HÂFIZ-ı ACEM

(حافظ عجم)

(ö. 958/1551)

Fıkıh, kelâm ve belâgat sahasındaki şerh ve hâşiyeleriyle tanınan ansiklopedist Hanefî müderrisi, şair ve hattat.

Kaynaklarda en çok bu lakabı ile anılmakla beraber asıl künyesi Hâfızüddin Muhammed b. Ahmed b. Âdil Paşa’dır. Dedesi Âdil Paşa’yı Âdil Çelebi diye gösterenler varsa da (meselâ Mecdî ve Bağdatlı İsmâil Paşa) kendisi eserlerinde onu daima Âdil Paşa olarak kaydeder. Bizzat verdiği künye “el-fakīr Muhammed eş-şehîr bi’l-Hâfız b. Ahmed b. Âdil Paşa” şeklindedir. Kafkasya’da Arrân eyaletinin Berdaa şehrinde doğduğu için bazı yerlerde Berdaî nisbesiyle de zikredilir. Tahsilinin üst derecelerini Tebriz’de çağının ünlü âlimi Mevlânâ Mezîd’den görmüş ve onun yanında yetişmiştir. Daha o zamanlar kendisini ilmiyle tanıtmış bulunuyordu. 1501’de İran’da siyasî otoriteyi ele geçirip şahlık tahtına oturan Şah İsmâil’in Şiîliği kabul ettirmek yolunda giriştiği zulüm ve baskılar yüzünden memleketini terke mecbur kalarak adı “ufak tefek” mânasında hep Kukla Acem diye zikredilegelen âlim kardeşi Abdülfettah ile birlikte Osmanlı ülkesine geçti. 907’de (1501) Amasya’ya geldiği kaydedilen Hâfız-ı Acem (Hüseyin Hüsâmeddin, III, 246), Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi dairesine intisap etmiş ve onun büyük takdirini kazanmıştı. Bu intisapta, Abdurrahman Efendi’nin vaktiyle Tebriz’de Celâleddin ed-Devvânî yanında yedi yıl müddetle tahsil gördüğü sırada (Mecdî, s. 308; Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârîh, II, 557) aralarında doğmuş bir tanışıklığın tesirinin bulunduğu ileri sürülür (Fâik Reşad, I, 69). Hâfız-ı Acem Amasya’ya geldiğinde, doğma büyüme bir Amasyalı olan Abdurrahman Efendi 907 Rebîülevvelinden (Eylül-Ekim 1501) beri Anadolu kazaskerliği makamında bulunmaktaydı. Hâfız-ı Acem’in onun çevresine girişinden sonraki başarılarının başında, bir başka Amasyalı olarak devrin büyük hat üstadı Şeyh Hamdullah’tan icâzet alması gelir. Kardeşiyle birlikte Osmanlı ülkesine vardıklarında kendilerinin şöhretleriyle göz kamaştırmış olduklarını söyleyen Hâfız-ı Acem’e, ilim ve meziyetini yakından bilen Abdurrahman Efendi’nin tavsiyesiyle II. Bayezid tarafından önce Ankara Medresesi müderrisliği verildi. İlk çalışmalarından biri olarak burada Śadrü’ş-şerîǾa’nın istinsahı ile birlikte ona yaptığı hâşiyeyi bir ay gibi çok kısa bir sürede meydana getirdi. İlimde derinleşmeye büyük bir gayret sarfeden Hâfız-ı Acem eserini II. Bayezid’e ithaf ve takdim ettiğinde pâyesi Merzifon’da Çelebi Mehmed Medresesi müderrisliğine yükseltildi. Burada iken ilimdeki derinliğini ispat eden klasik çaptaki eserlerini birbiri ardı sıra vermeye başlamıştı. Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin Şerĥu’l-Miftâĥ’ına yaptığı hâşiye ile Sekkâkî’nin Miftâĥu’l-Ǿulûm’una olan şerhi bunların başında yer alır. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmâil’e karşı çıktığı Çaldıran seferi dönüşünde Amasya’da kışlarken bir ara avlanmak için Merzifon’a kadar uzandığı vakit, şehrin ileri gelenleriyle birlikte kendisini karşılayan Hâfız-ı Acem’in sunduğu gazeli çok beğenerek onu çeşitli câizelerle ve İstanbul’da Atik Ali Paşa Medresesi müderrisliğiyle mükâfatlandırdı. Âşık Çelebi bu bilgiyi, Yavuz Selim’in Amasya’ya ne münasebetle ve ne zaman geldiğini belirtmeden kaydeder. Kınalızâde Hasan Çelebi’nin, Amasya’ya gelen padişahı Kanûnî Sultan Süleyman olarak göstermesi ise tamamıyla yanlıştır. I. Selim, 147 gün kaldığı Amasya’da kışı 5 Şevval 920-4 Rebîülevvel 921 (23 Kasım 1514-18 Nisan 1515) tarihleri arasında geçirdiğine göre (Feridun Bey, Münşeât, I, 407), bu tayinin Âşık Çelebi ve diğer hal tercümesi kaynaklarında kaydedilmemiş olan yılı belli olmaktadır. Nitekim tarik defteri mahiyetinde bir eserde de buraya tayin tarihi 921 (1515) olarak belirtilir (Târîh-i Silsile-i Ulemâ, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2142, vr. 226a). Yavuz Sultan Selim ile karşılaşmak gibi bir vak‘aya hiç temas etmeyen Taşköprizâde ise Hâfız-ı Acem’in İstanbul’a bir gelişinde, Şerĥu’l-Miftâĥ için meydana getirdiği hâşiyeyi gösterdiği Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi’nin eseri fevkalâde beğenip kendisini Atik Ali Paşa Medresesi’ne tayin ettirdiğinden bahseder. Bu iki rivayetten hangisi gerçek olursa olsun bilinen husus, o


tarihte Hâfız-ı Acem’in hâmisi Müeyyedzâde’nin ikinci defa olarak Rumeli kazaskerliği makamında bulunduğudur (buraya tayini Receb 919 [Eylül 1513] ortalarıdır, Atâî, Zeyl-i Şekāik, s. 28). Atik Ali Paşa müderrisliği sırasında bu defa da Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin Şerĥu’l-Mevâķıf’ı için bir hâşiye telif eden Hâfız-ı Acem bir ara İznik’teki Orhan Gazi Medresesi’ne gönderildi. Burada mühim eserlerinden biri olan Risâle fî taśvîri’l-heyûlâ’yı yazıp çoğaltarak kendisinin kadir ve kıymetini takdir edemeyen bazı makam sahiplerine yolladı. Bir müddet sonra İstanbul’da Sahn-ı Semân’dan Çifte Başkurşunlu Medresesi müderrisliğine tayin edildi. Burada da yine mühim eserlerinden biri olan Muĥâkemâtü’t-Tecrîd’i meydana getiren Hâfız-ı Acem’in pâyesi 942’de (1535-36) Ayasofya Medresesi müderrisliğine yükseltildi (Târîh-i Silsile-i Ulemâ, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2142, vr. 211b; eserin başka yerlerinde unvanı bazan Monla Hâfız diye de geçen [vr. 213b, 226a] Hâfız-ı Acem, kardeşinin ufak tefek oluşundan dolayı Kukla Acem unvanı ile adlandırılışına uygun olarak buradaki kayıtta Minik Hâfız şeklinde zikredilir). Ayasofya müderrisliği sırasında mühim birkaç eser daha yazan Hâfız-ı Acem, 948’de (1541-42) 70 akçe ile emekliliği seçerek (Taşköprizâde, s. 450; Mecdî, s. 450; krş. Atâî, s. 18) kendini tamamen çoğu ansiklopedik çapta eserlerini yazmaya verdi. Sabahlara kadar okuyup yazmayı hayatının esası yapmış olan Hâfız-ı Acem 23 Muharrem 958’de (31 Ocak 1551) vefat etti (Târîh-i Silsile-i Ulemâ’nın sonunda bulunan tarihî takvim risâlesi, vr. 240b: 946-987 yıllarını içine alan bu tarihî takvim metninin neşri ve ilgili kaydın oradaki yeri için bk. Kemal Özergin, Sultan Kanunî Süleyman Han Çağına Ait Tarih Kayıtları, Erzurum 1971, s. 18). Taşköprizâde ve Mecdî’de 957 (1550) olarak gösterilen vefat tarihinin çok daha kesin ve açık olan bu kayda göre düzeltilmesi gerekmektedir. Fâik Reşad’ın 967 (1560), Bursalı Tâhir’in ise 950 (1453) olarak verdikleri tarihlerin yanlışlığı meydandadır. Kâtib Çelebi’nin, Keşfü’ž-žunûn’da Hâfız-ı Acem’in vefat tarihini Taşköprizâde ile Mecdî’ye uyarak çok defa 957 (1550) olarak kaydetmekle beraber (I, 351, 901; II, 976, 1645, 1725 [Flügel nüshasında boş, V, 610], 1892, 1975), ayrı ayrı zamanlarda dağınık kayıt ve notlar ilâve ettiği eserini ömrü vefa etmediğinden topluca kontrolden geçirme fırsatını bulamadığı için bazan “900 (1495) hududunda” diye (I, 62; Flügel, I, 245), bazan 1055 (1645) olarak (II, 1304, 1844 [Flügel, VI, 156’da boş]) kaydettiği, bazan da ileride tesbit etmek üzere tamamen boş bıraktığı görülür (II, 1766, 1966, 2023). Hâfız-ı Acem’in oğullarından biri, Hâfızzâde lakabı ile tanınan ve kendisinin Risâle fî taśvîri’l-heyûlâ adlı eseri üzerindeki istishâb kaydından (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 2513, vr. 1a) anlaşıldığı üzere kadılıkla Ürgüp’te bulunup daha sonra Filibe kadılığından mâzul iken 990’da (1582) İstanbul’da ölen Ebü’l-Meâlî’dir (Atâî, Zeyl-i Şekāik, s. 339; Sicill-i Osmânî, II, 97). Kardeşi Abdülfettah ise Şeyh Muhiddin İskilipli ve Müeyyedzâde Abdurrahman’ın yanında ilmini geliştirerek Bursa’nın bazı gözde medreselerinde müderrislik yapmış ve 924’te (1518) İstanbul’da İbrâhim Paşa Medresesi’ne naklinden sonra vebadan ölmüştür (Mecdî, s. 453). Müstakimzâde, Tuhfe-i Hattâtîn’de 923 (1517) olarak gösterdiği bu tarihi Mecelletü’n-nisâb’da (vr. 179a) Mecdî’nin kaydına uygun olarak 924 (1518) şeklinde düzeltir. Önceleri kardeşi Hâfız-ı Acem gibi Yâkut tarzında yazısı olan Abdülfettah, onunla birlikte Şeyh Hamdullah’tan hat sanatını meşkettikten sonra bu vadide güzel ve bol sayıda eser veren bir hattat olarak tanınmıştır (Tuhfe, s. 259; ayrıca bk. Mecdî, s. 453). Âşık Çelebi, Hâfız-ı Acem’in, veba salgınında kaybettiği kardeşi için yazdığı mersiyeden bir parçayı verir (Meşâirü’ş-şuarâ, vr. 84b).

Zamanının kalem sahiplerince bilgi ve ihatası bakımından devrin en üstün müderrisi sayılmış olan Hâfız-ı Acem fıkıh ve usulü, tefsir ve kelâm ilimlerindeki eserleriyle yüksek kabiliyetini ortaya koymuş bir müellif ve âlim olarak kabul edilmektedir. Yine devrin müellifleri, onun bu ilimlerin birer klasiği olmuş eserlere yaptığı şerh ve hâşiyelerle anlaşılması güç bahislere açıklık getirdiğini, birtakım çetin meselelerin kavranmasını kolaylaştırdığını özellikle belirtirler. Hakkında mevcut büyük takdiri Gelibolulu Âlî, “onun fazlının güneşten daha da parlak olduğunu” söyleyerek çok ileri derecelere vardırır.

Taşköprizâde, Hâfız-ı Acem’in bilinen eserlerinden başka çeşitli sahalarda ve konularda kaleme aldığı daha birçok risâle ve ta‘likatı olup ancak çoğunun müsvedde halinde kaldığını haber vermektedir. Onun naklî ve aklî ilimlerle ilgili muhtelif eserler üzerindeki şerh ve hâşiyeleri bu eserler gibi hep Arapça olarak yazılmıştır.

Edebî ilimlerdeki geniş vukufu da ayrıca kabul edilen Hâfız-ı Acem XVI. asrın şuarâ tezkirelerinde daima yer almış, edebî şahsiyeti üzerinde çeşitli değerlendirmeler yapılmıştır. Sehî’nin ifade ettiği üzere XVI. asrın ilk yarısında yetişmiş şairler kadrosu içinde onun şiiri taşıdığı özellikler itibariyle zengin, başkalarınınkinden çok önde görülmüş, Âşık Çelebi’nin ifadesiyle de şiirlerinin bazı beyitlerine nazîre yapılması imkân dışı sayılmıştır. Şeyhülislâm Kemalpaşazâde, Muhyiddin Fenârî, Kadri Çelebi, İskender Çelebi gibi şiir sever makam sahipleriyle önde gelen simalardan Yahyâ Bey, Hayâlî, İshak Çelebi, Nihâlî ve Tâcîzâde Câfer Çelebi’nin sık sık bir araya geldikleri sohbet meclislerine devam eden Hâfız-ı Acem’in devrin edebiyat çevrelerince beğenilen şiirleri meşhur beyitleriyle ağızdan ağıza dolaşmıştır. Bunların her tezkireye hemen hemen aynı şekilde geçtiği görülür. Bu konuda Âşık Çelebi, Hâfız-ı Acem’in ölümü üzerinden yıllar geçmişken edebî değerlendirmelerindeki ince zevki, isabetli tenkit ve takdirleriyle tanınan Kazasker Kādirî Efendi’nin bir sohbet meclisinde onun bu gibi beyitlerinden birkaçını övüp yüceltişine ait bir hâtırasını nakleder (a.g.e., vr. 84a). Yeni zamanlara gelindiğinde edebiyat tarihi araştırmacısı Fâik Reşad, şuarâ tezkirelerindeki değerlendirmelerden hareket ederek bunlardaki seçme beyitleri naklederken onu Fuzûlî ayarında bir şair saymak gibi mübalağalı bir hükümden kaçınmaz. Farsça’nın yanı sıra Arapça şiirleri olduğu da kaydedilen Hâfız-ı Acem, Osmanlı Türkçesi’nden başka Çağatay lehçesiyle de manzumeler yazmıştır. Yavuz Sultan Selim’e sunup onun tarafından pek beğenilen, kendisini çeşitli câizelerle mükâfatlandırmasına ve Atik Ali Paşa müderrisliğine getirilmesine yol açan gazeli bu Çağatayca manzumelerinden biridir. Latîfî’nin onun şiirini Nevâî tarzına yakın bulması sayısının az olmadığı anlaşılan bu şiirlerinden dolayıdır.

Tezkirelerde Hâfız-ı Acem’in ilmî eserleri üzerinde durulmamış, daha çok edebî yönüne ilgi gösterilmiştir. Onun edebî cephesini veren eserlerini en iyi tanıyan Âşık Çelebi’dir. Bunları bahis konusu etmeyip ilmî eserlerini en iyi şekilde ve derli toplu belirten de eş-Şeķāǿiķu’n-nuǾmâniyye sahibi Taşköprizâde İsâmüddin Ahmed Efendi olmuştur. Daha sonra Edirneli Mecdî, tercümesini yaptığı eş-Şeķāǿiķ’e Taşköprizâde’nin bahsetmediği eserleri ilâve eder. Mecdî, bu arada onun


şiirlerinden örnekler verirken Latîfî’deki Hâfız-ı Sirozî’den bir parçayı da Hâfız-ı Acem’e ait göstermiştir. Sehî ve Latîfî’nin Hâfız-ı Acem’in sanatını kusursuz bulmalarına mukabil Âşık Çelebi’den başlayarak Kınalızâde Hasan Çelebi ve Riyâzî onun şiir dilini taşıdığı unsurlar bakımından yadırgatıcı, hatta güç anlaşılır bulurlar. Âşık Çelebi ve Hasan Çelebi eserlerinin de tuhaf isimler taşıdığına işaret etmişlerdir. Beğenilmiş şiirlerinden bazıları Eğridirli Hacı Kemal’in Câmiu’n-nezâir’i ile Edirneli Nazmî’nin Mecmau’n-nezâir’inde Hâfız mahlası ile yer almaktadır. İran muhitinden Osmanlı ülkesine gelmiş şairlere hususi bir ilgi gösteren Ahdî’nin, habersiz görünüp tezkiresinin kendilerine yetişemediği şairlere ayırdığı faslında ondan bahis açmadığı göze çarpar. Sonraki tezkirecilerden Beyânî ile Riyâzî’de kendisine verilen yer azalırken Beyânî ondan iki, Riyâzî ile Kafzâde Fâizî sadece birer beyit almakla yetinirler. Öte yandan Kafzâde, Hâfız-ı Acem’in hal tercümesini kaydetmeye ihtiyaç görmemiştir. Âlî de onun şiirinin “mollayâne” olduğundan bahisle bu yüzden yaygınlık bulamamış olduğunu kaydeder.

Hâfız-ı Acem, ilmî yönünden başka çok süratli yazı yazan bir hattat olarak da şöhret yapmıştır. Daha İran’da iken Yâkūt tarzında sülüs ve nesihi elde etmiş, Osmanlı ülkesine gelince de hayatının son yıllarını yaşamakta olan Şeyh Hamdullah’a yetişerek onun yanında sanatını daha da ilerletmiştir. Kendi el yazısı ile olan eserlerinden ve yaptığı istinsahlardan zamanımıza gelebilmiş örneklerde Yâkūt ve Şeyh Hamdullah üslûbu kolayca belli olur.

Eserleri. 1. Ĥâşiyetü Şerĥi’l-Viķāye li-Śadri’ş-şerîǾa. Sadrüşşerîa es-Sânî lakabı ile tanınan Hanefî fıkıh âlimi Ubeydullah b. Mes‘ûd el-Mahbûbî’nin, Tâcüşşerîa lakabı ile mâruf dedesi Mahmud b. Ahmed el-Mahbûbî’nin kendisi için yazdığı Viķāyetü’r-rivâye fî mesâǿili’l-Hidâye adındaki fıkha dair kitabına Şerĥu’l-Viķāye adlı, aynı zamanda kendi adına izâfeten de Śadrü’ş-şerîǾa diye tanınan eseri üzerindeki bu hâşiyesi, Hâfız-ı Acem’in fıkıh sahasındaki derin bilgisini ortaya koyan ilk teliflerindendir (Keşfü’ž-žunûn, II, 2023; Flügel, Kaşf al-Zunūn Lexicon Bibliographicum et encyclopaedicum, VI, 462-463). 2. Ĥâşiye Ǿalâ Şerĥi’l-Miśbâĥ. Sirâceddin Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî’nin Miftâĥu’l-Ǿulûm adlı eserinin belâgat ilmine dair üçüncü kısmına Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin el-Miśbâĥ adıyla yaptığı şerhe hâşiyedir. Taşköprizâde, onun bu çetin işi beş ay gibi kısa bir zaman içinde tamamlayarak eserini ortaya koyduğunu özellikle belirtir (Keşfü’ž-žunûn, II, 1763, 1766; Flügel, VI, 21-22). Cürcânî’den, kendi el yazısı güzel bir ta‘likle 918 Rebîülevveli başlarında (Mayıs 1512 ortaları) istinsah ettiği metnin kenarına ta‘likat olarak işlediği müsvedde mahiyetindeki nüshası Köprülü Kütüphanesi’ndedir (Köprülüzâde Mehmed Paşa, nr. 1439; ayrıca bk. Köprülü Kütüphanesi Yazmalar Kataloğu, II, 140). 3. Ĥâşiye Ǿalâ Şerĥi Miftâĥi’l-Ǿulûm. Doğrudan doğruya Sekkâkî’nin Miftâĥu’l-Ǿulûm’unun üçüncü kısmının metni üzerinde Hâfız-ı Acem’in çeşitli açıklamalar yaptığı bir telifidir. Yine Taşköprizâde’nin belirttiğine göre bu eseri de on beş gün gibi çok kısa bir zamanda meydana getirmiştir. Taşköprizâde, Cürcânî’nin şerhine yaptığı hâşiyeden farkını belirtmek için bunu “Sekkâkî’nin metnine hâşiye” diye kaydeder. Müellifin Vezîriâzam Koca Mustafa Paşa adına kaleme aldığı kitabın bir nüshası onun diğer bazı eserleriyle birlikte Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 3264, vr. 1b-61b). 4. Ĥâşiye Ǿalâ Şerĥi’l-Mevâķıf. Hâfız-ı Acem, Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin kelâm ilminin en seçkin eserlerinden biri olan Şerĥu’l-Mevâķıf’ının anlaşılması güç bazı kısımlarına yaptığı bu hâşiyeyi Sultan II. Bayezid adına kaleme almıştır. Bursalı Mehmed Tâhir (Osmanlı Müellifleri, I, 275) eseri Ferhad Paşa adına yazılmış gösterir (Keşfü’ž-žunûn, II, 1892; Flügel, VI, 238). Ta‘lik yazı ile kendi elinden çıkma bir nüshası Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’nde olup (Hacı Selim Ağa, nr. 607) TaǾlîķa Ǿalâ baǾżı mevâżiǾi’l-Mevâķıf fi’l-kelâm başlığını taşıyan bir nüshası da Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 3264, vr. 62b-93b; ayrıca bk. Hediyyetü’l-Ǿârifîn, II, 243). 5. Risâle fî taśvîri’l-heyûlâ. Kelâm ilminin bahisleri içine de giren “maddenin cevheri” (matière première), yani varlıkların ilk maddesi konusunu “mertebe” adını verdiği üç kademe içinde metodik bir şekilde işleyen felsefî bir eserdir. Birinci mertebede heyûlâ kavramı ve bununla ilgili delillerin ispatı ele alınmakta, ikincisinde mütekaddimîn ile müteahhirînin ortaya koydukları görüşler ve bunların münakaşasına geçilmekte, son mertebede ise Hâfız-ı Acem konu üzerinde kendi düşünce ve görüşlerini açıklamaktadır. Müellifin ilmî liyakatını ispat eden bu eseri onu büyük âlimler safına geçirmiş, müderrislikte pâyesinin birinci derecedeki medreselere yükseliş yolunu açmıştır. Eserin kendi el yazısı ile ve oğlu Ebül‘ûlâ’nın istishâb kaydını taşıyan nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Lâleli, nr. 2513) (Keşfü’ž-žunûn, I, 901; Flügel, III, 4158). 6. Muĥâkemâtü’t-Tecrîd. Nasîrüddîn-i Tûsî’nin, yaygın ismi Tecrîdü’l-Ǿaķāǿid olan Tecrîdü’l-kelâm adlı eserine


hâşiyedir. Taşköprizâde’nin el-Muĥâkemâtü’t-Tecrîdiyye, Mecdî’nin Muĥâkemâtün Tecrîdiyye şeklinde kaydettiği eserin adını Bağdatlı İsmâil Paşa Muĥâkemâtü’l-ferîd fî Ĥâşiyeti’t-Tecrîd olarak verir. Burada Hâfız-ı Acem, Tûsî’nin eserine red ve itirazda bulunmuş olan şerh ve hâşiye üstadı konumundaki meşhur birçok müellife karşı, arada en küçük noktayı kaçırmamacasına red ve itirazlarını belirterek kelâm ilminin çeşitli konularını ele alır (Keşfü’ž-žunûn, I, 351; Flügel, II, 203; V, 416; Mecdî, s. 450). 7. Medînetü’l-Ǿilm. Sekiz bab üzerine tertip ettiği eserin her bir babını, fıkhın temel kitaplarından el-Hidâye sahibi Burhâneddin el-Mergīnânî, tefsirden el-Keşşâf müellifi Zemahşerî, Beyzâvî, Teftâzânî ve Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi sekiz büyük otoriteden birine ayırarak onlara olan itiraz ve tenkitlerini açıklar (Keşfü’ž-žunûn, II, 1645; Flügel, V, 478; Mecdî, s. 450). Âşık Çelebi eserin ismini Medâyinü’l-Ǿulûm şeklinde kaydeder. Eserden bir bölüm onun diğer bazı eserleriyle birlikte Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 3264, vr. 94b-102b). 8. MeǾârikü’l-ketâǿib fî mebâĥiŝ mine’l-Ǿulûm ve’l-kütüb. Çeşitli ilimler ve meşhur olmuş kitaplardan bahseden ansiklopedik bir eserdir. Bahislerin fihristiyle ele alınan konuları belirleyen bir mukaddimeden sonra “ketîbe” adlı bölümlerden meydana gelen eserin her bir ketîbesinde ayrı ayrı Mergīnânî’nin el-Hidâye’si, Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ı, Beyzâvî, Teftâzânî’nin Sadrü’ş-şerîa’nın et-Tavżîh’ine hâşiye olan et-Telvîĥ’i, yine onun Şerĥu’l-Muħtaśar’ı, İbn Sînâ’nın eş-Şifâǿ adlı eseri ile Şerĥu’l-İşârât ve’l-Muĥâkemât’ı, Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin Şerĥu’l-Mevâķıf’ı, Teftâzânî’nin el-Muŧavvel’i, Ĥâşiyetü’t-Tecrîd, Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin Ĥâşiyetü’l-MeŧâliǾi ile Şerĥu’l-Miftâĥ ve Şerĥu’l-cedîd adlı eserler üzerinde durulur (Keşfü’ž-žunûn, II, 1725; Flügel, VI, 21, 610; ayrıca bk. Brockelmann, GAL Suppl., II, 1043). Süleymaniye Kütüphanesi Âşir Efendi, nr. 441’deki mecmua içinde eserin 12. ketîbesi bulunmaktadır (vr. 41b-45b). 9. İrcâǾu’l-Ǿilm ilâ nuķaŧihi. Matematikle ilgilidir. Âşık Çelebi, eserin adını İrcâǾu’l-Ǿulûm ilâ nuķŧa vâĥide olarak kaydeder. Yine onun bildirdiğine göre Hâfız-ı Acem bu son üç eserini oğullarına birer ders kitabı gibi okutmaktaydı (Keşfü’ž-žunûn, I, 62; Flügel, I, 245). 10. Fihrisü’l-Ǿulûm. Taşköprizâde’nin Mevzûâtü’l-ulûm’u tarzında bir ilimler ansiklopedisidir. Eserin mûsikiye ait bölümü, müzik tarihçisi Kiesewetter’in İslâmî Doğu mûsikisi için kullandığı kaynaklar arasındadır (Die Musik der Araber, Leipzig 1842, s. 17; Keşfü’ž-žunûn, II, 1304; Flügel, IV, 483). 11. es-SebǾatü’s-seyyâre. İlm-i hey’et ve nücûma dairdir. Bursalı Mehmed Tâhir (Osmanlı Müellifleri, I, 245) eserin adını, Molla Lutfî’nin buna yakın bir ad taşıyan ve Hâfız-ı Acem’in Medînetü’l-Ǿilm’inde yer yer adı geçen (Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 3264, vr. 94b-96a) eseriyle karıştırdığından yanlış olarak es-SebǾu’ş-şidâd şeklinde göstermiştir (Keşfü’ž-žunûn, II, 976; Flügel, III, 577; Hediyyetü’l-Ǿârifîn, II, 243). 12. Nuķŧatü’l-Ǿilm (Keşfü’ž-žunûn, II, 1975; Flügel, VI, 380). Flügel’in okuyuşu ile eserin ismi Noķŧatü’l-Ǿalem’dir. 13. Risâle fî mesǿeleti’l-iķrâr bi’d-deyn. Bu başlıktan başka zahriyesine Risâle fi’l-uśûl adı da konulmuş olan bu küçük risâlede borcun borçlu tarafından ikrarı meselesi fıkıh ve usulü yönünden metodik bir şekilde işlenmektedir. Hâfız-ı Acem’in Vezîriâzam İbrâhim Paşa’ya ithaf ettiği ve eş-Şeķāǿiķ ile Keşfü’ž-žunûn’da adı geçmeyen bu küçük risâlenin Taşköprizâde Ahmed Kemâleddin eliyle istinsah edilen ve onun oğlu Taşköprizâde İbrâhim’in vakıf mührünü taşıyan nüshası Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 950). 14. Dâǿiretü’l-Hindiyyeti’l-vâķıǾa fî Şerĥi’l-Viķāye. Hey’etle ilgili bir risâledir (Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 3933, vr. 60b-66a). Tarihe ve geçmişin büyük şahsiyetleri etrafındaki menkıbelere büyük vukufu, Arap, Fars ve Türk edebiyatlarına ait şiirlerden hâfızasında zengin bir bilgi serveti olduğu kaydedilen Hâfız-ı Acem’in bu ilmî teliflerinin dışında eş-Şeķāǿiķ’te yer verilmemiş şu eserleri vardır; bunlar ilkin Âşık Çelebi tarafından belirtilmiş, Mecdî de Şekāik Tercümesi’ne bunların adlarını ondan naklen ilâve etmiştir: 15. Nefsetü’l-masdûr. Âşık Çelebi’nin açıkladığına göre Hâfız-ı Acem’in başından geçen tuhaf bir gönül macerasını hikâye eden eserdir. Âşık Çelebi bunun, o zamana kadar aşk vadisinde yazılmış eserler içinde benzeri nâdir görülebilecek bir özellikte olduğunu ifade etmektedir (Keşfü’ž-žunûn, II, 1966; Flügel, VI, 365-366). 16. Zafernâme Tercümesi. Şerefeddin Ali Yezdî’nin Timur hakkında çok sanatlı bir üslûpla yazdığı Farsça eserinin Türkçe’ye tercümesidir. Âşık Çelebi’nin, adını Tevârîh-i Timur diye gösterdiği tercümeyi Mecdî Timurnâme olarak zikreder. Kâtib Çelebi onu hem Târîh-i Timur hem de Zafernâme adıyla kaydeder (Keşfü’ž-žunûn, I, 289-290; II, 1120; Flügel, II, 122-123; IV, 176). 17. Menâkıb-ı Ali bin Ebî Tâlib. Âşık Çelebi, Hz. Ali’nin menkıbelerini bir araya getirdiğinden bahsettiği eserin adını Hz. Ali’nin unvanlarından biri olan Ebû Türâb’a izâfeten Şâhnâme-i Ebû Turâbî olarak verir. Eseri zikreden Kâtib Çelebi ise böyle bir ad kaydetmez (Keşfü’ž-žunûn, II, 1844; Flügel, VI, 156).

BİBLİYOGRAFYA:

Sehî, Tezkire, s. 45; Taşköprizâde, eş-Şeķāǿiķ, s. 449-451 (Ömer Faruk Akün’ün özel kütüphanesindeki derkenar ilâveli yazma nüsha, vr. 168b-169b); Küçük Nişancı Mehmed Paşa, Târîh-i Nişancı Mehmed Paşa, İstanbul 1279, s. 309; Âşık Çelebi, Meşâirü’ş-şuarâ, vr. 84a-b, 96a, 202b; Latîfî, Tezkire, s. 125; Mecdî, Şekāik Tercümesi, s. 449-451; Beyânî, Tezkire, İÜ Ktp., TY, nr. 2568, vr. 22b; Âlî, Künhü’l-ahbâr, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 4225, vr. 332a; Kınalızâde, Tezkire, I, 276-277; Kafzâde Fâizî, Zübdetü’l-eş‘âr, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1877, vr. 23b (eserin nüshalarından bazısında Hâfız-ı Acem maddesi yoktur); Riyâzî, Tezkire, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3724, vr. 50a-b; Abdüllatîf b. Muhammed Riyâzîzâde, Esmâǿü’l-kütübi’l-mütemmim li-Keşfi’ž-žunûn (nşr. Muhammed Altûncî), Küveyt 1975, s. 280-281; Gazzî, el-Kevâkibü’s-sâǿire, II, 26-27; İbnü’l-İmâd, Şeźerât, Beyrut 1993, X, 457-458 (XI./XVII. asırda telif edilen bu son üç Arapça eserde Hâfız-ı Acem’le ilgili bilgiler, Taşköprizâde’den ona herhangi bir şey ilâve etmeyen değişik ölçüde birer nakil ve özetten ibarettir); Müstakimzâde, Tuhfe, s. 381; a.mlf., Mecelletü’n-nisâb, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi Eki, nr. 628, vr. 179a; Mehmed Tevfik, Kāfile-i Şuarâ, İstanbul 1291, s. 115; Kāmûsü’l-â‘lâm (1308), III, 1914; Fâik Reşad, Eslâf, İstanbul 1311, I, 69-72; Sicill-i Osmânî (1311), II, 97; Osmanlı Müellifleri (1333), I, 275; Hüseyin Hüsâmeddin, Amasya Tarihi, İstanbul 1927, III, 246; Hediyyetü’l-Ǿârifîn, II, 243; Ziriklî, el-AǾlâm (1955, 2. bs.), VI, 232; Dihhudâ, Luġatnâme, XI, 130; Kehhâle, MuǾcemü’l-müǿellifîn, VIII, 272; el-Ķāmûsü’l-İslâmî, II, 17 (bu son üç eserdeki Hâfız-ı Acem maddesi Taşköprizâde’nin kısa bir özetinden ibarettir); Baltacı, Osmanlı Medreseleri, s. 159, 181, 328, 392, 477; Mehmed Çavuşoğlu, “Kanunî Devrinin Sonuna Kadar Anadolu’da Nevâyî Tesiri Üzerine Notlar”, Atsız Armağanı, İstanbul 1976, s. 81-82; Turgut Karacan, “Hâfız-ı Acem”, TDEA, 1981, IV, 17 (bu madde, çok yetersiz oluşu bir yana, 1551’de ölen Hâfız-ı Acem’in, 1566’da tahta çıkan II. Selim devrinin şairi olarak gösterilmesi ve Merzifon’da onunla görüştürülmesi, eserlerinin bütünü ile tavsifi yolunda Âşık Çelebi’nin, “mâ lemyekün âmiyyen şarkiyyen velâ vahşiyyen garîben” ibaresini, son kelimenin “garbiyyen” diye yanlış okunarak “her ilimden bahseden ilgi çekici bir eserinin adı” olarak gösterilmesi gibi fahiş hatalarla yüklüdür).

Ömer Faruk Akün