı çerçevenin içine yerleştirmek gibi karışıklıklara sebep olmaktadır. Bununla birlikte halk edebiyatı, bu üç dal ayrı birer araştırma alanı olarak kabul edilip her birinin çerçevesi yeniden çizilerek daha açık ve doğru bir şekilde ele alınabilir. Bu alanların başlıca konuları ise şöylece sıralanabilir: Anonim Halk Edebiyatı. Bu edebiyatın konusunu âşık edebiyatı ve tekke edebiyatı ürünlerinin dışında kalan eserlerle anonim hale gelmiş manzum ve mensur eserler teşkil eder. Âşık Edebiyatı. Sevdadan hasrete, kahramanlıktan vatan sevgisine uzanan konuların daha çok hece ölçüsü ile söylenen manzumelerle dile getirildiği bir daldır. Âşık adı verilen sanatkârlarla onlar gibi şiir söyleyebilenlerin ortaya koyduğu âşık edebiyatının aruz vezniyle kaleme alınmış örneklerinde dil sadelikten az da olsa uzaklaşmıştır. Bu edebiyatın ürünlerini şekil ve konu bakımından ayırırken hece ölçüsü ile yazılanlarla (koşma, semâi, varsağı, destan; güzelleme, koçaklama, taşlama, ağıt vb.) aruz ölçüsü ile olanlar (divan, selis, semâi, kalenderî, satranç, vezn-i âhar vb.) arasında dikkati çeken farklılıklar görülür. Birincilerde nazım birimi hâne (dörtlük) iken ikincilerde kesin bir birim söz konusu olmayıp beyitten başlayarak murabba, muhammes ve müseddese kadar uzanabilmektedir. Bir başka fark da hece ile söylenenlerin hazırlıksız olarak yani irticâlen söylenebilmesine karşılık diğerlerinde ve bilhassa vezn-i âharda mutlaka bir ön hazırlığa ihtiyaç bulunmasıdır. Tekke Edebiyatı. Bu ad altında toplanan eserler, son yıllarda çerçevesi biraz genişletilmiş olarak dinî-tasavvufî Türk edebiyatı adıyla tanıtılmaktadır. Tekke edebiyatının konu ve şekil çerçevesi içinde divan edebiyatına ait olanlarla (gazel, mesnevi; tevhid, münâcât, na‘t, mi‘râciyye, mevlid, hilye, methiye vb.) doğrudan doğruya tekke edebiyatına ait olanlara (nutuk, devriye, şathiye, ilâhi, nefes, hikmet vb.) bir arada yer verilmektedir (Güzel, LVII/445-450, s. 251 vd; ayrıca bk. TEKKE EDEBİYATI). Bütün bu görüşlerin ışığında halk edebiyatının şu başlıklar altında incelenmesi daha uygun görünmektedir:

A) Anlatma Esası Üzerine Kurulanlar. Bunlar genellikle anlatıcının kelime dağarcığı ile şekillenen masal, fıkra ve efsanelerdir. Masallardaki kalıp ifadeler (formeller), fıkralardaki nükte cümleleri veya efsanelerde yer alan ana konuyla ilgili bazı sözler benzer şekillerde ortaya konulabilir: “Bir varmış bir yokmuş”; “Gökten üç elma düştü”; “İçinde ben de vardım”; “Buyurun cenaze namazına”; “Ya taş eyle ya kuş” gibi. Ancak masalların anlatıcıya göre süslenerek anlatılmasına karşılık fıkra ve efsanelerin süslenmeye ihtiyacı yoktur. Bunların kısaca anlatılması başlıca özellikleridir.

1. Masal. İnsandan hayvana, bitkiden nesneye kadar her şeyin kahraman olarak yer aldığı, daha çok olağan üstülüklerle örülü, belli kalıp ifadelerle süslenmiş anlatmalardır. Belirli kahramanlara (Keloğlan, köse, tilki, dev vb.) bağlı olanların yanında kim olduğu ve hangi ülkenin başında bulunduğu genellikle belirtilmeyen padişahlar, sultanlar, krallar da masalların vazgeçilmez kahramanlarıdır. Masallar motifleri ve tipleri açısından incelenir. Masal motifleriyle ilgili en kayda değer çalışma, Finli âlim A. Aarne’nın 1910’da hazırlayıp öğrencisi Stith Thompson’ın 1928 ve 1961 yıllarında iki defa gözden geçirerek genişlettiği katalogdur (The Types of the Folk-Tale, Tempere 1964). Motifler hakkında diğer önemli bir çalışma yine Thompson’a ait olup önce 1932-1936 yılları arasında altı cilt olarak hazırlanmış, gözden geçirilmiş ve Türk masallarına da yer veren şekli 1955-1958 yıllarında yine altı cilt olarak yayımlanmıştır (Motif Index of Folk Literature). Türk masalları hakkında yegâne tip katalogu D. Wolfram Eberhard ile Pertev Naili Boratav tarafından hazırlanmıştır (Typen Türkischer Volksmärchen, Wiesbaden 1953). Bu eserin sonunda bir de motif listesi yer almaktadır. Bunların dışında Türk masallarının


motifleriyle ilgili başlıca çalışmaları Umay Günay, Bilge Seyidoğlu, Ahmet Ali Aslan, Ali Berat Alptekin, Esma Şimşek ve Saim Sakaoğlu gerçekleştirmiştir. Günay, derlediği yetmiş masala Rus masal araştırmacısı V. Propp’un metodunu başarılı bir şekilde uygulamıştır.

2. Fıkra. Değişik amaçlara bağlı bir nükte ile sona eren, farklı karakterler etrafında kurulmuş kısa anlatmalardır. Türk fıkraları, temsil ettikleri zihniyet ve davranışlarla bağlandıkları tiplere göre Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bekri Mustafa, Aldâr Köse, Esenpulat, Kemîne, Mirali, Bektaşî gibi halk kahramanlarına nisbetle gruplandırılabilir. Bir bölümü de gerçek hayatta yaşamış, tarih sayfalarında iz bırakmış kişilerle ilgilidir. Ayrıca bunlar kadar olmamakla beraber sadece kendi bölgelerinde tanınmış pek çok fıkra tipi daha vardır. Türkiye’nin bazı illerinde bölgeleri temsil eden tip sayısı da oldukça fazladır (Karadenizli, Kayserili vb.). Fıkraların merkezinde daima insan-toplum münasebetleri vardır. Toplum hayatında ortaya çıkan çelişkiler, düşünce ve davranış farklarından doğan çatışmalar fıkraların konusunu oluşturur. Fıkraların nükte cümlesi her zaman güldürmek için söylenmiş olmayıp bazılarında düşündürme unsuru hâkimdir. Aslında bazı fıkralara gülebilmek için özel bir bilgiye ihtiyaç vardır; aksi takdirde nükte kavranamaz ve fıkranın anlatılmasından beklenen maksat hâsıl olmaz (bk. LATİFE).

3. Efsane. Bir olay, yer veya adla ilgili inanışı dile getiren veya bunların ortaya çıkış sebebini açıklayan olağan üstü özelliklere sahip kısa anlatmalardır. Efsanelerde yer alan olayların gerçeğe dayandığı kabul edilir. Fıkralar gibi bunlar da süsten uzaktır. Ancak olayın açıkça belirtilmesi için efsanede yer alan kişi ve zamanla ilgili bazı bilgilerin verilmesi gerekir. Efsanelerde halkın özlemleri, dünya görüşü ve ideal insan tipi diğer edebî türlerden daha kesin olarak ortaya konur. Bu bakımdan efsaneler tarihle halk muhayyilesinin bir terkibidir. Efsanelerle ilgili milletlerarası çalışmalar 1959’da başlamış, 1962 yılında önce altı olarak belirlenen konuların dörde indirilmesiyle bunlar kalıcı bir tasnife kavuşturulmuştur. Bu konular yaratılış ve dünyanın sonu, tarih ve medeniyet tarihi, tabiat üstü varlıklar ve güçlerle dinî efsaneler (menkıbeler) olup kendi aralarında da alt gruplara bölünmüştür. Türk efsaneleriyle ilgili olarak Nevzat Gözaydın, Saim Sakaoğlu, Bilge Seyidoğlu ve Ali Öztürk’ün çalışmaları vardır. İlk iki araştırmacının yaptığı çalışmalar Türk efsane tipleriyle ilgili ilk denemelerdir. Türkiye’de efsane araştırması ve incelemesinden çok efsane metni yayımlanması yoluna gidilmiştir. Fıkralar gibi günlük hayatla iç içe olmadıkları için kaynak şahısların dağarcıklarında pek fazla örneği tesbit edilememektedir; daha çok tercih edilenler ise dinî mahiyette olanlardır. Bunda da evliya tezkirelerinde yer alan menkıbelerin çeşitli sebeplere bağlı olarak yaygınlaşmasının önemli rolü vardır. Efsanelerdeki ortak fikir devletin ve milletin bekası olduğundan bunlarda milletin her devirde bağlı olduğu değerlerin ele alınıp yüceltilmesi ilk amaçtır.

B) Halk Hikâyeleri. Tarihten aldıkları konular yanında günlük hayatın çeşitli safhalarını işleyen ve “musannif” adı verilen sanatkârlar tarafından şekillendirilen, genellikle nazım-nesir karışık, içinde gerçek olaylardan başka hayalî olayların da bulunduğu uzun anlatmalardır. Konuları ve kaynakları açısından değişik şekillerde sınıflandırıldığı için araştırmacılar farklı sınıflar veya konular ileri sürmüşlerdir. Anlatılmaları sırasında sanatkârın yeri geldikçe saz çalıp şiir okuduğu, gerektiğinde bir meddah edasıyla çeşitli hareketler yaptığı görülür. Sesi güzel olmayan veya saz çalamayan anlatıcılara ise bu özelliği olan ikinci bir kişi yardım edebilir. Hikâyeleri anlatanlar genellikle âşıklardır (bk. HİKÂYE).

C) Manzum Olarak Kurulanlar. Bunlardan mâni ve ninni gibi ürünler birer dörtlükten, pek az olarak da beş altı mısradan meydana gelirken türküler, ağıtlar, çocuk sevmeleri birden fazla bentten kurulmuştur. Tekerlemeleri ise belli bir ölçüye yerleştirmek mümkün değildir. Manzum olarak düzenlenen halk edebiyatı verimleri şunlardır:

1. Türkü. Halk edebiyatının en zengin ve günlük hayatla en fazla iç içe olan bölümüdür. Çoğunlukla kişilerin ve toplumla ilgili konuların işlendiği anonim ürünler olan türküler arasında âşıkların adına bağlananlar da vardır. “Türk” kelimesinden nisbet ekiyle türetilen bir terim olan “türkî / türkü” başlı başına bir bölüm olabilecek çeşitliliğe sahiptir. Konu üzerinde çalışanlardan Mahmut Ragıp Gazimihal, Yusuf Ziya Demircioğlu, Pertev Naili Boratav, Hikmet Dizdaroğlu, Mehmet Özbek, Cem Dilçin, Süleyman Şenel ve Halil Atılgan ile son yıllarda halk edebiyatı ürünlerini sınırlı bir çerçeve içinde ele alan Umay Günay’ın bazı yönleriyle birbirini hatırlatan değerlendirmeleri, üzerinde dikkatle durulacak noktalara sahiptir. Türküler çeşitli biçimde sınıflandırılmıştır. Genel eğilim üç başlık altında ele alınması yönündedir. a) Ezgilerine Göre. M. Ragıp Gazimihal’in ilgi gören sınıflamasında türküler usullüler ve usulsüzler olmak üzere iki alt bölüme ayrılmaktadır. Bunlardan ilkine daha çok oyun havaları girmektedir. Konya’da “oturak havaları”, Urfa’da “kırık havalar” adı verilen türküler bu bölüme girer. Usulsüz olanları ise uzun havalar olup divan, bozlak, hoyrat, koşma gibi çeşitleri vardır (Mahmut Ragıp, s. 192-195). b) Konularına Göre. Y. Ziya Demircioğlu, Cahit Öztelli, P. Naili Boratav ve Hikmet Dizdaroğlu’nun görüşlerinin yeniden gözden geçirilmesiyle şöyle ortak bir sınıflama ortaya konulabilir: Ninniler ve çocuk türküleri, aşk türküleri, gençlik türküleri, asker türküleri, kahramanlık türküleri, evlenme türküleri, ölüm türküleri, tabiatla ilgili türküler, çalışma türküleri, karşılıklı söylenen türküler, güldürücü türküler, ağıtlar, oyun türküleri, hikâyeli türküler. c) Yapılarına Göre. Türkülerin çoğunluğu “bent” ve “kavuştak” adı verilen iki bölümden oluşur. Bent ve kavuştakların mısra sayısı, ölçüsü ve kafiyelenişi türküden türküye değişiklik gösterir. Bunların dışında mâni dörtlüklerinden ve koşma nazım biçiminden yakılmış türküler de vardır (bk. TÜRKÜ).

2. Mâni. Halk edebiyatının çok sevilen ve yaygın olan bir nazım biçimidir. “Düz mâni” veya “tam mâni” adı verilen klasik şekli yedi heceli ve hemen daima “aaxa” biçiminde kafiyelidir. Sekiz ve on bir heceli örnekleri daha az görülmektedir. İlk mısraı hece sayısı bakımından eksik olduğu için “kesik mâni”, kafiyeleri cinaslı olduğundan “cinaslı mâni” olarak adlandırılan çeşitleri de vardır. Hemen her konuda mâni söylenebilir. Mâniye Kuzeydoğu Anadolu’da “bayatı”, Urfa ve Kerkük yörelerinde “hoyrat / horyat” adı verilir (bk. HOYRAT). Bayatılar Azerbaycan’da genellikle cinaslı olarak söylenir (bk. MÂNİ).

3. Ninni. Dîvânü lugāti’t-Türk’te “balu balu” terimiyle ifade edilen ninni, daha çok çocukları uyutmak amacıyla kendine has bazı ezgilerle söylenen manzumelerdir. Çeşitli Türk topluluklarında değişik isimlerle anılır. Âzerî Türkçesi’nde “laylay”, Çağatay Türkçesi’nde “elle”, Çuvaşça’da “nenne”, Kazak Türkçesi’nde “el-diy”, Kerkük Türkçesi’nde (Irak Türkmenleri’nde) “leyle, leylev, leyley”, Kırım Türkçesi’nde


“ayya” (nanıy), Türkmen Türkçesi’nde “alley” kelimeleriyle adlandırılmaktadır. Türkiye Türkçesi’nde edebî dilde ninni denmekle beraber konuşma dilinde ve ağızlarda daha çok “nenni”, bazan da “nennen” veya “nen” şeklinde telaffuz edilmektedir (Çelebioğlu, s. 11-13). Ninniler kendilerine mahsus bazı ifade kalıpları ve üslûp özellikleri taşır. Genel olarak “Dandini dandini dan ister”; “Hû, hû, hû Allah”; “Ninnilerin benim olsun” gibi bir nida, terennüm ve hitap unsuru ile başlayan ninnilerde (a.g.e., s. 16-17) sonuncu mısradan sonra “ninni, nenni, e... hû...” gibi sözler tekrar edilir. Her ninni söyleyenin dağarcığında bu dörtlüklerden birkaç örnek bulunmakla beraber hiç ninni bilmeyenler de çocuklara gelişigüzel söylenen cümlelerle ninni kurabilir. Türk ninnilerini çeşitli açılardan değerlendiren Âmil Çelebioğlu bunları dinî, kutsî, fikrî mahiyette, efsane ve ağıt türünden, dilek ve temenni, sevgi ve alâka, övgü ve yergi, şikâyet ve teessür, ayrılık ve gurbet ifade eden, vaad, tehdit ve korkutma niteliğinde ninniler olmak üzere dokuz grupta toplayarak incelemiştir (a.g.e., s. 20). Ninnileri tür, şekil ve görevleri açısından da gruplara ayırmak mümkündür. Bazı ninniler sadece kız veya erkek çocuklar için söylenirken her iki cins için söylenenler de vardır. Dinî mahiyetteki ninnilerde “lâ ilâhe illallah”, tevhid, besmele gibi ifadeler görülmekle beraber bunlar daha çok annenin çocuk sahibi olduğu için Allah’a şükrünü, çocuğunu sıhhat ve afiyetle büyütme veya çocuk sahibi olabilme dileğini ifade eder. Hz. Peygamber, Hz. İsmâil, Hz. Ömer, Hz. Ali ile Eyüp Sultan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bayrâm-ı Velî, Emîr Sultan gibi din büyüklerinin adının geçtiği ve “ninni ilâhisi” adı verilen ninniler de vardır. Değişik şekilleri de olmakla beraber ninniler genellikle mâni gibi yedili hece ölçüsüyle ve “aaxa” biçiminde kafiyelidir (geniş bilgi için bk. a.g.e., s. 14-16).

4. Ağıt. Bir alt bölüm olarak ele alındığı gibi türkülerin içinde de düşünülmüştür. Azerbaycan’da “şiven” ve “ağı”; Türkmenler’de “âğı, tavs, tavsa”; Kazak Türkleri’nde “koris”; Kerkük Türkleri’nde “sazlamağ” gibi adlarla anılan ağıt ölenlerin ardından nağme ile terennüm edilen, yas törenlerinde söylenen şiir, şarkı ve türkülerdir. Yalnız insanlar için değil nâdir olmakla beraber hayvan ve eşya için söylenmiş örnekleri de vardır. Daha çok genç yaşta ölenlere söylenen ağıtlar belli bir ezgi ile icra edilir; hatta bu sırada bazı hareketlerin de yapıldığı görülür. “Ağıtçı” adı verilen ve genellikle kadın olan bazı kişiler başkalarının ölüleri için onların ağzından ağıt yakarlar. Ağıtlar, Türkler’in İslâmiyet’ten önceki dönemde “yuğ” adı verilen cenaze törenleri esnasında söylenen saguların devamıdır. Şekil olarak koşma ve mâni tarzında kurulup kafiyelendiği görülür (bk. AĞIT).

5. Tekerleme. Çok değişik görevleri olan tekerleme söz cambazlığı, dinleyicinin dikkatini toplama, biraz da üstünde durulan konu hakkında bilgi verme amacı taşıyan ve daha ziyade çocuk geleneklerinde varlığını devam ettiren bir türdür. Tekerlemelerin en önemli özelliklerinden biri belirli konularının olmayışıdır. Bunlar daha çok kafiyelerle elde edilmiş ses oyunları ve çağrışımlarla birbirine bağlanmış, belli bir şiir düzenine uydurulmuş, çok defa birbirini tutmayan hayal ve düşüncelerin sıralanmasından oluşur. Bundan dolayı tekerlemelerin hepsini bir araya getirip ortak bir tarif etrafında birleştirmek oldukça zordur. Pertev Naili Boratav genel kabul gören sınıflamasında masal tekerlemeleri, oyun tekerlemeleri, tören tekerlemeleri ve bağımsız söz cambazlığı değerinde tekerlemeler olmak üzere dört alt bölüm teklif eder (100 Soruda Türk Halkedebiyatı, s. 135). Masal tekerlemeleri dinleyiciyi masala hazırlamak, dinleyeceği olağan üstülükleri kabul edecek hale getirmek amacıyla söylenen iç kafiyeli sözlerdir. Oyun tekerlemeleri, çocukların oyuna başlamadan önce ebeyi seçmek veya oyuncuların oynayacağı rolü göstermek gibi maksatlarla söyledikleridir. Tören tekerlemeleri, çocukların bilhassa kandil akşamlarında kapı kapı dolaşıp hediye toplamaları, yağmurun yağmasını istemeleri veya ilkbaharda çiğdem toplayıp yemek yapmak için evlerden yiyecek istedikleri sırada söyledikleri tekerlemelerdir. Pehlivanların er meydanına çıkışları esnasında söylenenler de bu gruba dahil edilebilir. Söz cambazlığı değerindeki bağımsız tekerlemeler ise birlikte söylendikleri veya tekrar edildiklerinde telaffuzu zor olan sesleri, kelimeleri bir arada söylemeyi amaçlayan sözlerdir. “Üç tas has hoşaf” tekerlemesinde görüldüğü gibi ç, s, ş seslerinin birbirini takip ederek söylenmesi oldukça zordur.

6. Çocuk Sevmeleri. Ninni gibi, çocukları uyutmak amacına yönelik bir bölümün yanında bir de çocukları severken, onlar hakkındaki güzel duyguları dile getirirken söylenen sözler vardır. Bunlar genellikle kalıplaşmış ifadelerdir. “Beşik türküleri” diye de adlandırılan bu ürünler daha çok çocuğun cinsiyetine, kucakta veya beşikte sevilme durumuna, diş çıkarmadan önceki ve sonraki gelişmesine bağlı olarak söylenir.

D) Manzum ve Mensur Şekilleri Olanlar. Halk edebiyatı ürünleri arasında hem kısa oluşları, hem de manzum ve mensur örneklerinin bulunuşu açısından dikkati çeken ayrı bir grup vardır. Bir kısmı kalıcı gibi görünen bir şekle sahip olmakla beraber günlük hayattaki farklı görevleri yerine getirmek için kullanılan bu ürünlerin bazıları bölgelere göre kolayca kelime değişikliğine uğrayabilir. Bir atasözünün ders vermek amacıyla söylenmesinin yanında bir bilmecenin eğlendirme amacına yönelik olması bunun en güzel örneğidir. Bazılarına günlük hayatta sık sık yer verilebilir. Manzum ve mensur şekilli olan halk edebiyatı ürünleri şunlardır:

1. Bilmece. Çeşitli varlıklarla bunlara bağlı olayları, insan, hayvan, bitki gibi canlıları, eşyayı, akıl, zekâ, güzellik gibi soyut kavramlarla dinî konu ve motifleri kapalı bir şekilde yakın-uzak münasebetler ve çağrışımlarla insanın düşünce, muhakeme ve dikkatine sunarak bulmayı amaçlayan kalıplaşmış sözlerdir. Bunlar bilmece genel isminin yanında “tanıtmaca, atlı mesel, atlı hekât, bilmeli matal, mesel, masal, metel, matal” olarak da adlandırılır. Âzerî sahasında bilmece karşılığı olarak “tapmak” (bulmak) fiilinden “tapzug, tapmaca”; Kırgız, Karakalpak ve Kazaklar’da “cumbak”; Kazan Türkleri’nde “tabışmak, cumak”; Başkırtlar’da “yumak” kelimeleri kullanılmaktadır. Hem bir zihnî faaliyet hem de bir eğlence aracı olan bilmeceler daha çok sonuncu görevleriyle canlılıklarını koruyabilmiştir. Bilmecenin kuruluşunda bilhassa renk, şekil, koku, hacim, zıtlıklar, dış görünüş, yapı özelliği gibi noktalara dikkat edilir. Kelime Dîvânü lugāti’t-Türk’te “tabuzguk” (I, 502; II, 164) ve “tabuzgu neng” (I, 489) şekillerinde ad olarak, “tabızmak” (II, 164) ve “tabuzmak / tapuzmak“ (II, 86) biçimlerinde fiil olarak görülmektedir. Bilmeceler daha çok beyit ve mâni dörtlükleri şeklinde manzum, yüklemsiz cümle olarak da nesir şeklinde görülür. Kuralsız cümle veya iç kafiyeli örnekleri de vardır. Bazılarında soru ile hemen hemen hiç ilgisi olmayan taklidî sesler yer alır; bu özellik daha ziyade manzum bilmecelerde kafiyenin


sağlanmasına yardımcı olur. Bazan bir sorunun anlamını dahi değiştirmeyecek şekilde uğradığı küçük farklılıklarla bilmecenin cevap sayısı yirmiyi bulabilmektedir (Sakaoğlu, Köz, sy. 3, s. 29-48). Manzum bilmecelerin bir kısmında her mısraın cevabı ayrı olabildiği gibi bu cevaplar arasında bir anlam bağı da bulunabilir. Cevabı bizzat sorunun kendisi olan bilmeceler de vardır (Çelebioğlu - Öksüz, s. 10-16). Uzun diyaloglarla kurularak kelime oyunlarına yer veren bilmeceler yanında, bölgelere göre farklı söylenişleri dışında altmıştan fazla farklı sorusu olabilen cevaplar da görülür (Baş-göz - Tietze, tür.yer.).

2. Atasözü. Geçmişte yaşanan olaylardan çıkarılan sonuçları öğüt ve hüküm şeklinde nakleden kısa ve özlü anonim sözlerdir. İlk defa kimin söylediği ve son şekline ne zaman kavuştuğu bilinmez. Belirli kurallara göre zamanın akışı içinde değişikliklere uğramakla birlikte temel yapılarının değişmediği görülmektedir. Başta din, ahlâk, terbiye, hukuk, iktisat kuralları, gelenek ve görenekle tabiat olayları atasözlerinin oluşmasında önemli bir rol oynar. Kalıplaşmış bir yapıya sahip olmaları, birkaç kelime ile ifade edilmeleri, olayları özlü biçimde ortaya koymaları başlıca özellikleridir. “Vakit nakittir” gibi iki kelimelik olanların yanında kuralı zorlayan, “Sade pirinç zerde olmaz, bal gerektir kazana; baba malı tez tükenir, evlât gerek kazana” gibi birkaç hüküm bildiren atasözleri de vardır. Orhun Âbideleri, Dîvânü lugāti’t-Türk, Kutadgu Bilig gibi Türk kültürünün en eski eserlerinde az veya çok sayıda atasözü görülmektedir. Özellikle Kâşgarlı Mahmud’un eserinde yer alan sözler Türk kültürü için zengin bir kaynaktır. Buradaki sözlerin bir bölümü bugün de kullanılmaktadır. İçlerinde değişerek günümüze kadar gelenlerin yanında, “Ermegüke eşik art bolur” (Tembele eşik yokuş olur, Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 138) gibi artık unutulmuş olanları da vardır. “Keskin sirke kabına / küpüne zarardır” gibi iki farklı şekli olanların dışında âdeta aynı düşünceyi ifade eden, “Bedava sirke baldan tatlıdır”; “Müft (bedava) olsun da zift olsun” gibi atasözleri de mevcuttur. Kuruluşlarında tevriye, tezat, akis, hüsn-i ta‘lîl, istifham, kinaye, mecâz-ı mürsel, istiare gibi sanatların yanında mecazlı, cinaslı, aliterasyonlu söyleyişler de görülür. Bazıları hemen hemen bütün Türk dünyasında, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” atasözü gibi ortak olmakla birlikte bazıları da son derece dar bir bölgede bilinmektedir. Benzerleri başka kültürlerde bulunabilecek atasözleri de vardır (bk. ATASÖZÜ).

3. Deyim. En az iki kelimeden meydana gelen, bu kelimelerden en az birinin mecaz anlamla kullanıldığı, kısa ve özlü kalıplaşmış sözlerdir. Her dilde olduğu gibi Türkçe’de de sayıca son derece fazla olan deyimler genellikle bir hükmü değil bir kavramı belirtir. Eskiden “tabir” olarak adlandırılan deyimler şekil bakımından kelime öbeği (ağır başlı, gel zaman git zaman, suya sabuna dokunmadan) veya cümle halinde (Dostlar alışverişte görsün; Halep ordaysa arşın burda; Uma uma döndük muma) bulunabilir. Deyimlerin kuruluşunda kavramların mecazlı bir söyleyişle kullanılması son derece sık görülür. Atasözlerinde olduğu gibi bir olayın hikâyesine telmih yoluyla dokunan deyimler yanında (hoşafın yağı kesilmek) âdet ve inanışları bildiren (beşik kertme nişanlı), bir kelimenin yardımcı fiil olmasıyla şekillenen (can atmak) deyimler de vardır. Deyimlerin atasözlerinden ayrıldığı en önemli nokta ise genel kural niteliği taşımamalarıdır. Deyimlerle bir kavramın özel kalıp içinde çekici bir anlatımla belirtilmesi amaçlandığı halde atasözleriyle yol göstermek, ders ve öğüt vermek, ibret alınması için gerçekleri bildirmek amaçlanmaktadır (Aksoy, I, 40). Deyimlerle, bir bilim dalının özel kelimeleri olarak kabul edilen terimleri birbirine karıştırmamak gerekir.

4. Alkış. “Hayır duası” olarak da adlandırılan alkışlar insanın kendisinin, yakın çevresinin ve sevdiklerinin refah ve mutluluğu için, iyi ve güzel şeyleri dilemek amacıyla Allah’a sesleniş ve yalvarış sırasında söylenen sözlerdir. Genellikle mensur ifadeler şeklinde ortaya konulur; ölçülü olarak beyit ve dörtlükler biçiminde görünenleri de vardır. Bazılarında birden fazla istek yer alabilir. Maddeye ulaşmak amacıyla söylenenlerin yanında kötülükler ve tehlikelerden korunmak amacıyla söylenenleri de bulunur. “Tuttuğun altın ola”; “Allah seni şeytana uydurmasın” vb. genel nitelikte alkışlar olduğu gibi özel konulu alkışlar da vardır. Yemek yerken, “Bereketli olsun”; “Allah bin bereket versin”; yeni doğmuş çocuklar için, “Ömrü uzun olsun”; “Allah analı babalı büyütsün”; yeni evlilere, “Bir yastıkta kocayın”; “Allah bahtiyar etsin”; ölenin ardından “Nur içinde yatsın”; yola gidenlere, “Allah kavuştursun” özel konularda söylenen alkışlardan bazılarıdır. Alkışlarda ağırlıklı olarak görülen kavramlar düşmek, el, helâl, iyi, iyilik, murat, ocak ve ömürdür. Alkışlar duyguları etkili bir biçimde belirtir, konuşmayı süsleyerek ifadeye canlılık verir.

5. Kargış. “İlenç” ve “beddua” olarak da adlandırılan kargışlar başkaları için istenilen kötülükleri dile getiren sözlerdir. Yapılan kötü ve yanlış hareketler yüzünden kınama, belâ dileme, zor durumda kalınmasını isteme temeli üzerine kurulan kargışlar yapı özellikleri açısından alkışlar gibidir. Türkçe’deki kargışların sayısı alkışlara göre daha fazladır. Kargışlarda ağırlıklı olarak görülen kavramların başında baş, ciğer ve göz gelmektedir. Diğerleri şöyle sıralanabilir: Ağız, ayak, belâ, dert, dil, düşmek, ekmek, el, ev, kan, kapı, ocak, ölü, ölüm, yer, yürek ve yüz (Akalın, tür.yer.). Düşmek, el ve ocak kavramlarının alkış ve kargışlarda çokça kullanılması daha çok söyleyenin niyetiyle ilgilidir; her ikisinde de Allah’ın adı anılarak iyilikler istenebilir veya kötülük ve belâlara uğrama dile getirilebilir (bk. BEDDUA).

E) Seyirlik Oyunlar. “Halk tiyatrosu” adıyla da bilinen bu bölüm daha çok Türk tiyatrosu kapsamına dahil olmakla birlikte bazı temel noktalarıyla halk edebiyatı içinde ele alınabilir. Bu oyunları çeşitli şekillerde sınıflandırmak mümkündür. Umay Günay bunları köy tiyatrosu, meddah, karagöz, orta oyunu ve kukla olmak üzere beş tür olarak ele almaktadır (Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, XIV, 530-531). Diğer bir sınıflamada ise oyunların sergilendiği yerleşim merkezleri esas alınmıştır: Köy seyirlik oyunları, şehir seyirlik oyunları (TDEA, IV, 56). Sadece seyirlik oyun denildiğinde genellikle köy seyirlik oyunları kasdedilmektedir.

1. Köy Seyirlik Oyunları. Daha çok taklide dayanan, eski dinlerin ve köy hayatının izlerini taşıyan oyunlardır. Basit makyaj ve kostümlerle sergilenen bu oyunlardan bazıları sözsüz olup “samıt” veya “lal” olarak adlandırılır ve kimin tarafından düzenlendiği bilinmez. Erkek topluluklarında oynananlarda kadın rollerini de erkekler üstlenmekte, ancak kadınlar arasında oynananlarda erkek bulunmamaktadır. Bazılarının güldürme amacına yönelik olmasına karşılık içlerinde acıklı konuları işleyenler de vardır. “Arap Oyunu”, “Deve Oyunu”, “Delikızın Kocaya Gitmesi”, “Elti Döğüşü” bunlardan birkaçıdır.


2. Şehir Seyirlik Oyunları. Kültür ve sanat merkezleriyle nisbeten kalabalık şehir merkezlerinde sergilenen bu oyunları dört alt bölümde toplamak mümkündür. a) Karagöz. “Türk gölge oyunu” olarak da adlandırılan karagöz, belirli tiplerin gölgelerinin bir kişi tarafından perdeye düşürülmesi ve her birinin kendi özelliğine göre seslendirilmesi esasına dayanır. Halkı temsil eden Karagöz ile biraz tahsil görmüş yarı aydın insan tipini temsil eden Hacivat’ın bazan kelime oyunlarına, bazan yanlış anlamaya dayanan esprileriyle süslenen bu oyunların konusu masal, efsane, halk hikâyesi gibi kaynaklardan da alınabilmektedir. b) Orta Oyunu. Karagöz’ün yerine Kavuklu’nun, Hacivat’ın yerine Pîşekâr’ın geçtiği, yani Karagöz’ün perdeden sahneye indiği bir oyun olarak kabul edilebilir. “Meydan oyunu” ve “zuhûrî kolu” adlarıyla da anılan orta oyununda kelime oyunları ön planda yer alır. c) Kukla. Karagöz’de olduğu gibi bir sanatçı tarafından kukla denilen bebeklerin bazan ellerle, bazan da bağlandıkları iplerle oynatıldığı bir tiyatro türüdür. Sanatçı aynı zamanda bu kuklaları konuşturan kişidir. Dizlerini de devreye sokarak dört kuklaya hükmeden oyuncular vardır. d) Meddah. Tek sanatçının rol aldığı bir tiyatro türü olup bu türün esası anlatmaya (tahkiye) dayanır. Meddah adı verilen kişi anlattığı olaya ve kahramanlarına göre taklitler, jest ve mimikler yapar, ses tonunu değiştirebilir. Konularını büyük şehirlerin günlük hayatından olduğu kadar masal ve halk hikâyelerinden de alan meddahlar yeni ve farklı konularda da hikâyeler anlatabilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 138, 489, 502; II, 86, 164; III, 232; Uşşakîzâde Hâlid Ziyâ, Tuhfe-i Letâif, İzmir 1308; I. Kunoş, Halk Edebiyatı Numûneleri: Türkçe Ninniler, İstanbul 1341; a.mlf., Türk Halk Edebiyatı, İstanbul 1343/1925; Sadettin Nüzhet [Ergun] - Mehmed Ferid [Uğur], Konya Vilâyeti Halkiyat ve Harsiyatı, Konya 1926; Mahmut Ragıp [Gazimihal], Anadolu Türküleri ve Mûsiki İstikbalimiz, İstanbul 1928, s. 192-195; Kilisli Rıfat [Bilge], Mâniler, İstanbul 1928; Ahmed Talat [Onay], Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev‘i, İstanbul 1928; a.mlf., Türk Şiirlerinin Vezni, İstanbul 1933; H. A. Fischer, Schah Ismajil un Gülizar ein Türkischer Volksroman, Leipzig 1929; Pertev Naili [Boratav], Köroğlu Destanı, İstanbul 1931; a.mlf., Halk Edebiyatı Dersleri, Ankara 1942; a.mlf., Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği, Ankara 1946; a.mlf., Le “Tekerleme”, Paris 1963; a.mlf., 100 Soruda Türk Halkedebiyatı, İstanbul 1992, s. 135; a.mlf., “Mâni”, İA, VII, 285-288; Murat Uraz, Halk Edebiyatı Şiir ve Dil Örnekleri, İstanbul 1933; M. Fuad Köprülü, Türk Halk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul 1935; a.mlf., Türk Saz Şairleri, Ankara 1962, s. 9-49; Osman Cemal Kaygılı, İstanbul’da Semâî Kahveleri ve Meydan Şâirleri, İstanbul 1937; İhsan Ozanoğlu, Âşık Edebiyatı: Medhal, Kastamonu 1940; Ahmet Kutsi Tecer, Köy Temsilleri, Ankara 1940; O. Spies, Türk Halk Kitapları-Mukayeseli Masal Bilgisine Bir İlâve (trc. Behçet Gönül), İstanbul 1941; H. Namık Orkun, Türk Efsaneleri, İstanbul 1943; Niyazi Eset, Mukayeseli ve Neşredilmemiş Mâniler, Ankara 1944; a.mlf., Mâniler Kılavuzu, Ankara 1947; Mehmet Halit Bayrı, İstanbul Folkloru, İstanbul 1947; Hasan Eren, Türk Saz Şairleri Hakkında Araştırmalar, Ankara 1952; E. Saussey, Türk Halk Edebiyatı (trc. İlhan Başgöz), İstanbul 1952; Cahit Öztelli, Halk Türküleri, İstanbul 1953; M. İlhan Başgöz, İzahlı Türk Halk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul 1956; a.mlf., Türk Bilmeceleri, Eskişehir 1993; a.mlf. - Andreas Tietze, Bilmece: A Corpus of Turkish Riddles, Berkeley 1973; Ali Balım, Destanlar ve Türküler, İstanbul 1957; Hikmet İlaydın, Türk Edebiyatında Nazım, İstanbul 1958, s. 77-80; A. Süheyl Ünver, Fatih Devri Fıkraları, İstanbul 1959; M. Turhan Tan, Tarihî Fıkralar, İstanbul 1962; Ferruh Arsunar, Gaziantep Folkloru, İstanbul 1962; Şemsi Yastıman, Türkten Türküler, İstanbul 1962; Nesip Yağmurdereli, Mânilerimiz, İstanbul 1963; Şükrü Elçin, Anadolu Köy Orta Oyunları: Köy Tiyatrosu, Ankara 1964; a.mlf., Halk Edebiyatına Giriş, Ankara 1981; a.mlf., Halk Edebiyatı Araştırmaları, Ankara 1986; Cevdet Kudret, Karagöz, Ankara 1968, I-III; a.mlf., Orta Oyunu, Ankara 1973; Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ankara 1969; Hikmet Dizdaroğlu, Halk Şiirinde Türler, Ankara 1969, s. 51-68, 102-121; Mehmet Tuğrul, Mahmutgazi Köyü Halk Edebiyatı, İstanbul 1969; Eflatun Cem Güney, Folklor ve Halk Edebiyatı, İstanbul 1971; Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, Ankara 1971, I, 37-49; II (1976), s. 403-425; Mehmet Önder, Şehirden Şehire: Efsaneler, Destanlar, Hikâyeler, İstanbul 1972, I-II; E. Kemal Eyüboğlu, Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, İstanbul 1973-75, I-II; Saim Sakaoğlu, Gümüşhane Masalları: Metin Toplama ve Tahlil, Ankara 1973; a.mlf., 101 Anadolu Efsanesi, İstanbul 1976; a.mlf., Anadolu-Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu, Ankara 1980; a.mlf., “Türk Bilmecelerinde Soru Kalıplaşması ve Kalıp Bilmeceler”, Köz, sy. 3, Erzurum 1980, s. 29-48; Muhan Bali, Ercişli Emrah ile Selvi Han Hikâyesi, Varyantların Tesbiti ve Halk Hikâyeciliği Bakımından Önemi, Ankara 1973; Mehmet Kaplan v.dğr., Köroğlu Destanı, Ankara 1973; a.mlf., Hikâye Tahlilleri, İstanbul 1979, s. 9; Fikret Türkmen, Aşık Garip Hikâyesi Üzerine Mukayeseli Bir Araştırma, Ankara 1974; a.mlf., Tâhir ile Zühre, Ankara 1983; İ. Hilmi Soykut, Türk Atalar Sözü Hazinesi, İstanbul 1974; Umay Günay, Elazığ Masalları, Erzurum 1975; a.mlf., Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Ankara 1986; a.mlf., “Türk Halk Edebiyatı”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, XIV, 523-533; Ata Terzibaşı, Kerkük Hoyratları ve Mânileri, İstanbul 1975; Bilge Seyidoğlu, Erzurum Halk Masalları Üzerinde Araştırmalar, Ankara 1975; Mehmet Özbek, Folklor ve Türkülerimiz, İstanbul 1975; Dursun Yıldırım, Türk Edebiyatında Bektaşi Tipine Bağlı Fıkralar, Ankara 1976; Özdemir Nutku, Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri, Ankara 1976; Ehliman Ahundov, Azerbaycan Folkloru Antologiyası (nşr. Semih Tezcan), Ankara 1978; Âmil Çelebioğlu - Yusuf Ziya Öksüz, Türk Bilmeceler Hazînesi, İstanbul 1979, s. 7-16; Âmil Çelebioğlu, Türk Ninniler Hazînesi, İstanbul 1982, s. 11-20; Nuri Taner, Masal Araştırmaları-I, İstanbul 1983; Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 279-305; Tahir Alangu, Türkiye Folkloru Elkitabı, İstanbul 1983; Ali Öztürk, Türk Anonim Edebiyatı, İstanbul 1986; Nail Tan, Folklor: Halkbilimi-Genel Bilgiler, İstanbul 1988; Lütfullah Sâmi Akalın, Türk Dilek Sözlerinden Alkışlar, Kargışlar, Ankara 1988; Ahmet Edip Uysal, Yaşayan Türk Halk Hikâyelerinden Seçmeler, Ankara 1989; Yunus Zeyrek, Posoflu Âşık Zülali, İstanbul 1990; M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Halk Edebiyatı Deyimlerimiz Üzerine Bir Deneme”, TDl., XI/124 (1962), s. 214-218; sy. 125 (1962), s. 286-288; sy. 126 (1962), s. 350-353; sy. 128 (1962), s. 655-660; sy. 130 (1962), s. 786-788; sy. 131 (1962), s. 848-851; sy. 132 (1962), s. 910-912; a.e.: Halk Edebiyatı Özel Sayısı, XIX/207 (1968), tür.yer.; Agâh Sırrı Levend, “Halk ve Tasavvufî Halk Edebiyatı”, a.e., XIX/207 (1968), s. 177; Abdurrahman Güzel, “Tekke Şiiri”, TDl., LVII/445-450 (1989), s. 251-454; Nihat Sami Banarlı, “Halk Edebiyâtı”, TA, XVIII, 393-402; a.mlf., RTET, I-II, tür.yer.; D. Mehmet Doğan, “Âşık Edebiyatı”, TDEA, I, 188-192; a.mlf., “Halk Edebiyatı”, a.e., IV, 55-56; Aydın Oy, “Atasözü”, a.e., I, 214-218; İnci Enginün - Mustafa Kutlu, “Halk Hikâyesi, Hikâyeleri”, a.e., IV, 57-62; Mustafa Kutlu, “Mâni”, a.e., VI, 134-137; Abdülkadir Karahan, “Âşık Edebiyatı”, DİA, III, 550-552.

Saim Sakaoğlu




ARAP EDEBİYATI. Bütün milletlerin geçirdiği benzer tarihî süreç içinde Araplar’da da zengin bir halk edebiyatı teşekkül etmiştir. Arap halk edebiyatı, yazarı bilinmeyen (anonim) ve yazarı bilinen halk edebiyatı şeklinde iki bölüme ayrılmaktadır.

Nesilden nesile geçen müşterek halk mirasını ihtiva eden birinci bölüm hikâye, efsane, darbımesel, bilmece, fıkra, şarkı, türkü, halk tabirleri ve ağıtları içine alır. Göçebe halinde yaşayan ve umumiyetle gelenek ve tarih bakımından bir birlik gösteren Araplar’ın birkaç farklı lehçe konuştuğu tesbit edilmiştir (Brockelmann, GAL, I, 42). Göçebelik döneminden günümüze ulaşan edebî ürünlerin en üstünü Câhiliye şiiri olup bunun yanında daha başka edebî türlerin de bulunduğu bilinmektedir. Bedevî Araplar’ın eski çağlarda kuyulardan su çekerken söyledikleri mânilere işaret eden Silvestre de Sacy ile aynı kanaati taşıyan Baver, çalışmayı kolaylaştıran ve bir bakıma psikolojik etkisi olan bu tür mâniler ile Tevrat’ın “Sayılar” bölümünün 21/17 cümlesinde


geçen kuyu neşîdesi arasında bir benzerlik kurmaya çalışırlar. Araplar’ın bu tür mânileri IV. yüzyıldan beri bildikleri tesbit edilmiştir. Ayrıca Goldziher, Arap şiirinin nazım şekillerinden ilk hiciv türlerinin büyü ve Arap efsaneleriyle olan ilişkisi üzerinde durmuştur. Mâniler, ninniler, efsanevî hayvan motifleriyle dolup taşan türküler, av ve savaşlarda deve sürülerinin başını çekenlerin okuduğu “rükbâniyye” denilen şarkılar bunlardandır. Hendek Gazvesi’nden önce hendek kazılırken kadınlar tarafından söylenen türküler ve Mekke’den hicret ettiğinde Medine yakınlarında karşılanan Hz. Peygamber için söylenen “Talea’l-bedru aleynâ” türküsü, başta el-Eġānî olmak üzere bütün klasik Arap kaynaklarında yer alır. Ayrıca Kitâbü’l-Ĥayevân adlı hacimli eserinde Arap halk edebiyatının en önemli motifi sayılan hayvanları ele alıp işleyen Câhiz’in yanında İbn Kuteybe, Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Hasan b. Bişr el-Âmidî ve Süyûtî gibi Arap yazarları da eserlerinde bu motiflere yer vermişlerdir. Arap halk masallarına geçmiş olan İran, Yunan, Hint efsane ve hikâyeleri, Doğu milletlerinin halk edebiyatlarında özellikle İslâmiyet’i kabul ettikten sonra çeşitli motifleriyle etkili olmuştur. Ayrıca Arap halk edebiyatı antolojisi mahiyetini taşıyan el-Eġānî ile binbir gece masalları Doğu ve Batı milletlerinin halk edebiyatlarını etkilemiştir (La Grinxa, s. 6-7). Arap halk hikâyelerinde adı geçen bazı kahramanlarla efsanevî kişiler ve bunlara ait motifler, başka adlar veya şekillerle diğer müslüman milletlerin edebiyatlarına geçmiştir. Meselâ Türkler, daha Emevîler devrinde şehid olan efsanevî kahraman Abdullah Battal’ı Türk kahramanı şekline sokup adını Battal Gazi koymuşlardır (Barthold, s. 104). Ünlü Arap kumandanı Ebû Müslim-i Horasânî, İran halk edebiyatında yeni bir motif olarak Teberdâr adına bürünmüştür.

Arap edebiyatının en eski nesir örneğini oluşturan atasözlerinin büyük bir kısmı Câhiliye devrinde yaşayan Araplar’ın karşılaştıkları bir olayın veya bir kıssanın veciz bir ibareyle ifade edilmesinden doğmuştur.

Arap halk şiirinin başlangıcının “mûcez” adı verilen vezinsiz fakat secili nesir veya recez olduğu kabul edilmektedir. Brockelmann da Arapça’nın bir lehçesi sayılan Habeşistan’ın eski Emheriye dilindeki halk şiirlerinin eski Arap recezinin en iyi örneği olduğunu söyler. Çölde develerin yürüyüşüne uygun olarak “hıdâ’” (hudâ’) denilen mâniyi icat eden Hâdîler, muhtemelen farkında olmadan recez kalıplı Arap halk şiirinin temelini atmışlardır. Kolay bir şiir kalıbı olan recezi, Câhiliye devrinden günümüze kadar pek çok şair mâni ve şarkı formlarıyla fasih Arap şiirinin fahriye, medih, hiciv ve nesîb gibi nazım türlerinde kullanmıştır.

Câhiliye devrinde recezi yorumlamak ve mâni söylemek erkeklerden çok kadınların üstlendiği bir görevdi. Asil Arap kadınları dinî âyinlerin gerçekleştirildiği tapınaklarda, savaş hazırlıkları yapılan alanlarda ve savaş kazanan kahramanları karşılarken çeşitli vezinlerde ilâhiler söylerlerdi. Dolayısıyla recez hem Arap şiirinin başlangıcı hem de ezgi, hıdâ’ ve mûsikiyle ilgisi olan en eski Arap halk şiirinin örneğidir. İran ve Bizans’tan esir edilen köle kadınlar ise çeşitli vesilelerle Arapça şarkı söyler, Yunan ve Fars nağmeleriyle çalıp oynarlardı. “Şarkıcı köle kadınlar” anlamına gelen “kıyân” (tekili “kayne”) kelimesini İslâm tarihçilerinden sadece Mes‘ûdî ile (Mürûcü’ź-źeheb, VIII, 88) İbn Haldûn (Muķaddime, I, 400) incelemiştir. İslâmiyet’ten sonra yazılan Arap edebiyatıyla ilgili birçok eserde kıyân, şarkı, mâni ve müzik konuları ele alınmışsa da asıl geniş bilgilere el-Eġānî’de rastlamak mümkündür. Bu eserde aşırı bir biçimde eğlence, içki ve işret hayatı yaşayan Câhiliye Arapları’nın renkli hayatından alınmış olaylar müstehcene kaçmayan bir tarzda nakledilmiştir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de Câhiliye devrine ait bazı darbımesellerin, hikâye, kısas-ı enbiyâ, yıldızlar ve hayvanlarla ilgili konulara yer verilmesindeki amaç insanların ders almasını sağlamaktır. İslâmiyet’ten sonra Arap halk edebiyatı türleri yeni konularla daha da zenginleşmiştir. Bütün İslâm âleminde yaygınlık kazanan kısas-ı enbiyâ, mevlid-i şerif, evliya menkıbeleri ve ilâhilerle “kâne ve kân” ve “kūmâ” gibi halk şiiri türleri bu yeni İslâmî Arap halk edebiyatının birer örneğidir.

İbşîhî’ye göre Arap şiiri karîz, müveşşah, dûbeyt, zecel, mevâliyyâ, kâne ve kân ve kūmâ şeklinde yedi gruba ayrılmaktadır. Bazı araştırmacılar eski himak türünü de bunlara dahil etmektedir. Bu yedi grup şiirin karîz dışındaki bütün türlerinde halk lehçesi kullanılmış ve hâlâ da kullanılmaktadır. Bunların içinde geleneksel Arap şiirinde vezin ve kafiye bakımından büyük bir yenilik sayılan müveşşah türünün Fransız Gal lehçesinde mâni söyleyen Gongleurs ve İspanyol halk şairleri Troubadourlar’ın etkisiyle IX. yüzyılda Endülüs’te ortaya çıktığı ileri sürülmüştür (EBr., XXII, 263). Arap müelliflerinin çoğuna göre ise bu tür, muhtemelen Endülüs yerli halk şiiriyle Arap halk şiirinin karışımından ve refah ve bolluk içindeki Endülüs İslâm medeniyetinin şartlarından doğmuştur. Mûsiki ve eğlence meclislerinde ortaya çıkan, kafiye ve vezne önem vermeyen, ince bir üslûp ve hafif şiir bahirleriyle yazılan müveşşah Arap halk edebiyatının önemli bir türüdür. Endülüs’te doğan bu tür doğu İslâm ülkelerinde kabul görmemiş, ortaya çıkışından ancak yüz yıl sonra Ubâde b. Mâüssemâ’ (ö. 422/1031) vasıtasıyla yazılmıştır. XI. yüzyılın başlarında kitaplara geçen batı Arap halk şiiri sanatı müveşşah etkisinde doğmuş ve batı Arap dünyasında murabba, muhammes, mâluf, gırnatî, mülemmaât, musammat, ihvâniyyât ve bend gibi diğer halk şiiri türlerini doğurmuştur. Bugün ise Arap âleminde kırka yakın halk şiiri türü vardır. Arap halk lehçeleriyle çeşitli Arap ülkelerinde yazılan bu tür şiirlerin başında Mısır mevvâli, Lübnan ve Suriye zeceli, Cezîretülarap’ta Nabat halk şiiri, Kuzey Afrika Arap devletlerinde yeni müveşşahât ve Irak’ta abûdiyye türü gelmektedir.

Halk hikâyelerine gelince, Câhiliye devrinden kalma olduğu bilinen bazı hikâyelerde geçen cin ve gūl (dev) kıssalarının Bâbil kaynaklı olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca Hint yoluyla Arap halk hikâyelerine intikal etmiş hayvan hikâyeleri de bulunmaktadır. Câhiliye devrinde iyi ahlâkı telkin eden, aynı zamanda hoş vakit geçirmeyi sağlayan kıssaların anlatılması bir meslek haline gelmişti. Anlatıcılara “kās” veya “kassâs” deniliyordu. Bu kıssalara Araplar’a komşu kavim ve ülkelere ait unsurlar karıştığı gibi Ehl-i kitap’tan geçen motifler de bulunuyordu.

Klasik Arap yazarları arasında halk edebiyatına önem veren Câhiz, Arap atasözleri ve hutbeleriyle bunlara ait hikâyeleri el-Beyân ve’t-tebyîn, başarılı özürlülerin hayat hikâyelerini el-Burśân ve’l-Ǿurcân ve’l-Ǿumyân ve’l-ĥûlân, hayvanlarla ilgili hikâye ve efsanelerle bunlara dair başından geçen tuhaf olayları Kitâbü’l-Ĥayevân, çeşitli halk edebiyatı türleri ve mûsikiye dair konuları da aslında felsefî bir hicviyye olan Kitâbü’t-TerbîǾ ve’t-tedvîr adlı eserinde işlemiştir. Ayrıca İbn Kuteybe, İbn Abdürabbih, Ebû Ali el-Kālî, Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Şehâbeddin el-Makkarî, Lisânüddin İbnü’l-Hatîb, Kalkaşendî, Ahmed b. Ali el-Makrîzî, Zekeriyyâ el-Kazvînî, Ahmed b. Muhammed el-Meydânî,


Zemahşerî ve Ahmed b. Abdülvehhâb en-Nüveyrî gibi birçok Arap müellifi “âmme” dedikleri halk edebiyatından söz etmişlerdir. Buna dair eserlerin başında, Bağdat çevresinde halk dilinde dolaşan hikâyeleri ihtiva eden Ĥikâyetü Ebi’l-Ķāsım el-Baġdâdî adlı eser gelmektedir. Ebü’l-Mutahhar el-Ezdî tarafından kaleme alınan bu eserde hikâyelerin yanında birçok fıkra, nükte, müstehcen hikâye ve şiir de bulunmaktadır. Bu tür açık saçık halk hikâyelerinin bir kısmını yazarlarının adını vermeden 322 (934) yılında Ebû Bekir es-Sûlî Kitâbü’l-Evrâķ adlı risâlesinde toplamıştır. Öte yandan Arap halk edebiyatında “ayyârûn”, “şüttâr” ve “harâfîş” denilen külhanbeyi, dilenci, cimri, açık göz tipleri konu alan ve çingene halk şairleri tarafından nazmedilmiş olan halk destanları da vardır.

Arap halk destanları kahramanı belli olan Sîretü ǾAntere, Ķıśśatü Zennûbiyye, Sîretü Seyf b. Źûyezen, Sîretü Ebî Zeyd el-Hilâlî, Sîretü’l-Emîre Źâtilhimme, Leylâ ve Mecnûn, Sîretü Nûriddîn Zengî, Sîretü Śelâĥiddîn el-Eyyûbî adlı destanlarla kahramanı belli olmayan aşk, binicilik, kabile ve millet uğrunda en güzel tipin ve en ideal karakterin tahakkuku için kendilerini feda eden kahramanların hayatını anlatan destanlardır. “Sîre” de denilen bu tür destanlar, kahramanın başlangıçtan gerçek şahsiyetini kazanıncaya kadar geçirdiği çeşitli safhaları, onunla ilgili mitolojik ve destanî yönleri şiir ve nesirle anlatır. Bu tür destanlar İslâm’dan önce de Arap halkı arasında bilinmekteydi. Mezhep ve tarikatlar yoluyla bu çeşit destanlara cehalet yüzünden birçok hurafe de karışmıştır. Arap destanlarındaki harikalar iki ana unsura, cin ve sihre dayanmaktadır. Ancak İslâmî destanlarda bu iki sembol dev, hayvan (kara ve beyaz yılan), geleceği bilmek (Yûsuf ve Züleyħâ), uçan halı (Üsŧûretü Sindbâd), sabır taşı (Ķıśśatü Eyyûb), at kılı (Ķıśśatü Ħıżr) ve anka kuşunun tüyü gibi motifler, hayırla şer arasındaki çetin mücadeleyi sembolize etmektedir. İslâm dininin etkisi altında bütün Arap halk edebiyatı türlerinde bu çetin mücadele her zaman hayrın şerre üstün gelmesiyle sonuçlanmaktadır. Ninnilerden başlayarak eski Arap halk edebiyatı türleriyle Batı ve Doğu halk edebiyatlarından birçok motif bugünkü Arap halk edebiyatına geçmiştir. Öte yandan bir miktar yabancı halk edebiyatı motifi Arap gelenek ve folklorundan bazı alıntılarla Araplaştırılmış ve halk edebiyatına mal edilmiştir. Bunun en ilginç örneği, bütün ülkelerin çocuk halk edebiyatına ve özellikle Arap halk edebiyatına mal edilen “açıl susam açıl” adlı halk masallarıdır.

Arap halk edebiyatı ürünlerini derleme faaliyeti II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra başlamıştır. Irak’ta Ali el-Hâkānî ve Hamîd el-Alevcî, Lübnan’da Yûsuf el-Bustânî, Ürdün’de Hânî el-Amed, Mısır’da Muhammed Kındîl el-Baklî, Tunus’ta Osman el-Kaâk ve Sudan’da Muhammed el-Bahît, Arap halk edebiyatı örneklerini toplamak için büyük çaba göstermişlerdir. Ancak Arap halk edebiyatı ürünlerini ciddi şekilde toplama faaliyeti, değerlendirilmesi ve kapsamlı bir biçimde ele alınması 1960’lardan sonra, ilk sayısı 1962 Eylülünde İbrâhim Dakūkī, Abdülhamîd el-Alevcî, Şâkir Sâbir Zâbit ve Lutfî el-Hûrî tarafından Bağdat’ta yayımlanan et-Türâŝü’ş-şaǾbî dergisiyle başlamıştır. Bu dergi, özellikle Irak ve bütün Arap halk edebiyatı örneklerini toplama, yayma ve araştırma çabalarını o günden bugüne kadar büyük bir gayretle yürütmektedir. Günümüzde Vizâretü’s-sekāfe ve’l-i‘lâm tarafından yayımlanan bu dergide yukarıdaki isimler dışında Hüseyin Nassâr, Nebîle İbrâhim, Seyf Merzûk eş-Şimlân, Muhammed el-Mübârek, Şeyh Celâl el-Hanefî, Jan Fiye ve Mustafa Cevâd Arap halk edebiyatıyla ilgili çeşitli yazılar yazmışlardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Câhiz, el-Burśân ve’l-Ǿurcân (nşr. M. Mürsî el-Havlî), Beyrut 1407/1987, nâşirin önsözü, s. lâm-mîm; Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb (Meynard), VIII, 88; Meydânî, MecmaǾu’l-emŝâl (Abdülhamîd), s. 247; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, IV, 232; İbn Haldûn, Muķaddime, I, 400; İbşîhî, el-Müsteŧraf, II, 237, 239; H. G. Farmer, A History of Arabian Music, London 1929, s. VIII, XI, XIII; Brockelmann, GAL, I, 42-46, 50-51, 128-129, 132; III, 92, 106-128, 143; a.mlf., “Arabistan (Edebiyat)”, İA, I, 523-540; Ziriklî, el-AǾlâm, I, 208; W. Barthold, Târîħu’l-ĥadâreti’l-İslâmiyye (trc. Abdülvehhâb Azzâm), Kahire 1956, s. 104; G. E. von Grunebaum, Dirâsât fi’l-edebi’l-ǾArabî (trc. İhsan Abbas v.dğr.), Beyrut 1959, s. 9, 39; İbrâhim ed-Dakūkī, Fünûnü’l-edebi’ş-şaǾbi’t-Türkmânî, Bağdad 1962, s. 49-96; a.mlf., “el-Ķoryât”, el-MaǾârif, I/10, Beyrut 1962, s. 48-51; a.mlf., “el-Ĥikâyâtü’ş-şaǾbiyye et-Türkmâniyye”, a.e., I/11 (1962), s. 37-40; Mahmûd Mustafa, el-Edebü’l-ǾArabî fî Mıśr, Kahire 1967, s. 124; M. Kındîl el-Baklî, Vaĥdetü’l-emŝâli’l-Ǿâmmiyye fi’l-bilâdi’l-ǾArabiyye, Kahire 1968, s. 18; A. V. Kruppe, Ǿİlmü’l-Folklor (trc. Muhammed el-Cevherî), Kahire 1975, s. 18, 31, 46; Ömer ed-Dekkāk, Meśâdirü’t-türâŝi’l-ǾArabî, Beyrut 1972, s. 312; I. Krachkovsky, Dirâsât fî târîħi’l-edebi’l-ǾArabî, Moscow 1972, s. 138; Hânî el-Amed, el-Emŝâlü’ş-şaǾbiyyetü’l-Ürdüniyye, Amman 1978, s. 478; M. Zekeriyyâ Anânî, el-Müveşşaĥâtü’l-Endelüsiyye, Küveyt 1400/1980, s. 198-201, 208-209; Rızâ el-Kureyşî, el-Müveşşaĥâtü’l-ǾIrâķıyye, Bağdad 1981, s. 8-9, 23-25, 30, 44-45, 51-55, 57-60; Hüseyin Nassâr, eş-ŞiǾrü’ş-şaǾbî el-ǾArabî, Beyrut 1982, s. 4, 169-181; Abdullah Ahmed, Lemeĥât mine’t-târîħ ve’l-edebi’l-Yemenî, San‘a 1983, s. 271; Ali Abdülhâliķ Ali, eş-ŞiǾrü’l-ǾUmânî, Kahire 1984, s. 24; F. la Grinxa, Teǿŝîrâtu ǾArabiyye fî ĥikâyât İsbâniyye (trc. Abdüllatîf Abdülhalîm), Kahire 1984, s. 6-7; Afîf Abdurrahman, MuǾcemü’l-emŝâli’l-ǾArabiyyeti’l-ķadîme, Beyrut 1985, I, 340; Abdülfettâh M. Ahmed, el-Menhecü’l-üsŧûrî fî teǿsîri’ş-şiǾri’l-Câhilî, Beyrut 1987, s. 7-10; Yûsuf el-Bustânî, Emŝâlü’ş-Şarķ ve’l-Ġarb, Kahire 1987, s. 3, 5, 186-212; Abdullah Necîb Muhammed, Dirâsât fi’l-edebi’s-Sevâĥilî, Kahire 1987, s. 109-111; Sâmiye Atâullah, el-Emŝâlü’ş-şaǾbiyyetü’l-Mıśriyye, Kahire 1987, s. 8-10; M. Tevfîk Ebû Ali, el-Emŝâlü’l-ǾArabiyye, Beyrut 1988, s. 7-11; Kerem el-Bustânî, en-Nisâǿü’l-ǾArabiyyât, Beyrut 1988, s. 64-71; Nâsırüddin el-Esed, el-Ķıyân ve’l-ġinâǿ fi’l-Ǿaśri’l-Câhilî, Beyrut 1988, s. 10, 18, 124, 139-143; Leylâ Hasan Sa‘deddin, Kelîle ve Dimne fi’l-edebi’l-ǾArabî, Dımaşk, ts. (Dârü’l-Maârif), s. 31-47; Hüseyin el-Hâc Hasan, Edebü’l-ǾArab fi’l-Ǿaśri’l-Câhilî, Beyrut 1410/1990, s. 239-249; M. Mustafa Haddâre, Dirâsât fi’l-edebi’l-ǾArabiyyi’l-ĥadîŝ, Beyrut 1990, s. 187; Hasan İsmâil Abdülganî, Žâhiretü’l-ġidye fi’l-edebi’l-ǾArabî, Kahire 1991, s. 5-6; Hamîd el-Matbaî, MevsûǾatü aǾlâmi’l-ǾIrâķ, Bağdad 1995, I, 144; et-Türâŝü’ş-şaǾbî, sy. 1-4, Bağdad 1962; “Troubadours”, EBr., XXII, 263; Moh. Bencheneb, “Müveşşah”, İA, VIII, 866-868; Nihad M. Çetin, “Ahbâr”, DİA, I, 486-489; a.mlf., “Arap (Edebiyat)”, a.e., III, 291-293.

İbrâhim Dakukı




FARS EDEBİYATI. İran halk edebiyatının başlangıcını, tek devlet halinde yaşayan Hint ve İran halkının milâttan önce 1500’lerde birbirinden ayrılmasından sonraki yüzyıllara götürmek mümkündür. İran halkının bugünkü İran yaylasına göçü sırasında karşılaştığı olayların göçe katılanlar tarafından anlatılmaya başlanması İran halk edebiyatının doğuşuna yol açtı. Bir süre günümüz İran’ında coğrafî şartların birbirinden ayırmadığı bölgelerde ortak olarak gelişen bu edebiyat, birbirine uzak veya farklı olaylara mâruz kalan bölgelerde farklı edebiyatların doğuşuna sebep oldu. Bölgelerin tabii yapısı ve beşerî olaylar zamanla insanların hayal gücünü etkiledi ve göçün hâtıraları dilden dile aktarılırken değiştirilmek ve eklemeler yapılmak suretiyle asıllarından uzaklaşarak yeni bir biçim kazandı. Muhtemelen başlangıçta siyasî, sosyal ve psikolojik bir gerçeği dile getiren olaylar zamanla masal şekline büründü. İran halk edebiyatının ilk örnekleri destanî dönem denilen bu dönemin


ürünlerine dayanmaktadır. Bu edebiyatta evvelâ yaratılışla ilgili efsaneler doğmaya başladı. Önce ilk insan, Cemşîd, Garşasp, Rüstem, Pişdâdiyân ve Keyânîler’le ilgili masal ve destanlar, daha sonra İran şahlarıyla ilgili efsaneler oluştu. Ağızdan ağıza, nesilden nesile sözlü olarak aktarılan bu efsaneler Sâsânîler döneminde Ħudâynâme adlı bir eserde toplandı. İlk halk edebiyatı ürünlerini ihtiva eden bu eseri, İslâmî dönemde Firdevsî’nin yine İran mitolojisi, halk inançları, halk masalları, destanlar ve destanî halk hikâyelerinden faydalanarak yazdığı, İslâm öncesiyle İslâmî dönem arasında bir geçiş niteliği taşıyan ünlü Şâhnâme’si takip etti. Sâmânîler devrinden oldukça zengin malzemeyi içine alan bu dönemden Câmâsbnâme, Artâk Virâznâme, Kârnâme-i Erdeşîr-i Bâbekân, Âyâtkâr-ı Zerîrân gibi eserler günümüze kadar gelmiştir. Aynı dönemde nesir halinde de kahramanlık hikâyeleri veya İslâm öncesi konularını ihtiva eden halk hikâyeleri teşekkül etmiş, bunların çoğu daha sonra halk kitaplarına da girmiştir.

Birçok İran halk hikâyesi, İran’a bağlı bulunan Arap kökenli Lahmîler döneminde Arapça’ya geçti. İran halk edebiyatının İslâm’dan sonra da Arap halk edebiyatı üzerinde etkisi oldu. Nitekim Dîneverî, İbn Kuteybe, Taberî, Mes‘ûdî, Seâlibî ve Bîrûnî’nin eserlerinde İran halk edebiyatıyla ilgili malzeme vardır. Sâsânîler döneminde İran halk edebiyatı ürünleri arasına Pseudo-Callisthenes’in İskendernâme’sinin Pehlevî versiyonu da girdi.

İran halk edebiyatında sadece kaba güce dayanan kahramanlıklar değil Ferhad ve Şîrin gibi aşk kahramanları da ele alınmıştır. Sâsânîler’in son dönemlerinde bu konular çok rağbette idi. Bu arada İran halk edebiyatına bütün İslâm ülkeleri tarafından benimsenen “Tâhir ile Zühre”, “Behram ve Gülendam”, “Yûsuf ve Züleyha” gibi konular da girmiştir. İslâm dini kabul edildikten sonra “Semek u Ayyâr”, “Hamzanâme”, “Hâverannâme”, “Sindbadnâme” gibi dinî konuları ihtiva eden eserlerin de halk edebiyatı ürünleri arasında yer aldığı görülmektedir.

İslâm öncesinde destanlar hükümdarların etrafında oluşurken daha sonraki yüzyıllarda zulüm gören halkın hakkını aramak üzere veya doğrudan doğruya dağlara çıkan yiğitler yahut eşkıyalar için de destanlar söylendi. Böylece Ahmed Han, Avaz Han ve Çambül (Çambil) gibi kişilerin adları etrafında şekillenen destanlar ortaya çıktı. Ayrıca Mukanna‘, Ali Şîr Nevâî ve Nâsır-ı Hüsrev gibi ünlü kişiler için de destanlar vücuda getirildi.

İran halk edebiyatı masallar bakımından da çok zengindir. Bu masalların konularının bir kısmı diğer İslâm ülkeleri halk edebiyatlarına da geçmiştir. Ancak bu hususta henüz ciddi bir inceleme yapılmadığı için bu ülkelere geçen hikâyeler ve bunların nisbeti belli değildir. İran masallarında bir yandan devler, periler, ejderhalar ve büyücüler yer alırken bir yandan da çok defa hırsız ve kabadayılarla ilgili günlük olayların ayrıntıları ile anlatıldığı görülür. Bu tür insanlar başarılı oldukları takdirde servetle veya bir kadınla ödüllendirilir.

Masallar genellikle “sernakkāl” adı verilen bir kişi tarafından basit halk diliyle, dinleyicilere çekici gelmesi için de çeşitli jest ve mimiklerle anlatılır. Sade ve süssüz olan bu masalların çoğu aşk, savaş ve tabii felâketleri konu alır. Kahramanlarının hemen tamamı idealize edilmiş faziletli ve yakışıklı insanlarla sonunda cezalandırılan kötü kişilerdir. Kadınlar olağan üstü güzel bir şekilde canlandırılmıştır.

Masalların konusunu eski halk rivayetleri, güneş, ay ve bunların tutulması, çeşitli hayvan türleri (maymun, yaban domuzu, köpek, katır) oluşturur; onların gelişmesi ve nitelikleri, konuşmaları ve bunları anlayan Süleyman peygamber gibi kişilerden de söz edilir. Ayrıca şehirlerin kuruluş ve yıkılışları, kaleler, köprüler, kuyu ve çeşme, burç, kule, su bendi ve kervansaraylarla ilgili hikâyeler de önemli yer tutmaktadır.

İran’ın kendine özgü masal koleksiyonları yanında Kelîle ve Dimne gibi Hint, binbir gece masalları gibi Arap kökenli sayılanlar da vardır. Bunlardan özellikle ikincisi, aslında erken çağlarda İran halk edebiyatından alınıp şekil değiştirdikten sonra tekrar İran’a dönen Hezâr Efsâne’den başkası değildir. Sindbâdnâme ve Ĥâtim-i Ŧâǿî de yabancı kaynaklardan tercüme yoluyla İran halk edebiyatına kazandırılmış hikâyelerdir. Halk edebiyatı içinde şehzadelerle ilgili eğitici ve öğretici nitelikler taşıyan bir tür daha vardır ki bu türün içine Sâsânîler döneminden kalma enderz veya pendnâmelerle, kābûsnâme ve siyasetnâmeler girer.

Siyasî ve içtimaî şartlar İran’da halk hicvinin gelişmesine de yol açmıştır. Nasreddin Hoca, Molla Müşfikī, Şeyh Behlûl-i Dânâ ve Cuhâ gibi şahsiyetlerle ilgili hikâyelerde yönetimi elinde bulunduranlar hicvedilir.

Halk edebiyatı klasik ve modern İran edebiyatını da etkilemiş, çeşitli yazarlar hikâyelerinin konularında olduğu gibi dil ve üslûp bakımından da halk edebiyatından faydalanmışlardır. Safevîler döneminde klasik edebiyatın dinî halk edebiyatı ve halk geleneğiyle ilişkileri arttı. Şiîlik ve Sünnîlik mücadelesinde Şiîlik üstünlük sağlayınca dinî yüksek zümre edebiyatı da gelişti. Dinî halk edebiyatı Hz. Ali ve Ehl-i beyt sevgisi etrafında güç kazandı. Hz. Ali’nin savaşları ve çocuklarının başına gelenler etrafında yeni destanlar oluştu ve bunlar halk dramının ilk safhasını teşkil etti. Bu arada birçok halk mersiyesi ve tâziyenâme yazıldı. İslâmiyet’in ilk dönemindeki dinî olaylar ve şahsiyetlerle ilgili hikâyeler temsiller haline getirildi.

İran hikâye ve masal türlerinin yanında bir de “terâne” adı verilen ve Türk halk şiirindeki mânileri andıran dört mısralık anonim halk şarkıları vardır. Rubâîler gibi iki beyitten oluştukları için bunlara “dûbeytî” adı da verilir. Özellikle köylerde ve kırsal alanda yaşayan aşiret, kabile veya diğer toplulukların hâfızalarında nesilden nesile varlıklarını sürdüren ve sevilen bu terânelerin derlenmesine başlanmıştır. Türk halk türkülerinde olduğu gibi kafiye düzeni “aaba” ve “aaab” şeklinde olan bu tür çok defa lirik duyguları yansıtır.

İran halk edebiyatı çerçevesi içinde “Kerem ile Aslı” ve “Köroğlu” gibi Türkler, İranlılar ve hatta Araplar arasında ortaklaşa gelişen ve hangisinin ürünü olduğu kesin olarak belli olmayan konular da vardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Sâdık-ı Hidâyet, Ovsâne: Efsâne, Tahran 1310 hş.; a.mlf., Nîrengistân, Tahran 1342 hş.; Hüseyin Kûhî-yi Kirmânî, Fehleviyyât, Tahran 1310 hş.; Ali Nihad Tarlan, Zerdüşt’ün Gataları, İstanbul 1935; a.mlf., “İran Halk Edebiyatı”, Ülkü, sy. 43, Ankara 1936, s. 3-10; T. Nöldeke, Ĥamâse-i Millî-yi Îrân (trc. Büzürg-i Alevî), Tahran [1327 hş.]; İhsân Yârşâtır, Dâstânhâ-yı Îrân-ı Bâstân, Tahran 1330 hş.; Fazlullāh-ı Mühtedî Subhî, Efsânehâ-yi Kohen, Tahran 1335-36, I-II; Rypka, HIL, s. 608-709; R. Levy, An Introduction to Persian Literature, London 1969, s. 44-50; J. W. L. Hanaway, “Popular Literature in Iran”, Iran Contenuity and Variety, New York 1971, s. 70-73; P. Niloofari, Persian Folk-Songs, Tahran 1971; Hezâr Terâne-i Rustâǿî ez Terânehâ-yi Rustâǿî ve Maĥallî-yi Îrân (der. Ali Asgar-ı Abdullāhî), Tahran 1363 hş.; Zebîhullah Safâ, Ĥamâse Serâyî der Îrân, Tahran 1363; E. Berthels, “İran (Yeni İran Edebiyatı)”, İA, V/2, s. 1041-1053.

Tahsin Yazıcı