GURLULAR

الغوريّون

Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan’da hüküm süren bir İslâm hânedanı (1000-1215).

Herat’ın doğu ve güneydoğusunda bulunan Orta Afganistan’ın dağlık bölgesiyle Gürcistan’ın (Garşistan) güneyi, Cûzcân, Ferahrûd, Herîrûd ve Murgap nehirlerinin yöresindeki topraklara Gūr denilirdi. Burası Şensebânîler’in (Gurlular) yurdu idi. Gazneli hâkimiyeti sırasında küçük bir kabilenin reisi olan Şensebânî’nin emîrleri önce Gur toprakları üzerinde siyasî hâkimiyetlerini kurdular, daha sonra nüfuz sahalarını giderek genişlettiler ve nihayet XII. yüzyılda büyük bir güce sahip oldular.

Şensebânî hânedanının ilk dönem tarihi, efsaneler içinde kaybolmuştur. O bölgede yaşamış bir tarihçi olan Minhâc-ı Sirâc Cûzcânî, Gıyâseddin Muhammed b. Sâm’ın saray şairi Fahreddin Mübârek Şah Merverrûzî tarafından yazılan manzum Nisâbnâme’ye dayanarak Şensebânîler’in İran’ın efsanevî ve zalim kralı Dahhâk’in soyundan geldiğini, Dahhâk’in Arap menşeli olduğunu ve bundan dolayı Arap olmayan bölgelerde torunlarının Tâzî (Tâzikler) olarak bilindiğini kaydeder. Dahhâk’in hâkimiyetine daha sonra İran’da krallık makamına geçecek olan Ferîdun tarafından son verilmesi üzerine torunları, zaman içinde gittikçe çoğaldıkları Gur’un erişilmez dağlık bölgelerine sığındılar. Cûzcânî bunların Hz. Ali zamanında müslüman olduklarını söyler.

Utbî ve Beyhakī’ye göre Gur halkı genel olarak hak dinlerine inanmaktaydılar. Bununla beraber Herîrûd’un yukarı kısmındaki Âhengerân’ın reisi olan


Muhammed b. Sûrî gibi Gur’un sınır bölgelerindeki birkaç kabile reisinin müslüman olduğu bilinmektedir. Bunlar Gazneli topraklarına yağma maksadıyla akınlar düzenleyip ticarî kervanların yolunu kesince Mahmûd-ı Gaznevî onları cezalandırmak için bir sefer düzenledi. Muhammed b. Sûrî yenilgiye uğratıldı ve esir alındı (1010). En büyük oğlu Ebû Ali onun yerine reis yapıldı. Herat valisi olan Şehzade Mesud da Curvas’ın isyan eden Şîsânî reisini cezalandırmak için bir sefer düzenledi (1020). Âsileri yenilgiye uğratan Mesud fethedilen bölgeyi muhtemelen Ebû Ali Şensebânîye bırakmıştır. Ebû Ali’nin kontrolü altında bulunan bölgelerde cami ve medreseler inşa ettirdiği, din adamları ve âlimleri koruduğu, din ve eğitim kurumlarının bakımı için pek çok vakıf kurduğu söylenir. Ebû Ali daha sonra yeğeni Abbas tarafından yönetimden uzaklaştırıldı.

Abbas’ın Gur’da idareyi ele geçirdiği tarih bilinmemekteyse de Gazneli İbrâhim’in saltanatı döneminde (1059-1099) meydana geldiğine göre bu olayın V. (XI.) yüzyılın ortalarında gerçekleştiği düşünülebilir. Cûzcânînin verdiği bilgiden o dönemde Şensebânî şehzadelerinin, tâbi oldukları Gazneli ve Selçuklu sultanlarının ilgi duydukları ilimleri öğrenmeye gayret ettikleri anlaşılmaktadır.

Gurlu kabile reisleri ve soylular Abbas’ın idaresinden memnun değillerdi. Sultan İbrâhim de Abbas’ın ödemesi gereken haracı göndermemesi üzerine ona karşı bir sefer düzenledi ve Abbas’ın iyi vasıflarıyla bilinen oğlu Emîr Muhammed’i Gurlular’ın idaresiyle görevlendirdi (458/1066). Emîr Muhammed Gazne sarayı ile dostane ilişkilerini devam ettirdi. Emîr Muhammed’in ölümünden sonra yönetimi Kutbüddin Hasan devraldı (492/1099). Kendisinin “melik” unvanını benimsemesi, siyasî olarak parçalanmış olan Gur topraklarını idaresi altında birleştirdiğini gösterir. Gur’daki âsi kabile reisleriyle savaşarak onların direnişlerini kırmış ve isyanlarını bastırmıştır. Kutbüddin Hasan’ın ölümünün (493/1100) ardından Gur ordusu âsileri yenilgiye uğratıp tamamen yok etti. Kutbüddin Hasan’ın yerine oğlu Melik İzeddin Hüseyin geçti (493/1100).

Kültüre değer veren Melik İzzeddin Hüseyin din adamlarını, âlimleri ve kabiliyetli kimseleri himaye etti. Oğullarından yedisinin ilim tahsil etmesini, ikisininde savaş ve devlet idaresi sanatlarını öğrenmesini sağladı. Bütün Gur ülkesinde hâkimiyeti elinde bulundurmakla birlikte güçlü komşuları olan Selçuklu İmparatorluğu ve Gazneli’lerle silâhlı bir çatışmaya girmekten kaçındı. Her iki devlete de yıllık haraç karşılığı olmak üzere hediyeler gönderdi. Bu hediyeler arasında zırhlar, miğferler, ve arslanları andıran meşhur köpeklerin bulunduğu kaydedilir. Melik İzzeddin Hüseyin ve halefi Seyfeddin Sûrî, Gazne Sultanı Behram Şah’ı yenerek “sultan” unvanını aldılar (1148). Bundan sonra Şensebânî idarecileri bu unvanı benimsediler ve yeni fetihlerle topraklarını genişlettiler. Fîrûzkûh şehri Seyfeddin Sûrî zamanında (1146-1149) kardeşleri Kutbüddin Muhammed ve Bahâeddin Sâm tarafından kuruldu. Seyfeddin Sûrînin Gazne tahtını ele geçirmesi üzerine (1148) kardeşi ve halefi Bahâeddin Sâm, başşehri Herat-Gazne arasındaki Estiyâ’dan Fîrûzkûh’a taşıdı. Sultan Bahâeddin aynı zamanda yaptırdığı diğer dört müstahkem kale ile de ün kazanmıştır.

Onun ölümünden (1149) sonra tahta geçen ve Şensebânî hânedanına gerçek şöhretini kazandıran Alâeddin Hüseyin Cihânsûz, ileri görüşlü ve ihtiras sahibi bir kimse olarak yayılmacı bir politika güttü ve başarılı oldu. Cihânsûz’un ölümü (1161) üzerine yerine oğlu Seyfeddin Hüseyin geçti.

Sultan Seyfeddin Hüseyin adaletli ve yardımsever bir Sünnî müslümandı. Babasının zulmüne uğrayan kişilere yardım etti. Ülkesindeki İsmâilî dâîleri ortadan kaldırdı ve Sünnî liderleri destekledi. Fakat hükümdarlığı kısa sürdü. Oğuzlar’a karşı 1163 yılında başlattığı bir sefer sırasında Sipehsâlâr vermiş Şîsânî’nin küçük kardeşi Ebü’l-Abbas tarafından öldürüldü. Vermiş Şîsânî de daha önce Sultan Seyfeddin tarafından öldürülmüştü. Seyfeddin Hüseyin’in ölümü üzerine Oğuz Türkleri Gurlu ordusunu bozguna uğrattı.

Sipehsâlâr Ebü’l-Abbas savaştan sonra Garcistan’a gitti, Burada Sultan Bahâeddin Sâm’ın oğlu Gıyâseddin Muhammed’i tahta geçirdi ve onu Fîrûzkûh’a götürdü. Kısa bir süre sonra Bâmiyân’da amcasıyla birlikte kalan küçük kardeşi Şehâbeddin de (daha sonra Sultan Muizzüddin Muhammed) yeni sultana katıldı. Sultana annesi tarafından akraba olen Ebü’l-Abbas onlardan ülkeyi tavsiyelerine uygun olarak yönetmelerini bekledi, ancak bu gerçekleşmedi. Bunun üzerine onların aleyhine amcaları Bâmiyân hâkimi Fahreddin Mesud ile iş birliğine girdi. Fakat Gıyâseddin Ebü’l-Abbas’ı öldürterek bu gaileden kurtuldu. Cûzcânî, Sultan Gıyâseddin Muhammed ve kardeşinin Ebü’l-Abbas’a karşı Sultan Seyfeddin Hüseyin’in öldürülmesinden dolayı kin beslediklerini ve sarayı ziyareti sırasında onu öldürmeleri için Türk muhafızlarına emir verdiklerini söyler; Muhammed Avfî de bu emrin yerine getirildiğini kaydeder. Gıyâseddin Muhammed ve kardeşi daha sonra da amcalarına karşı harekete geçtiler. Yeğenlerine mukavemet edemeyeceğini anlayan Fahreddin Mesud onlarla anlaşarak Bâmiyân’a döndü ve çok geçmeden öldü. Yerine geçen oğlu Şemseddin Sultan Gıyâseddin tarafından da tanındı ve sadakatinden dolayı kendisine sultan unvanı verildi.

Sultan Gıyâseddin’in hükümdarlığı zamanında (1163-1202) Gurlu hâkimiyeti zirveye ulaştı. Sultan önce Germsîr ve Zemindâver bölgelerini fethederek topraklarına kattı. Daha sonra Selçuklu hânedanına mensup Bahâeddin Tuğrul’un idaresinden memnun olmayan halkın daveti üzerine Herafa göneldi ve burayı da ele geçirdi. Herattan sonra Kades, Kelîvân ve Seyfrûd bölgelerini zaptetti. Ayrıca bütün Gürcistan bölgesini ve Tâlekān’ı da hâkimiyeti altına aldı. Sultan Gıyâseddin Cerum ve Tekinâbâd’ın idaresini kardeşi Muizzüddin Muhammed’e verdi. Mahallî reislerin kendisinin hâkimiyetini tanıdığı Sicistan’dan (Sistan) döndükten sonra süvarilerine Gazne bölgesindeki Oğuz Türkleri’ne saldırıp şehri yağmalamaları için yetki verdi. Daha sonra


Gur’un ve Horasan’ın çeşitli bölgelerinden gelen orduları topladı ve 1173’te Gazne’yi aldıktan sonra buranın idaresini sultan unvanını verdiği kardeşi Muizzüddin Muhammed’e bıraktı.

Sultan Muizzüddin Gazne’de, sadece idaresi altındaki halkın durumunu iyileştirmek için kardeşiyle rekabete girmekle kalmadı, aynı zamanda Hindistan’ın zengin bölgelerini fethetmek suretiyle de büyük bir başarı kazandı. Onun Hindistan’da fethettiği yerlerden elde ettiği ganimetle her iki kardeş güçlerini arttırdılar, şehirlerini ekonomik ve kültürel bakımdan geliştirdiler. Gazne bir kültür ve eğitim merkezi olarak yeniden canlandı.

Fahr-i Müdebbir olarak tanınan çağdaş müellif Muhammed b. Mansûr, Gazne şehrini Oğuzlar’ın tahribatından kurtaran Sultan Muizzüddin Muhammed’in aynı zamanda Karmatîler’in tehdidine karşı halkın hayatını ve mallarını da emniyet altına aldığını belirtir. Güvenliğin sağlanması ile ticaret ve alışveriş canlandı, bölgede yaşayan halkın refah seviyesi yükseldi. İlim adamları ve sanatkârlar himaye edildi. Sultan Muizzüddin, önce Mültan ve Yukarı Sind Karmatî Krallığı’nın topraklarını ele geçirdi (571/1175-76), daha sonra Sind çölü üzerinden Gucerât Hindû Krallığı’nın topraklarına girdi ; ancak burada yenildi ve geri püskürtüldü (574/1178-79). Bu yenilgi, onun Hindistan’ın fethiyle ilgili harekât planını değiştirmesine sebep oldu. Stratejik bakımdan Lahor’un Gazneliler için daha iyi bir üs olacağına inandığından 1178-1180’de Peşâver’i zaptetti ve buradan Lahor üzerine yürüdüyse de Lahor şehri kuvvetli bir şekilde tahkim edildiği için başarı sağlayamadan geri dönmek zorunda kaldı (576/1180-81). Karmatîler’in Mültan ve Yukarı Sind’den Aşağı Sind’e kaçmaları ve bölgedeki Gurlu subaylarına karşı bir tehdit unsuru oluşturmaları üzerine Sultan Muizzüddin Lahor’un fethinden önce onların gücünü kırmaya karar verdi. 1182’de Sind’e girdi. Debul Limanı dahil bütün Aşağı Sind bölgesi Karmatîler’den temizlendi. Daha sonra sultan zengin ganimetlerle Gazne’ye döndü. Son Gazneli hükümdarı Hüsrev Melik 1186’ya kadar Muizzüddin’e karşı Lahor’u savundu. Askerî güçle Lahor’u ele geçiremeyen Muizzüddin Muhammed şehri zaptetmek için hileye başvurdu. Gazne’de rehin bırakılmış olan Hüsrev Melik’in oğlu Melikşah’ı dostluk mesajıyla birlikte Lahor’a gönderdi. Oğlunun serbest bırakıldığını haber alan Hüsrev Melik sevinç içinde zamanını eğlence ile geçirmeye başladı. Ancak Sultan Muizzüddin Melikşah’tan daha önce geceleyin Lahor’a vardı. Bunun üzerine Hüsrev Melik metanetini kaybederek teslim oldu ve Garcistan’a gönderildi; 1192 yılında da oğlu Melikşah’la birlikte öldürüldü. Lahor’un zaptı Gurlular’ın Hindistan’ın kuzeyine de yayılmasını sağladı.

1190’da Tabarhinda Kalesi’nin Sultan Muizzüddin tarafından zaptedilmesi üzerine Ecmîr Hükümdarı Prithivi Raj büyük bir orduyla harekete geçti ve Tabarhinda Kalesi’ni kuşattı. Sultanın tayin ettiği Melik Ziyâeddin Tülekî kaleyi cesaretle savundu. 1191’de Tarain ovasında iki ordu arasında şiddetli bir muharebe oldu. Muizzüddin’in orduşundaki subaylar kaçmaya başlayınca sultan ordunun merkezini bizzat idare etmeye başladı ve büyük bir cesaret gösterdi; ancak yaralanarak geri çekilmek zorunda kaldı. Gazne’ye dönünce ordusunu yeniden düzenleyen Sultan Muizzüddin hazırlıklarını tamamladıktan sonra 1192 yılında tekrar Prithivi Raj’a karşı savaşmaya başladı. Bu defa farklı bir taktik uyguladı. Yapılan savaşta Prithivi Raj mağlûp oldu ve yakalanarak öldürüldü. Bu zaferle Gurlular siyasî hâkimiyetlerini Sind’den Bengal körfezine kadar yaydılar.

Gurlular’ın şöhretinin artması üzerine Abbâsî halifesiyle Sultan Gıyâseddin Muhammed arasında diplomatik ilişkiler kuruldu. Abbâsî halifesi hâlâ Sünnî müslümanlar nezdinde büyük bir itibara sahipti ve bütün İslâm dünyasının meşrû lideri olarak görülüyordu. Bir ülkedeki sultana yetki vermesi ve onu tanıması sultanın idaresini meşrûlaştırıyordu. Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkılmasından ve Gazneli hânedanının ortadan kalkmasından sonra Orta Asya ve Horasan’da hükümdarlığının tasdik edilmesi için halifeye başvuran yegâne kişi Gıyâseddin Muhammed oldu.

Sultan Alâeddin Tekiş’in 1200 yılında ölümü üzerine Gurlular Hârizmşahlar’a karşı savaş açtılar ve Nîşâbur’u kolaylıkla ele geçirdiler. Ertesi yıl Mervüşşahcân’ı, ardından Serah bölgesini zaptettiler. Böylece bütün Horasan Gurlular’ın kontrolü altına girdi. Sultan Alâeddin Muhammed Hârizmşah, Horasan kendisine verildiği takdirde idaresi altında bulunan bölgeleri Gurlular’ın bir vassâli olarak idare etmek istediğini belirtti. Fakat bu isteği reddedildi.

Muizzüddin, kardeşi Sultan Gıyâseddin’in ölüm haberini alınca Herat’a döndü. Hânedanın lideri olarak hâkimiyeti altındaki toprakları akrabaları ve yaşlı aristokratlar arasında paylaştırdı. Ferah ve İsfizâr vilâyetleriyle Büst şehrini Gıyâseddin Muhammed’in oğlu Gıyâseddin Mahmûd’a, Gur bölgesiyle Germsîr ve Zemindâver vilâyetlerini ve Fîrûzkûh’u Gıyâseddin’in damadı Melik Ziyâeddin Muhammed’e, sultanın kız kardeşinin oğlu Nasîrüddin Alp Gazi’ye de Herat ve ona bağlı yerlerin idaresini verdi. Daha sonra da kendisi Gurlu asillerle birlikte Gazne şehrine gitti.

Hârizmşah Alâeddin Muhammed’in Horasan’daki Gurlular’a karşı savaş açması üzerine Sultan Muizzüddin Hârizm’i zaptetmeye karar verdi. Hindistan’dan gelen savaş filleriyle desteklenen, bizzat başında bulunduğu kuvvetli bir orduyla harekete geçti. Yapılan savaşta Hârizmşah yenildi ve geri püskürtüldü. Hârizm civarına ulaşan Sultan Muizzüddin Karasu Kanalı’nın kıyısında ordugâh kurdu. Erzak azalınca da Belh’e çekilmeye karar verdi. Fakat Hârizmşah’a yardım etmek için Semerkant hanı ile birlikte Ceyhun nehri kıyısına ulaşan büyük bir Karahitay ordusu Gurlular’ın yolunu kesti. Sâlâr Hüseyin Harmîl kumandasındaki Gurlu öncü kuvvetleri gayri müslim Karahıtaylar karşısında başarı sağlayamadı ve geri çekildi. Ertesi gün Karahıtaylar tekrar göründüler. Askerlerinin bir kısmı kaçmış veya öldürülmüş olan Sultan Muizzüddin birkaç yüz askeriyle kaldı ve Endhûd Kalesi’ne sığındı. Karahıtaylar’ın müttefiki olan Semerkant’ın müslüman hükümdarı Osman ve Türkistanlı müslüman asiller barış için araya girdiler. Bunun üzerine Karahıtaylar’ın reisi hazineler ve filler karşılığında barış yapmaya razı oldu. Sultan Muizzüddin 1204 yılında Gazne’ye döndü. Daha sonra Kuzeybatı Pencap’taki Hokar reisinin isyan ederek Lahor ile Gazne arasındaki yolu kapatması üzerine Pencap’ta Hokarlar’ın üzerine yürüdü ve onları yendi. Liderlerinin müslüman olması üzerine de âsileri affetti. Sultan Muizzüddin geri dönerken İndus nehri kıyısında Demyek’te kurulan ordugâhta namaz kıldığı sırada bir İsmâilî fedaisi tarafından öldürüldü (602/1206).

Sultan Muizzüddin’in öldürülmesi Şensebânî hânedanının tarihinde bir dönüm noktası teşkil etti. Şensebânî prensleri arasındaki birlik bozuldu. Hârizmşah


Alâeddin Muhammed iç çekişmelerden faydalanarak bütün Horasan’ı kontrolü altına aldığı gibi Gazne ve çevresindeki bölgelerde bulunan Gurlu idarecileri de tesirsiz hale getirmeye çalıştı. Sultan Muizzüddin’in ölümünün ardından on yıl içinde Gurlu İmparatorluğu’nun İndus nehrine kadar varan bölgeleri Hârizmşahlar’ın. Kuzey Hindistan ise Kutbüddin Aybeg’in hâkimiyeti altına girdi.

Gurlular idarî sistemde Gazneliler ve Selçuklular’ı örnek aldılar. Bu hânedanda da sultan mutlak hâkim olup idarenin başında bulunuyordu. Gurlular’da tahta geçişi düzenleyen bir kural bulunmamakla beraber daha büyük olan evlât hükümdar olurdu. Bunun yaşı küçükse hükümdarın kardeşleri veya yeğenlerinden biri yerine geçerdi. Gurlu hükümdarlarından sekizi babalarına halef oldu. Üçü kardeşlerinin, ikisi amcalarının yerine, biri de yeğeninden sonra tahta çıktı. Sultanın yanında en yetkili kişi vezirdi ve idarenin yürütülmesinden sorumlu idi. Gurlular’ın en geniş topraklara sahip olduğu dönemde ülke on idarî bölgeye ayrılmıştı (Gur ve Garcistan, Bâmiyân, Belh, Büst, Horasan, Gazne, Kabiâ, Kirman, Lahor [Sind ve Pencap dahil] ve Delhi merkez olmak üzere Hindistan). Devlet işleri Dîvân-ı Vezâret, Dîvân-ı Vekîl-i Der, Dîvân-ı İnşâ, Dîvân-ı Berîd, Dîvân-ı Kazâ ve Dîvân-ı Arz tarafından yürütülüyordu. Saraydaki en yetkili kişi emîr-i der (vekîl-i der) olup onun emrinde emîr-i hâcib, çetrdâr, emîr-i şikâr, emîr-i meclis, çaşnigîr, sâkī-i hâs, devâtdâr, hazinedar ve ferrâş gibi kişiler görev yapmaktaydı.

Devletin başlıca gelir kaynakları haraç, ganimet, ihraç edilen mallardan alınan vergiler, tâbi devletlerin ödediği vergiler, çeşitli hükümdar ve eyalet valileri tarafından gönderilen hediyelerden oluşuyordu.

Çeşitli kabilelerin kalelerde garnizonları vardı. Ordu süvari ve piyade birliklerinden oluşur, piyadeler daha çok savunma savaşlarında görev alırdı. Ayrıca savaşlarda fillerin kullanıldığı görülmektedir. Özellikle gayri müslim Karahıtaylar’a karşı düzenlenen seferlere çok sayıda gönüllü (mütavviûn) katılır, savaş zamanlarında tâbi devletlerin orduları da sipehsâlârın emrine girerdi. Ordunun bütün masrafları Dîvân-ı Arz tarafından karşılanırdı. Sipehsâlâr bu divanın başkanı olan ârıza karşı sorumlu idi. Gıyâseddin ve Muizzüddin devirlerinde Merv, Herat, Serahs, Tâlekān, Nîşâbur ve Tûs’ta inşa edilen kalelerde askerî birlikler yetiştirilirdi. Muizzüddin devrinde savaşan birliklerin sayısı 120.000 kişiye ulaşmıştı.

İslâm öncesi dönemde Gur bölgesinin birbirine düşman olan çeşitli kabileler arasında paylaşıldığı anlaşılmaktadır. Putperest olan bu kabileler Farsça’nın farklı lehçelerini konuşuyorlardı. Komşu bölgelerin Araplar tarafından fethedilmesi üzerine İslâmiyet Gur sınırları içinde yayılmaya başladı. İslâmiyet’in en geç yayıldığı bölgelerden biri de Gur topraklarıydı. Bununla beraber XI. yüzyıla doğru halkın büyük bir bölümü Müslümanlığı kabul etmişti. Fakat İslâm dini hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları için Ebû Abdullah Muhammed b. Kerrâm en-Nîşâbûrî tarafından kurulan Kerrâmiyye mezhebini benimsemişlerdi. Kerrâmiyye mensupları hem Sünnîler’i hem de Şiîler’i itham ederek Horasan, Garcistan ve Gur’da kendi fikirlerini yaydılar. Kerrâmîler zâhidliğe önem verdikleri için, daha sonra Horasan ve çevresinde onların yerine geçen Sünnî sofilerin ilk temsilcileri sayıldılar.

Birçok Sensebânî prensi gibi Sultan Gıyâseddin Muhammed ve Sultan Muizzüddin kardeşler de başlangıçta Kerrâmiyye mezhebine mensuptular. Ancak daha sonra bu mezhepten ayrıldılar. Sultan Gıyâseddin Sâfiî mezhebinin öğretilerinden etkilenerek bu mezhebe girdi. Sultan Muizzüddin de Hanefî oldu. Gıyâseddin’in Şafiî mezhebine girmesi üzerine Kerrâmiyye mezhebi ulemâsının lideri İmam Sadreddin Ali Heysem Nîşâbûrî sultanı hicveden bir şiir yazdı. Sultan bundan memnun olmamakla beraber onu cezalandırmadı. Sultan Gıyâseddin, farklı mezheplere ve dinlere mensup kişilere müsamaha gösterdiği için Cûzcânî tarafından da övgüyle anılmaktadır. Alâeddin Hüseyin zamanında İsmâilî dâîler Gur’da fikirlerini yaymaya başladılar. Fakat onun oğlu ve halefi Seyfeddin Hüseyin İsmâilîler’e büyük tepki gösterdi ve bu bölgede faaliyette bulunan dâîler öldürüldü. Gurlular Horasan ve Gazne’ye de hâkim olunca devrin meşhur âlimleri Gurlu sarayında toplanmaya başladılar. Sultan Gıyâseddin Şafiî mezhebine intisap edince bu mezhep daha fazla itibar gördü. Bununla beraber Gurlular’ın hakimiyetindeki topraklarda İsmâilîler, Şiîler, Hâricîler, Hindûlar, Budistler, hıristiyanlar ve yahudiler de vardı.

Gıyâseddin ülkenin hemen her tarafında medreseler ve hankahlar yaptırdı. Horasan ve Mâverâünnehir’deki ilim adamlarını sarayına davet etti ve onları himayesine aldı. Bu sayede Fîrûzkûh bir ilim ve kültür merkezi haline geldi. Kültür faaliyetleri Bağdat’tan Herat’a kaydı. XII. yüzyıl sonunda dinî ve gayri dinî ilimlerin okutulduğu Herat medreseleri meşhur oldu. Ünlü düşünür Fahreddin er-Râzî, Alamut İsmâilîleri’nin şerrinden kaçıp Sultan Gıyâseddin’in sarayına sığındı ve orada büyük bir şöhrete kavuştu. Sultan, Herat Camii yakınında Fahreddin er-Râzî için bir medrese yaptırdı. Pek çok âlim onun etrafında toplandı. Râzî, Risâle-i Bahâǿiyye adlı eserini Gurlu Meliki Bahâeddin Sâm’a takdim etti; meşhur eseri et-Tefsîrü’l-kebîr’i (Mefâtîĥu’l-ġayb) Gıyâseddin döneminde yazdı. Fahreddin Mübârek Şah da bu devrin meşhur müelliflerindendi. Kendisi de iyi bir hattat olan Gıyâseddin bu sanata yakın ilgi gösterdi. Ferîd Kâfî, Şehâbeddin ve Fahrülküttâb dönemin meşhur hattatlarındandır. Tâcülküttâb Serahsî de Gıyâseddin devrinde Gazne sarayında meşhur oldu. Herat hat ekolü XII. yüzyılda en parlak dönemini idrak etti.

Gurlu sultanları şairleri de saraylarına çağırıp himaye etmişlerdir. Ziyâeddin Herevî, Tâceddin Timrânşah, Hakîm Muhammed b. Ömer el-Ferkadî, Ferîdüddin Mahmûd el-Herevî, Zeynüddin es-Siczî, Ebû Bekir b. Ömer et-Tirmizî Gurlular döneminde yaşayan başlıca şairlerdir.

Sultan Gıyâseddin sûfîlere çeşitli ihsanlarda bulunmuş, onlar için ribât ve hankahlar tesis etmiştir. Herat’ta yaptırdığı meşhur ribâta Şeyh Şemseddin Muhammed el-Kirmânî’yi yerleştirmişti. Şeyh Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın torunu Muhammed b. Münevver de Esrârü’t-tevĥîd fî maķāmâti Şeyħ Ebi’s-SaǾîd adlı eserini Gıyâseddin Muhammed’e ithaf etmiştir.

Şensebânî hükümdarları Gur’da ve fethettikleri topraklarda şehirler kurarak, kaleler inşa ederek komşu imparatorlukların sultanlarıyla rekabet ettiler. Gıyâseddin Muhammed sanat ve kültürde güçlü Orta Asya ve İran hükümdarlarını geçmeye çalıştı. İmparatorluğunun değişik bölgelerinde saraylar, köşkler ve bahçeler yaptırdı. Zemindâver’i kış mevsimi, Fîrûzkûh’u da yaz mevsimi için hükümet merkezi olarak seçmişti. Zemindâver yakınlarında içerisinde köşkler bulunan, Bâğ-ı İrem adını verdiği bir bahçesi vardı. Cûzcânî’ye göre dünyadaki hiçbir bahçe bununla mukayese edilemezdi.


1193’te Kutbüddin Aybeg’in Delhi’de yaptırdığı Kutub Minâr’ın benzeri olan Cem’deki yüksek minare Sultan Gıyâseddin’in âbidesi olarak hâlâ ayakta durmaktadır.

Sultan Muizzüddin ağabeyinden daha dindardı; büyük medreseler, hastahaneler ve ribâtlar inşa ettirerek Gazne’yi eski şöhretine kavuşturmuştu. Onun cömertliği ve halkın refahıyla yakından ilgilenmesi Hindistan’daki Türk sultanlarına ilham kaynağı olmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Târîħ-i Sîstân (nşr. Bahâr), Tahran 1314 hş., s. 24, 27-28, 177, 206, 339, 358-359, 365, 388, 392, 395, 400-401, 412; Utbî, Târîħ-i Yemînî, Lahore 1300, s. 241 vd.; a.e. (trc. Ebü’ş-Şerîf el-Cerbezekānî, nşr. Ca’fer-i Şiâr), Tahran 1345, s. 312-313; Ebü’l-Fazl Beyhâkī, Târîħ-i Âl-i Sebüktegin, Tahran 1324, s. 114-115; Fahreddin Mübârekşah, Muķaddime-i Şecere-i Ensâb: Tarikh-i Fakhr ‘Uddin Mubarak Shah Marvaridi (nşr. E. Denison Ross), London 1927, s. 19-22; a.mlf., Âdâbü’l-ĥarb ve’ş-şücâǾa (nşr. Ahmed Süheyl Hânderî), Tahran 1346, s. 273, 437-438; Nizâmî-i Arûzî, Çehâr Maķāle (nşr. Mirza Muhammed Kazvînî), London 1910, s. 91, 93, 156-158, 192, 229, ayrıca bk. İndeks; Sem‘ânî, el-Ensâb, IX, 190-191; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân, IV, 218; Nesevî, Sîretü’s-sulŧân Celâliddîn Mengübirtî (nşr. A. Hamdî), Kahire 1953; Avfî, CevâmiǾu’l-ĥikâyât (nşr. Muhammed Nizâmeddin), Haydarâbâd 1966, I/2, s. 467-468; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, bk. İndeks; Cûzcânî, Ŧabaķāt-ı Nâśırî, Kâbil 1963, I, 318-319, 330-333, 334, 335-336, 394-395; II, 135; Cüveynî, Târîh-i Cihângüşâ (Öztürk), II, 17, 19, 22, 37-44, 47-48, 51, 68-69, 111, 160-161, ayrıca bk. İndeks; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XXVI, 87-122; Hasan Nizâmî, Tâcü’l-mesîr, London British Library, nr. Add. 7623, vr. 43b, 44a-45a, 51a; Abdülkādir el-Bedâûnî, Muntaқћabu’t-Tawārīқћ (trc. G. S. A. Ranking), Delhi 1986, I, 62-66, 68, 70, 73, 77, 228; Bahâeddin M. Müeyyed el-Bağdâdî, et-Tevessül ile’t-teressül, Tahran 1315, s. 145, 153, 156, 161, 198, 312; G. Le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Cambridge 1905; W. Barthold, Turkestan Down to the Mongol Invasion, London 1928, bk. İndeks; Muhammad Abdul Ghafur, The Gōrids, History, Culture and Administration (doktora tezi, 1961), Hamburg Universitäts-Bibliothek, nr. D 177; Muhammed Nazım, The Life and Times of Sultan Mahmud of Ghazna, New Delhi 1971, s. 78; C. E. Bosworth, The Later Ghaznavids: Splandour and Decay, New York 1977, s. 111-131; a.mlf., “The Rise of the Karamiyya in Khurasan”, MW, L/1 (1960), s. 5-14; a.mlf., “The Early Islamic History of Ghur”, CAJ, VI (1961), s. 116-133; a.mlf., “Җћūrids”, El2 (İng.), II, 1099-1104; a.mlf., “ǾAlāǿ-al-Dīn”, Elr., I, 777; a.mlf., “ǾAlāǿ-al-Dīn Atsız”, a.e., I, 777-778; a.mlf., “ǾAlāǿ-al-Dīn Ĥosayn”, a.e., I, 778-779; Ghulam Rabbani Aziz, A Short History of the Khwarazmshahs, Karachi 1978, bk. İndeks; Muhammed Habîb, Collected Works of Mohammad Habib, New Delhi 1981, II, 140; History of India, III, 36-62; Gulam Mustafa Khan, “A History of Sultan Bahram Shah of Ghaznin”, IC, XXIII (1949), s. 200-217; Janine Sourdel-Thomine, “L’Art Ġūrīde d’Afghanistan A Propos d’un Livre Récent”, Arabica, VII, Leiden 1960, s. 273-280; T. W. Haig, “Muĥammad b. Sām”, El2 (İng.), VII, 409-410.

Iqtıdar Husaın Sıddıquı