HALÎMÎ, Ebû Abdullah

(أبو عبد الله الحليمي)

Ebû Abdillâh Hüseyn b. Hasen b. Muhammed b. Halîm el-Halîmî el-Cürcânî (ö. 403/1012)

Mütekaddimîn devri Eş‘ariyye kelâmcısı ve Şâfiî fakihi.

339 (950) yılında Cürcân’da doğdu. Büyük dedesine nisbetle Halîmî, doğum yerine nisbetle de Hâfız el-Cürcânî diye tanınır. Dönemin meşhur âlimlerinden biri olan babasıyla birlikte küçük yaşta Buhara’ya gitti. Burada Eş‘ariyye ve Şâfiiyye’nin önemli âlimlerinden Ebû Bekir el-Kaffâl ile Ebû Bekir el-Üvdenî’nin derslerine devam ederek hem kelâm hem de fıkıh ilimlerini öğrendi. Ayrıca Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Hanb ve Ebû Ahmed Bekir b. Muhammed es-Sayrafî’den hadis dinleyip nakletti. Ünlü muhaddis Hâkim en-Nîsâbûrî ve Abdürrahîm b. Ahmed el-Buhârî ondan hadis rivayet edenler arasında yer alır. Tahsilini tamamladıktan sonra ilmî faaliyetlerinin yanı sıra başta Buhara olmak üzere çeşitli beldelerde kadılık görevinde bulundu ve “şeyhü’ş-Şâfiiyyîn, reîsü ehli’l-hadîs” gibi unvanlar alarak bölgenin meşhur bir âlimi oldu. 377 (988) yılında hacca gitti ve yolculuğu sırasında çeşitli ilim merkezlerine uğradı. Hükümdarlar ve valiler nezdinde itibarı yüksek olduğundan zaman zaman elçilikle de görevlendirildi. Nitekim 385’te (995) Sâmânî Hükümdarı Nasr b. Nasr tarafından Nîşâbûr’a, 389’da da (999) Horasan emîri tarafından Cürcân emîrine elçi olarak gönderildi. Halîmî 403 yılının Rebîülevvel (Ekim 1012) veya Cemâziyelevvel (Aralık 1012) ayında Buhara’da vefat etti.

Eş‘ariyye mezhebinin Mâverâünnehir bölgesinde yayılmasını sağlayan âlimlerden biri olan Halîmî kaynaklarda muhaddis, fakih, kelâmcı ve edip diye anılır. Kaffâl ve Üvdenî’den sonra Şâfiîler’in Mâverâünnehir’deki imamı olarak kabul edilir. Diğer Eş‘arî âlimleri gibi Halîmî de itikadî esasları naklin yanında akıl ilkeleriyle teyit edip nasları gerektiğinde aklın ışığı altında te’vil etmeye çalışmış ve mutlak ilmin din ilmi olduğunu savunmuştur. Onun bazı kelâmî görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür: 1. Ulûhiyyet. Allah’ın varlığı âlemin hudûsuna bağlı olarak bilinebileceği gibi gözlenebilen canlı cansız bütün varlıkların taşıdığı gaye ve hikmetlerden hareketle de ispat edilebilir. Allah’a imanın kâmil mânada gerçekleşebilmesi için varlığının yanı sıra birliğini, benzersiz olduğunu, her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi bulunduğunu tasdik edip bunu ifade etmek gerekir. İlâhî isimlerin bir kısmı Allah’ın varlığını ispat etmeye (evvel, âhir, bâkī, hak), bir kısmı birliğini kanıtlamaya (vâhid, vitr, kâfî), bir kısmı yaratıcılığını belirtmeye (âlim, kādir, hâlik), bir kısmı teşbihi nefyetmeye (kuddûs, azîz, bâtın), bir kısmı da bütün işleri sadece O’nun idare ettiğini bildirmeye (kayyûm, kahhâr, râzık) dairdir (el-Minhâc fî şuǾabi’l-îmân, I, 183-210). 2. Nübüvvet. İnsanların gerek kendileriyle gerekse kâinatla ilgili sahip oldukları bilgilere sadece tecrübe ve akıl yürütme yöntemiyle ulaşmaları mümkün değildir. Zira insanlığın bilgi birikimi aklı ve tecrübeyi aşan bir boyuttadır. Bu seviyeye ulaşması ancak bunları bilen birinin haber vermesiyle mümkün olur ki bu da Allah’ın peygamberler vasıtasıyla bildirdiği hususlarla gerçekleşebilir (a.g.e., I, 256-257). Bu haberleri ihtiva eden ilâhî kelâmın insanların elinde bulunması bunu gösterir. Peygamberlere inanmadığı halde Allah’a iman etmek kişiyi kurtarmaz. Geçmiş peygamberlerin resul olduklarına iman etmek yeterlidir. Ancak Hz. Muhammed’in hem resul hem de nebî olduğuna inanmak gerekir. Ayrıca Peygamber’e imanın gerçekleşebilmesi için ondan sonra hiçbir nebî ve resulün gelmeyeceğine, getirdiği dinin de son din olduğuna inanmak farzdır (a.g.e., I, 237-238). Mûcize ve diğer hârikulâde olayları göstermek sadece peygamberlere mahsus bulunduğundan velîlerin mûcizeye benzer olaylar yani kerâmet göstermeleri imkânsızdır (Cürcânî, s. 578-579). 3. Âhiret. Âhiret âlemine dair bilgiler yalnız vahiy yoluyla bilinebilir; bu sebeple âhiret hakkında akıl yürütmek doğru değildir. Bununla birlikte akıl âhiret âlemini gerekli görür. Aksi takdirde dünya hayatına ve buradaki olaylara mantıklı bir açıklama getirmek imkânsız hale gelir (el-Minhâc fî şuǾabi’l-îmân, I, 337, 353-354). İnsan beden, ruh ve nefisten ibarettir. Ruh latif bir cisimdir, nefis ise ondan daha latiftir. Bedenin hayatı için ruh gerekli olduğu gibi ruhun devamı için de nefis gereklidir. Ölen iyi müminlerin ruhları ve nefisleri melekler tarafından illiyyîn*e yükseltilir, âsilerle kâfirlerinki ise siccîn*e gider (a.g.e., I, 492; II, 467-468). Kur’an’da “âlî” olmakla nitelendirildiğinden ve gök tabakalarının üstündeki sidretü’l-müntehâ*nın yanında bulunduğu bildirildiğinden cennet göklerin üstünde ve arşın altındadır. Kıyametin kopmasından sonra gökler dürülecek ve cennetlikler cennetlere yaklaştırılacaktır ki bunların sayısı dörttür. Me’vâ, naîm ve adn tabirleri ayrı ayrı cennetlerin değil her biri bütün cennetlere verilen isimlerdir. Cennet ve cehennem ebedîdir. Dünya hayatının sınırlılığı ve işlenen günahların miktarı dikkate alınarak cehennemin ebediyetine itiraz etmek isabetli değildir. Zira günahın cezası zamanla ölçülemez, bu konudaki ölçü ilâhî gazabı celbeden fiiller olmalarıdır (a.g.e., I, 461-462, 474, 485). 4. İman-Günah Meselesi. İman kalbin tasdiki ve dilin ikrarından ibaret olmakla birlikte ister farz ister nâfile olsun taatlerin hepsi iman adını alır. Zira bunların tamamı Allah’a ve Hz. Peygamber’e iman etmenin bir sonucudur. Kalben tasdikin yanı sıra dilin ikrarı imanın gerçekleşmesi için önemli bir unsurdur. Nitekim Kur’an’da insanlara, “İman ettim” demeleri emredilmektedir (el-Bakara 2/136; Âl-i İmrân 3/84; eş-Şûrâ 42/15). Resûl-i Ekrem de “lâ ilâhe illallah” deyinceye kadar insanlara karşı savaşmakla emrolunduğunu açıklayarak inkârın ancak ikrarla yok olacağına işaret etmiştir. İkrarın farz olduğu konusunda âlimlerin icmâı mevcuttur. İtikad ve ikrarın ikisi birlikte Allah’a imanın gerçekleşmesini sağlar; ameller ise Allah’a ve Peygamber’e imanın bir gereği olup mahiyetleri farklıdır. Bu sebeple imanın varlığı amelin mevcudiyetine bağlı değildir. İtikad ile ikrar imanın aslını, itaat ise fer‘ini oluşturur. Mukallidin imanı geçerli değildir. Zira mukallit hakkı hak olarak bilmez, sadece atalarına ve içinde yaşadığı topluma tâbi olur (a.g.e., I, 26-28, 33, 145). Küfür lafızları bulunduğu gibi iman lafızları da vardır. “Âmentü billâh, eslemtü vechiye lillâh, eslemtü li-rabbi’l-âlemîn, Muhammedün resûlullah, lâ ilâhe illellezî âmenet bihi’l-müslimûn” gibi ifadeler bunlardan bazılarıdır (a.g.e., I, 134-140). İşlenen günahın büyük olması birtakım karînelere bağlıdır. Bu karîneler küçük günaha, ilâve edilince büyük günaha dönüşebilir; yine karînelere bağlı olarak büyük günah fâhiş hale gelebilir. Buna göre günahlar küçük, büyük ve fevâhiş kısımlarına ayrılır. Meselâ saf bir şişe içkiyi sulandırıp sarhoşluk verici etkisini gidermek suretiyle içmek küçük günah, sarhoşluk veren içkiyi içmek büyük günah, içki içmeyi alışkanlık haline getirip bunu alenî olarak yapmak fevâhiş türünden bir günahtır (Sübkî, IV, 335).

Genel çerçeve itibariyle Eş‘ariyye’ye bağlı bir kelâmcı olan Halîmî velîlerin


kerâmetleri, ruhun mahiyeti, günah ve iman gibi konularda farklı görüşler benimsemiş, itikadî meseleleri sahih hadislerle delillendirmesine rağmen yer yer mevzû ve zayıf rivayetlere de dayanmıştır. Özellikle esmâ-i hüsnâ konusunda kendisinden sonra gelen Eş‘arî âlimleri üzerinde müessir olmuştur. Beyhakī’nin el-Esmâǿ ve’ś-śıfât adlı eserinde el-Minhâc’dan bol miktarda alıntı yapması bunu göstermektedir. Ruh meselesinde kelâmcıların görüşlerine muhalefet edip bazı filozoflara tâbi olduğu da dikkat çekmektedir.

Halîmî’den bahseden kaynaklarda onun pek çok eserinin bulunduğu belirtilmekle birlikte zamanımıza ulaştığı bilinen tek eseri el-Minhâc fî şuǾabi’l-îmân*dır. Akaid, fıkıh ve ahlâk konularını ihtiva eden bu hacimli eser, Hilmî Muhammed Fûde tarafından tahkik edilerek üç cilt halinde yayımlanmıştır (Beyrut 1399/1979). Bazı kaynaklarda Halîmî’nin Âyâtü’s-sâǾa ve aĥvâlü’l-ķıyâme adlı bir başka eserinin daha bulunduğu kaydedilmişse de (İbn Kādî Şühbe, I, 179; İbnü’l-İmâd, III, 168) doğru değildir. Bu durum, Keşfü’ž-žunûn’da el-Minhâc’ın muhtevası hakkında verilen bilginin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmış olmalıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Halîmî, el-Minhâc fî şuǾabi’l-îmân (nşr. Hilmî M. Fûde), Beyrut 1399/1979, I, 26-28, 33, 134-140, 145, 183-210, 230, 237-238, 256-257, 337, 353-354, 461-462, 474, 485, 492; II, 467-468; III, 180; Sehmî, Târîħu Cürcân (nşr. M. Abdülmuîd Han), Beyrut 1407/1987, s. 198-199; Abbâdî, Fuķahâǿü’ş-ŞâfiǾiyye, s. 105-106; Sem‘ânî, el-Ensâb, IV, 198-199; İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, I, 382-383; Zehebî, Teźkiretü’l-ĥuffâž, III, 1030-1031; a.mlf., AǾlâmü’n-nübelâǿ, XVII, 231-234; a.mlf., el-Müştebih, I, 244; a.mlf., el-Ǿİber, II, 205; Yâfiî, Mirǿâtü’l-cenân, III, 5; Sübkî, Ŧabaķāt, IV, 333-343; İsnevî, Ŧabaķātü’ş-ŞâfiǾiyye, s. 404-405; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 349; Cürcânî, Şerĥu’l-Mevâķıf, İstanbul 1239, s. 578-579; İbn Kādî Şühbe, Ŧabaķātü’ş-ŞâfiǾiyye, I, 178-179; Keşfü’ž-žunûn, II, 1047-1048, 1871-1872; İbnü’l-İmâd, Şeźerât, III, 167-168; Brockelmann, GAL, I, 211-212; Suppl., I, 349; Hediyyetü’l-Ǿârifîn, I, 308; Kehhâle, MuǾcemü’l-müǿellifîn, IV, 3; Sezgin, GAS, I, 607-608; İsmâil Hakkı İzmirli, Kādı Ebû Bekir el-Bâkıllânî, Süleymaniye Ktp., İzmirli, nr. 3739, vr. 231a; M. Hasan Heyto, el-İctihâd ve ŧabaķātü müctehidi’ş-ŞâfiǾiyye, Beyrut 1409/1988, s. 181-182; Sabine Schmidtke, The Theology of al-ǾAllāma al-Ĥillī (d. 726/1325), Berlin 1991, s. 161; Metin Yurdagür, Âyet ve Hadislerde Esmâ-i Hüsnâ, İstanbul 1996, s. 50-51; L. Gardet, “Karāma”, EI² (İng.), IV, 616; Yusuf Şevki Yavuz, “Beyhakī, Ahmed b. Hüseyin”, DİA, VI, 62; a.mlf., “el-Esmâ ve’s-sıfât”, a.e., XI, 422; a.mlf., “Eş‘ariyye”, a.e., XI, 448; Bekir Topaloğlu, “Esmâ-i Hüsnâ”, a.e., XI, 412, 416.

Metin Yurdagür