(هـ)

Arap alfabesinin yirmi altıncı harfi.

Arap elifbâsında hurûfü’l-hecâ tertibinin kullanılmaya başlanmasından önceki halinde ve diğer Sâmî alfabelerde beşinci harf olduğundan ebced sistemindeki sayı değeri beştir (bk. EBCED). Halk arasında adı “he” olan ve Türkçe’de diğer “hâ”lardan ayırt edilmesi için “güzel he” de denilen harfin Halîl b. Ahmed’e göre anlamı “ceylân yanağındaki beyazlık”tır (Kitâbü’l-Ĥurûf, s. 47); İbrânîce’deki adı olan hî ise “şebeke, ağ” anlamına gelir. Ana Sâmîce’den gelen h sesi bütün Arap lehçelerinde ilk haliyle kalmış, ancak Akkadca’da ĥ ile birlikte “ħ”ya, Maltızca’da hemzeye veya “ĥ”ya dönüşmüştür. Buna karşılık Ârâmîce ve İbrânîce’de h, Amharaca’da da hem ĥ hem ħ “h”ya dönüşmüşlerdir. Harfin şeklinin, Batı dillerindeki “E” harfi gibi Mısır hiyeroglif ve Sînâ rumuzlarında görülen “ellerini başına doğru kaldırmış insan” figüründen geliştiği kabul edilir (bk. HARF)

Boğaz harflerinden olan hâ, gırtlağın ağza en uzak kısmını teşkil eden bölgesinden (aksa’l-halk, esfelü’l-halk, hançere, larynx) çıkar. Hemze ve elifin de aynı bölgeden çıktığını göz önünde tutan dil ve kıraat âlimleri, bu üç sesin ağza yakınlık dereceleri meselesinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Halîl b. Ahmed’e göre ağza en uzak olandan başlamak üzere boğaz harflerinin sıralanması hemze, hâ, ayn, ĥâ, gayn, ħâ; Sîbeveyhi’ye göre hemze, hâ, elif şeklindedir. Ahfeş el-Evsat hemzenin mahreci konusunda onlara katılmış, fakat hâ ile elif hususunda ikisinin aynı yerden çıktığını ileri sürerek onlardan ayrılmıştır. İbn Cinnî ise Ahfeş’e itiraz edip Sîbeveyhi’nin görüşünü isabetli bulmuş ve, “Eğer öyle olsaydı رسائل رسالة örneğinde görüldüğü gibi elif hemzeye değil “hâ”ya dönerdi” demiştir (Sırru śınâǾati’l-iǾrâb, s. 46). Bununla birlikte dil ve kıraat âlimleri hemzenin ağza daha uzak, “hâ”nın ise daha yakın yerden çıktığında birleşmektedirler.

Hâ sesini belirleyen başlıca sıfatlar “hems, rihvet, hafâ, terkīk, infitâh, istifâl ve ısmât”tır. Buna göre hâ, mahrece yüklenmeden ve dil damağa yapıştırılmadan çıkan, ses ve nefes akışı kesintisiz ve sızarak devam eden ince, yumuşak, hafif ve sadasız bir soluk sesidir. En belirleyici özelliği yumuşak ve sızıcı (hems ve rihvet) olmasıdır. Bu bakımdan ĥâ sesine benzemekle birlikte ondan daha yumuşak ve incedir. Ayrıca hâ hems, rihvet, hafâ gibi zayıflık belirten sıfatları kendinde topladığı için “el-hurûfü’l-mehtûte”den sayılmıştır (İbn Cinnî, s. 64; İbn Usfûr, 11,676).

İbn Sina’ya göre hâ ve hemze seslerinin oluşumu nicelik ve nitelik bakımından birbirine benzemekteyse de “hâ”da havanın hapsedilmesi tam değildir; hava mahrecin sadece yanlarıyla hapsedildiğinden ve çıkış yolu kapanmadığından ortaya doğru kaymaksızın mahrecin yanlarına eşit şekilde sürtünerek sızıntı biçiminde dışarı çıkar. Hâ sesi havanın hava içine veya yine onun gibi engelleyici olmayan bir cismin içine kuvvetle girmesi sırasında meydana gelen sese eş değerlidir (Meħâricü’l-ĥurûf, s. 13, 25, 38, 45). J. Cantineau’ya göre hâ sesi, sadasız sızıcı-sürtünücü bir gırtlak ünsüzü (spirante glottale sourde) olup Latin, İngiliz ve Alman alfabelerindeki h gibidir ve genellikle kelime başlarında sadasız, sesliler arasında veya bir sesliyle temas halinde sadalı telaffuz edilir (Bulletin, XLIII, s. 107).

Hâ harfiyle, isim soylu kelimelerin sonuna eklenen “yuvarlak tâ” (ة) arasındaki ilgi temas edilmesi gereken önemli meselelerden biridir. Müzekkerlik-müenneslik, müfredlik-cemîlik, ivaz-bedel, mübalağa, masdariyet, nisbet, nakil, hırfet, ta‘rîb vb. halleri belirtmek üzere bu tür kelimelerin sonuna eklenen tâ harfine yazılışına göre “bitişik tâ” (et-tâü’l-merbûta) ve “yuvarlakta” (et-tâü’l-müstedîre) denildiği gibi anılan fonksiyonlarına göre “tâü’t-te’nîs, tâü’l-vahde, tâü’l-mübâlağa, tâü’l-masdar, tâü’l-hırfe” vb. adlar da verilmiştir. Bunlar arasında en yaygın olanı tâü’t-te’nîstir ve buna vakıf halinde “hâ”ya dönüşmesi sebebiyle Basra okuluna mensup dilciler tarafından “hâü’t-te’nîs” denildiği de görülmektedir (meselâ bk. Lisânü’l-ǾArab, “hâǿ” md.; Sîbeveyhi, III, 220; İbnü’l-Bâziş, 1, 314, 492; Radî el-Esterâbâdî, II, 277). Çünkü bu harfin aslı konusunda dilciler ihtilâf etmişlerdir. Basralı dilciler kelâmda vasıl halini esas kabul etmekte, bu durumda harf tâ olduğu için de aslının tâ olduğunu, ancak vakıf halinde “hâ”ya dönüştüğünü söylemektedirler (Müberred, I, 60). Nitekim fiillerin baş ve sonlarına eklenen dişillik takısının tâ olması da bunu kanıtlamaktadır. Kûfe okuluna mensup dilciler ise kelâmda vakıf halini esas kabul etmektedirler. Vakıf halinde bu harf hâ olduğuna göre aslı “hâ”dır; ancak vasıl halinde “tâ”ya dönüşmektedir. Ebû Ali el-Fârisîde bu görüştedir (et-TaǾlîķa, I, 383). Bir başka görüşe göre de tâü’t-te’nîs, vakıf ve vasıl halinde daima tâ olarak telaffuz edilen ve “et-tâü’l-meftûhe, et-tâü’l-mecrûre ve et-tâü’t-tavîle” adları verilen “tâ”dır. Hâü’t-te’nîs ise vakıf halinde “hâ”ya dönüşen tâü’t-te’nîstir (Abbas Hasan, IV, 236).

“Tâ”dan “hâ”ya geçiş, Mağrib ülkelerinde Doğu Arap ülkelerinden daha erken bir zamanda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu harfi ihtiva eden kelimelerin bir kısmı Farsça’ya tâ telaffuzuyla girmiştir. Hâ sesi daha sonra Arapça’nın bütün lehçelerinde kalktığından harfin imlâdaki varlığı sadece tarihî bir değer olarak sürmektedir. Nitekim konuşma dilinde meselâ لغة kelimesinde “lugah” yerine “luga” şeklinde vakıf yapıldığı gibi vasıl halinde de “el-lugatü’l-fushâ” yerine “el-luga’l-fushâ” telaffuzu tercih edilmektedir. Arapça’da tâ ve hâ harflerinin konuşma dilinde gerçek fonetik değerlerini yitirerek önündekileri fetha ile vokalize eden bir seslendirici işlevini görür hale gelmeleri, bu harflerin Türkçe ve Farsça’daki fonksiyonları ile uygunluk arzetmektedir. Yine aslında yuvarlak tâ ile (ة) yazılırken Kur’an’da açık tâ ile (ت) sona erdirilen نعمت، رحمت gibi kelimelerde kurrânın çoğu hâ şeklinde vakıf yapmakta, vakıf halinde hâü’t-te’nîsten önceki harfi imâleli bir şekilde telaffuz etmenin de Araplar’ca tabii karşılandığı belirtilmektedir (İbnü’l-Bâziş, I, 314). Yine bütün Arap lehçelerinde tâü’t-te’nîs vakıf halinde “hâ”ya dönüşürken sadece Tay kabilesi lehçesinde aynen kalır ve açık tâ “hâ”ya dönüşür.

Bundan başka, genellikle kelimelerin vakıf halindeki son harekesini belirginleştirmek için getirilen ve “hâü’l-vakf, hâü’s-sekt, hâü’s-sükût, hâü’l-istirâha” denilen sükûnlu bir hâ çeşidi bulunmaktadır. İlk ve son harfleri illet harfi olan fiillerin (lefîf-i mefrûk) emr-i hâzırlarının tekil eril kipinde tek harfe düşmesi ve kelimenin de en az iki harften meydana gelmesinin zaruri olması sebebiyle kelimenin sonuna vakıf halinde bu nevi bir hâ eklenmesi gerekli görülmüştür (meselâ قه، [وعى] عه، [ولى] له، [وفى] فه [وقى] gibi). Yine sonu illet harfi olan fiillerin emirleri ve meczum muzârileriyle (meselâ امشه، لم يخشه، اغزه)


mebnî isim ve harflerde (meselâ هوه، هيه، كيفه، إنه، ربه) hâü’l-vakf getirilmesi yaygındır. Bunlardan son harfi düşen meczum muzârilerle emirlerde bu tür “hâ”nın getirilme sebebi konusunda ihtilâf edilmiştir. Dilcilerin çoğunluğuna göre bu harf son harekeyi belirginleştirmek, bazılarına göre de düşen harfi karşılamak (ta‘vîz) için getirilir; Sîbeveyhi ise son harfin düştüğünü belirtmek amacıyla eklendiği kanaatindedir (el-Kitâb, IV, 159). Yine bu nevi kelimelerden, harf-i çerle mecrur soru “mâ”sına (ما) elifin düşmesi dolayısıyla kelimenin sonuna eklenen “hâ”lar da (meselâ بمه، لمه، حتامه، علامه، عمه، ممه) çoğunluğa göre hâü’s-sekt olmakla birlikte İbn Cinnî ve Zemahşerî’ye göre düşen eliften bedeldir (bk. Radî el-Esterâbâdî, II, 294). “Ene, mâ, hünâ, hayye-helâ” (أنا، ما، هنا، حيهلا) kelimelerindeki vakıfta da (أنه، مه، هنه، حيهله) aynı ihtilâf söz konusudur. Aslında bunlarda elif üzerine vakıf yapmak daha yaygın ve geçerli olduğu halde Tay kabilesinin bazı kolları vakfı bu şekilde yapmıştır (a.g.e., ay). Geniz sesi olması sebebiyle özellikle vakıf halinde gizli ve belirsiz hale gelen ikil-çoğul nûnlarının ve diğer bazı nûnların harekelerini belirginleştirmek amacıyla da bu tür hâ ile vakıf yapıldığı görülür (أنه، نصرتنه، يتربصنه، يضربانه، يضربونه، إنه). Mütekellim “yâ”sında da özellikle Necid lehçelerinde bu tür hâ ile vakıf yaparak hareke belirginleştirmesi yaygındır (meselâ بشرايه، عصايه، غلامايه). Kur’an’daki yedi hâü’s-sektten dördü (حسابيه، كتابيه، ماليه، سلطانيه) bu cinstir (el-Hâkka 69/20, 25, 28, 29) ve Kāria sûresindeki (101/10) ماهيه kelimesinin sonunda yer alan yâ da mütekellim “yâ”sı olmamasına rağmen bunlara dahildir. Geri kalan ikisi, son harfi düşmüş nâkıstan emir ve meczum muzârilerdir: اقتده (el-En‘âm 6/90), لم يتسنه (el-Bakara 2/259). Kıraat âlimlerinin çoğu bu kelimelerde vakıfta olduğu gibi vasıl halinde de “hâ”ları düşürmemiştir. Ayrıca hâü’s-sekt, özellikle seslenme ve belirtme makamı olan nidâ ve nüdbede med harflerini belirginleştirmek için de getirilir (يا حسرتاه! واحسرتاه! وازيداه! واغلامهموه! واانقطاع ظهريه!) (Sîbeveyhi, IV, 165-166; İbn Cinnî, s. 569; Radî el-Esterâbâdî, II, 296).

Kıraat âlimlerinin “kinâye hâ’sı” adını verdikleri üçüncü şahıs eril tekil bitişik zamiri de (aş. bk.) müfred “ha”lardandır. Bu hâ fiille “inne” (إنّ) ve benzerlerine bitiştiğinde nasb mahallinde (mef‘ûl-i bih / isim), isme veya harf-i cerre bitiştiğinde cer mahallinde (muzafun ileyh / mecrur) olur. Harekesi genelde zamme olmakla birlikte önü sâkin yâ veya kesre ise ve ondan sonra da elif harfi bulunmuyorsa kesre ile harekelenir; Hicazlılar ise daima zamme ile söylemektedirler (meselâ به yerine به; bk. Zekeriyyâ el-Ensârî, s. 20-21). Bu durumda harf genel olarak harekesine göre vav yahut yâ med harfleriyle uzatılarak söylenir; ancak önü sâkinse uzatılmaz. Müfred “hâ”lardan biri de إياه vb. mansup-munfasıl zamirlerde yer alan “hâ”dır. Basralı dilcilere göre hâ gāiblik belirtisi olan harf, “iyyâ” zamir; Kûfeliler’e göre ise hâ zamir, “iyyâ” destek (ımâd) harfidir (İbnü’l-Enbârî, II, 695). Mâlekī deهو، هي، هم، هن ve benzerlerinde asıl zamirin hâ olduğunu ve vâv, yâ, mîm ve nûn harflerinin hareke beyanı için getirildiğini söylemektedir (Raśfü’l-mebânî, s. 472).

Bunların dışında başta Tay kabilesi lehçesi olmak üzere birçok lehçede hemzeler “hâ”ya dönüşmüştür. أنا yerine أنت، هنا yerine هنت gibi. Ayrıca “hâ”nın asıl harf iken düştüğü, zâid veya ivaz (bedel) olduğu bazı örnekler de vardır: شفة (düşmüş), هبلع (zâid), هراق (ivaz / bedel) örneklerinde görüldüğü gibi (İbn Cinnî, s. 569-571; İbnü’l-Enbârî, I, 210-212; İbn Usfûr, 1, 219; Radî el-Esterâbâdî, II, 382-385).

“Hâ”nın hemze ile dönüşüme girerek pek çok benzer kelime oluşturduğu görülür (heyneme = eyneme [أينمة = هينمة], heşşe = eşşe [أش = هش], sahele = saele [صأل = صهل], hellâ = ellâ [ألا = هلا], ma’ = miyâh [مياه = ماء] vb.). “Hâ”nin diğer harflerle meydana getirdiği başlıca dönüşümler de şunlardır: hâ / ĥâ: feriha = ferihe (فره = فرح), mezeha = mezehe (مزه = مزح), kedeha = kedehe (كده = كدح), bedeha = bedehe (بده = بدح), melîh = melîh (مليه = مليح); hâ / ħâ: hevâ’ = hava’ (خواء = هواء), tahâ = tahâ (طخا = طها); hâ / tâ: hibriye = tibriye (تبرية = هبرية); hâ / cîm: hâse = câse (جاس = هاس), hevâ = cevâ (جوى = هوى); hâ / bâ: mihzâr = mibzâr (مبذار = مهذار), heşşe = beşşe (بش = هش); hâ / ayn: rühb = ru‘b (رعب = رهب), râhe = râa (راع = راهـ); hâ / gayn: behete = begate (بغت = بهت), vehmiyyün = vagmiyyün (وغمي = وهمي), vehrun = vagrun (وغر = وهر); hâ / fâ: hevdec = fevdec (فودج = هودج); hâ / kâf: hüble = kuble (هبلة = قبلة), lehim = lekım (لقم = لهم); hâ / kâf: tehevvere = tekevvere (تكور = تهور), eşhel = eşkel (أشكل = أشهل); hâ / lâm: şâkehe = şâkele (شاكل = شاكه); hâ / nûn: tefekkehe = tefekkene (تفكن = تفكه); hâ / yâ: hâzihî (هذه [aslı: hâzî هذي]), hüneyhe (هنيهة [aslı: hüneyye → hüneyye هنية هنيوة]),

Arapça’ya Farsça’dan girmiş bazı kelimelerin sonundaki “hâ”ların da cîm veya “kāf”a dönüştürülmek suretiyle Arapçalaştırıldığı görülür (sâdeh → sâzec [ساده ساذج], benefşeh → benefsec [بنفشه بنفسج], nümûdeh → nümûzec [نموده نموذج], bâlûdeh → bâlûcec [بالوده بالوذج], tâzeh → tâzec [تازه تازج], cevseh → cevsak [جوسه جوسق] vb.).

“Hâ”nın, vakıf “hâ”sı olmamak şartıyla telaffuz kolaylığı için kendi cinsine id-gamı (هـ هـ هـ) câizdir; ancak aynı mahreç sahasını paylaştığı hemze ve elifle idgam ilişkisine girdiği görülmemektedir. “Hâ”nın sadece yakın mahreçten çıkan ĥâ ve ayın ile idgamı söz konusudur ve bunların her ikisinde de ister önce gelsin ister sonra gelsin daima “ĥâ”ya döner; çünkü ĥâ ağza daha yakın olduğundan onun telaffuzu diğerlerine göre daha hafiftir (هـ هـ ح), (ع هـ ح), (هـ ح ح), (ح هـ ح). Bu tür idgam özellikle Benî Temîm’de yaygındır (Radî el-Esterâbâdî, III, 266) ve Sîbeveyhi’ye göre (ع ح هـ) tarzındaki idgam da câizdir (el-Kitâb, IV, 449-451).

Hâ harfi Arapça’da eril / dişil üçüncü şahıs ve üçüncü şahıs mülkiyet zamirlerini oluşturur: Hû (hüve) “o (erkek)”, kitâbuhû “onun (o adamın) kitabı”; hâ (hiye) “o (kadın)”, kitâbuhâ “onun (o kadının) kitabı” gibi. Hâ ayrıca Allah adının başına geldiğinde yemin ifade eder ve elifli, elifsiz olarak dört şekilde söylenir: Hâ-Allahi (ها ألله), he-Allāhi (هألله), hâ’llāhi (هآلله), ha’llahi (هالله). Hâ Farsça’da ise çoğul son ekidir: Hâne-hâ (evler) gibi.

Ana Türkçe’de bulunmayan h sesi, İslâmiyet’in Orta Asya’ya girmesi sonucu VIII. yüzyıldan itibaren Arapça’nın etkisiyle çeşitli lehçelerde ve daha çok “ka”dan gelişerek kendini hissettirmeye başlamış ve yerine göre ħ şeklinde telaffuz edilerek هـ’nin yanı sıra خ harfiyle de yazılmıştır (kangı > hangi, kağan > hakan gibi). Bu arada Arapça’dan alınan kelimelerdeki “ĥâ”lar da hâ ve “ħâ”ya dönüşmüş (bk. HÂ; HÂ), bazı hallerde ise yazılmakla birlikte telaffuz edilmemiştir (Muĥammed > Mehmed > Memet, Aĥmed > Âmed, Maĥmûd > Mamut ve Rumeli-Batı Trakya ağızlarında görülen Hasan > Asan, Hüseyin > Üseyin gibi [bu ağızlarda kelime başlarındaki “hâ”lar da telaffuz edilmemektedir: hep > ep, haydi > aydi gibi]). Hâ harfi Farsça’da ve Osmanlıca’da kelime sonlarında a, e (ة, ه) seslerini elde etmek için de kullanılır (bk. DİA, XI, 40).


Hâ, özellikle sülüs ve nesih yazılarındaki şekli göze benzetildiğinden (bk. Baltacıoğlu, s. 150), halk arasında “gözlü ne” diye de anılır. Bu benzerlikten hareketle, hat sanatında bilhassa “âh” kelimesinin yer aldığı “âh mine’l-aşk” (آه من العشق) “âh teslîmiyyet” (آه تسليميت) gibi kompozisyonlarda hâ harfinin, istifin imkân verdiği ölçüde celî yazılarak ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Bu ibareler halk resmi karakterinde düzenlendiğinde ise “hâ”nın (هـ) gözlerinden yaş akıtılması vazgeçilmez bir unsur olarak tekrarlanır (DİA, IV, 20-21). Bu özellik, son devir Türk şiirinde ayrı bir yeri olan Âsaf Hâlet Çelebi’nin bir şiir kitabının adında (He, İstanbul 1942) ve burada yer alan aynı isimli şiirinde tekrarlanan, “He’nin iki gözü iki çeşme aaahhh” mısralarıyla edebiyata da aksetmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-‘Arab, “lŧm”, “hâǿ” md.leri; J. W. Redhouse, A Turkish and English Lexion, İstanbul 1890 → İstanbul 1978, s. 2153-2154; Ribhî Kemâl, el-MuǾcemu’l-ĥadîŝ: Ǿİbrî-ǾArabî, Beyrut 1975, s. 18; Halîl b. Ahmed, Kitâbü’l-Ĥurûf (Ŝelâŝetü kütüb fi’l-ĥurûf içinde, nşr. Ramazan Abdüttevvâb), Kahire 1402/1982, s. 46, 47; Sîbeveyhi, el-Kitâb (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1403/1983, III, 220; IV, 144, 159-166, 236, 238, 433-434, 449-451; Ebû Mishal el-A‘râbî, Kitâbü’n-Nevâdir (nşr. İzzet Hasan), Dımaşk 1380/1961, s. 28, 60, 66, 80, 97, 103, 104, 171, 297, 403; İbnü’s-Sikkît, Kitâbü’l-Ķalb ve’l-ibdâl (nşr. A. Haffner), Kahire, ts. (Mektebetü’l-Mütenebbî), s. 25-28, 32; Müberred, el-Muķteđab (nşr. M. Abdülhâliķ Adîme), Beyrut 1382/1963, I, 60, 192, 194-195, 207-209, 232-233, 241-242; II, 93, 111, 140, 241, 269; III, 152, 170; Zeccâcî, el-İbdâl ve’l-muǾāķabe ve’n-nežaǿir (nşr. İzzeddin et-Tenûhî), Dtmaşk 1381/1962, s. 29-33, 53, 101-103; Ebü’t-Tayyib el-Lugavî, Kitâbü’l-İbdâl (nşr. İzzeddin et-Tenûhî), Dımaşk 1379/1960, I, 87-89, 152, 256, 313-327, 348-352; Ebû Ali el-Fârisî, et-TaǾlîķa Ǿalâ Kitâbi Sîbeveyhi (nşr. Avd b. Hamed el-Kavzî), Kahire 1410/1990, I, 383-385; İbn Cinnî, Sırru śınâǾati’l-Ǿirab (nşr. Hasan Hindâvî), Dımaşk 1405/1985, s. 44, 46-47, 60, 64, 551-571; İbn Sînâ, Meħâricü’l-ĥurûf (nşr. Pervîz N. Hanlerî), Tahran 1333, s. 13, 25, 38, 45; İbnü’l-Bâziş, el-İķnâǾ, I, 314, 492; Ahmed b. Muhammed er-Râzî, Kitâbü’l-Ĥurûf (Ŝelâŝetü kütüb fi’l-ĥurûf içinde, nşr. Ramazan Abdüttevvâb), Kahire 1402/1982, s. 134, 137, 139, 140, 141, 143-144, 151; İbnü’l-Enbârî, el-İnśâf fî mesaǿili’l-ħilâf beyne’n-naĥviyyîne’l-Başriyyîn ve’l-Kûfiyyîn, Kahire, ts. (Dârü’l-Fikr), I, 210-221; II, 695; İbn Dürüsteveyh, Kitâbü’l-Küttâb (nşr. İbrahim es-Sâmerrâî v.dğr.), Küveyt 1397/1977, s. 85-86, 88-89; Herevî, Kitâbü’l-Üzhiyye fi’n-naĥv, Râgıb Paşa Ktp., nr. 1131/1-2, vr. 50b-52a-; Ali b. Süleyman el-Haydere, Keşfü’l-müşkil (nşr. Hâdî Atiyye Matar el-Hilâlî), Bağdad 1404/1984, II, 278-280, 356-359, 370; Ebû Amr ed-Dânî, el-İdġāmü’l-kebîr fi’l-Ķurǿân (nşr. Züheyr Zâhid), Beyrut 1414/1993, s. 50-52; İbn Yaîş, Şerĥu’l-Mufaśśal, Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), X, 2-5, 42-45, 123, 128-129, 136-137; Ebû Şâme el-Makdisî, İbrâzü’l-meǾânî min Ĥırzi’l-emânî (nşr. İbrahim Atve İvaz), Kahire 1402/1982, s. 748-752; İbn Usfûr, el-MümtiǾ fi’t-taśrîf (nşr. Fahreddin Kabâve), Beyrut 1407/1987, I, 204, 217-219, 348-351; II, 624-662, 668-669, 676, 679-682; Radî el-Esterâbâdî, Şerĥu’ş-Şâfiye (nşr. M. Nûr el-Hasan v.dğr.), Beyrut 1402/1982, II, 277, 294-301, 382-385; III, 208, 222-225, 250-251, 264-266, 276-277; Ahmed b. Abdünnûr el-Mâleķî, Raśfü’l-mebânî (nşr. Ahmed M. el-Harrât), Dımaşk 1405/1985, s. 100-101,463-468,472; Safedî, Ġavâmiđu’ś-Śıĥâh (haz. İsmail Durmuş, doçentlik takdim tezi, 1992), Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, s. 14-16, 20-21, 24-26; Zerkeşî, el-Burhân, IV, 431; İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, I, 24, 238-239; Süyûtî, el-Müzhir, I, 462, 466, 469, 472-473; II, 244-245; Zekeriyyâ el-Ensârî, el-Maķśıd li-telħîsi mâ fi’l-Mürşid (Üşmûnî, Menârü’l-hüdâ içinde), Kahire 1398/1973, s. 15-21; Desûkī, Ĥâşiye Ǿalâ Muġni’l-lebîb, Kahire 1358, II, 11-12; Naim Hâzım Onat, Arapçanın Türk Diliyle Kuruluşu, İstanbul 1944, I, 102-110, 119, 122, 125,126-127; Hüseyin Küçükkalay, Kur’ân Dili Arapça, Konya 1969, s. 234-235; İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Türk Plastik Sanatları, Ankara 1971, s. 86, 116, 150; Abbas Hasan, en-Naĥvü’l-vâfî, Kahire 1975, IV, 236, 585, 590, 591; S. Moscati, An Introduction to the Comparative Grammar of the Sernitic Languages, Wiesbaden 1980, s. 38-42; İsmail Karaçam, Kur’ân-ı Kerîm’in Faziletleri ve Okunma Kaideleri, İstanbul 1984, s. 198-208, 218, 245-249, 254, 331, 360, 374, 400-401; Gānim Kaddûrî el-Hamed, ed-Dirâsâtü’ś-śavtiyye Ǿinde Ǿulemâǿi’t-tec-vîd, Bağdad 1406/1986, s. 185-186, 192-193, 257, 326, 329; H. Fleisch, Traité de philologie arabe, Beyrut 1986, I, 36, 210, 213, 219, 224, 235-236; a.mlf., “Hāǿ”, EI² (Fr), III, 1; Hamîd S. Kanînî, MuǾcemü’l-müǿenneŝâti’s-semâǿiyye, Beyrut 1407/1987, s. 8-18, 37; Mişel Asî v.dğr., el-MuǾcemü’l-mufaśśal fi’l-luġati ve’l-edeb, Beyrut 1987, II, 1277-1278; Azîze Fevvâl Bâbestî, el-MuǾcemü’l-mufaśśal fi’n-naĥvi’l-ǾArabî, Beyrut, ts. (Dârü’l-Kütübi’l-ilmiyye), II, 1193-1194; J. Cantineau, “Esquisse d’une phonologie de l’arabe classique”, Bulletin de la société de linguistique Paris, XLIII, Paris 1946, s. 93-140; H. Baver, “Hâ”, İA, V/1, s. 1; Mustafa Uzun, “Aşk [Edebiyat, Kültür ve Sanat]”, DİA, IV, 20-21; Rekin Ertem, “Elifba”, a.e., XI, 40.

İsmail Durmuş