GUCDÜVÂNİ, Abdülhâlik

عبد الخالق غجدوانى

(ö.575/1179 veya 617/1220)

Orta Asya sûfîliğinin gelişmesinde büyük rol oynayan Hâcegân silsilesinin kurucusu.

Buhara’ya yaklaşık 30 km. uzaklıktaki Gucdüvân köyünde (bugünkü telaffuzu Gicdüvân) doğdu. Risâle-i Śâĥibiyye adlı eserinde (s. 95-96) anlattığına göre


babası, İmam Mâlik neslinden, zâhirî ve bâtınî ilimlere vâkıf bir âlim olan Malatyalı Abdülcemil İmam’dır. Düşmanları tarafından şehirden çıkarılan Malatya sultanının tahtına dönmesini sağlayan Abdülcemil, 113 yaşında olmasına rağmen mükâfat olarak sultanın kızıyla evlendirilir. Bu arada Hızır, Abdülcemil’e bu evlilikten bir erkek çocuğunun doğacağı müjdesini verir ve adını Abdülhâliķ koymasını ister. Gucdüvânî, sebebini açıklamadığı bir husustan dolayı bir müddet sonra babasının Malatya’dan ayrılmak mecburiyetinde kaldığını ve Buhara’ya giderek Gucdüvân köyüne yerleştiğini, kendisinin burada dünyaya geldiğini kaydeder.

Yetişme çağında tahsil için Buhara’ya giden Abdülhâliķ, şehrin önde gelen âlimlerinden İmam Sadreddin’in yanında tefsir okurken, “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilin ki O haddi aşanları sevmez” (el-A‘râf 7/55) meâlindeki âyetin yorumu sırasında buradaki “gizlilik”le ilgili bir tereddüdünü ifade eder. Şöyle ki: Eğer zâkir yüksek sesle zikreder veya zikir esnasında organlarını hareket ettirirse dua veya zikirden başkaları haberdar olur. Öte yandan sırf kalbiyle zikrederse bundan şeytan haberdar olur. Çünkü hadiste bildirildiğine göre şeytan insanoğlunun içinde damarlarındaki kan gibi akıp durmaktadır (Buhârî, “Aĥkâm”, 21). Gucdüvânî, bu durum karşısında âyetteki duayı gizlice yapma emrinin nasıl yerine getirileceğini, diğer bir ifadeyle zikr-i hafînin nasıl uygulanacağını sorunca hocası Sadreddin, ilm-i ledünne ait olan bu meseleyi ileride ehlullahtan bir zatın kendisine öğreteceğini söyler. Nitekim kısa bir müddet sonra, Gucdüvânî’nin Hâce Hızır diye andığı, doğumundan önce de kendisiyle ilgilenen Hızır gelerek ondan havuza dalmasını, suyun altında iken kelime-i şehâdeti tekrarlamasını ister ve ona zikr-i hafînin usulünü telkin eder. Aynı zamanda zikrin sayılarak yapılacağını belirten Hâce Hızır, böylece bütün Hâcegân’ın ve onlardan sonra Nakşibendîler’in benimsedikleri “vukūf-ı adedî” prensibini de ortaya koymuş olur (Reşehât Tercümesi, s. 30). Harîrîzâde, Gucdüvânî’nin suyun altında iken yaptığı zikir sırasında kendisinde “el-cezbetü’l-kayyûmiyye” denilen çok kuvvetli bir cezbe hâsıl olduğunu kaydeder (Tibyân, I, vr. 378b).

Gucdüvânî, yine kendi ifadesine göre, yirmi iki yaşına kadar onu mânevî evlât edinen Hâce Hızır’ın terbiyesi altında kaldıktan sonra Buhara’ya gelen meşhur fakih ve mutasavvıf Yûsuf el-Hemedânî’nin (ö. 535/1140) müridleri arasına katıldı. Bazı kaynaklara göre Hemedânî Buhara’ya değil Semerkant’a gelmiş ve Gucdüvânî ona burada intisap etmiştir. Hemedânî’nin zikirde takip ettiği yol “alâniyye” (cehrî) iken Gucdüvânî’nin Hâce Hızır’dan öğrendiği zikr-i hafîye devam etmesine izin vermiş, Hâce Hızır da Gucdüvânî’nin manevî terbiyesinin tamamlanmasını Hemedânî’ye havale ederek aradan çekilmiştir. Bundan dolayı Hâce Hızır’ı Gucdüvânî’nin “pîr-i sebak”ı (zikir telkin eden pîri) ve “pîr-i irâdet”i (sülüke başlatan pîri), Hemedânî’yi de sadece onun sohbet pîri saymak gerekir (Lâmiî, s. 411). Ancak Gucdüvânî’ye bir hırka verdiği için silsilede onun asıl mürşidi olarak Hemedânî yer almaktadır. Hemedânî Buhara’dan (veya Semerkant) ayrılıncaya kadar onun yanında kalan Gucdüvânî daha sonra memleketine döndü. Burada “sohbetine lâyık” bir kimse bulamayınca (Fazlullah b. Rûzbihân, vr. 86a) inzivaya çekilip riyâzet ve mücâhede dünyasına daldı. İnzivâ müddeti boyunca gösterdiği bazı kerâmetler sayesinde (vakit namazlarını kılmak için Mekke’ye gidip gelmek gibi) uzak yerlerde de meşhur oldu. Öyle ki Şam’da onun adına bir hankah kuruldu. Burada oturan müridleri kendisini ziyaret etmek için Gucdüvân’a gelmeye başladılar (Câmî, s. 384).

Hemedânî’nin bıraktığı halifelerin üçüncüsü olan Ahmed Yesevî, Türkistan’da İslâmiyet’i yaymak için Buhara’dan ayrıldığı zaman Gucdüvânî inzivasından çıkarak Buhara ve civarındaki dervişlerin başına geçti. Gucdüvânî’nin, halifesi Hâce Evliya-yı Kebîr’e hankahta oturmamasını tavsiye ettiği halde hayatının bu son dönemini Gucdüvân’daki hankahta geçirdiği anlaşılmaktadır. Muînülfukarâ, aralarında meşhur Âl-i Burhân’dan âlim Muhammed b. Ömer es-Sadr’ın da bulunduğu Buhara’da ikamet eden müridlerinin her cuma gecesi onu ziyarete geldiklerini kaydeder (Târîħ-i Mollazâde, s. 46).

Gucdüvânî Risâle-i Śâĥibiyye’sinde Hemedânî’den feyiz aldığını ve onun tarafından halife tayin edildiğini söyler. Eski müelliflerce ittifakla doğru kabul edilen bu bilgiyi Wilferd Madelung asılsız bulur. Merv’de Yûsuf el-Hemedânî’den hadis dinleyen Abdülkerîm es-Sem‘ânî’nin Hemedânî için yazdığı hal tercümesinde yer alan bilgilerin Risâle-i Śâĥibiyye’de verilen bilgilerden önemli derecede farklı olduğuna dikkat çeken Madelung’a göre Gucdüvânî büyük bir ihtimalle hiçbir zaman Hemedânî ile görüşmemiştir (Quaderni di Studi Arabi, sy. 5-6, s. 506). Menkıbevî bir eser olmakla birlikte Gucdüvânî’nin Risâle-i Śâĥibiyye’de Hemedânî ile ilişkilerine dair verdiği bilgilerin uydurma olması pek mümkün görünmemektedir. Çünkü çağdaşı olan Buharalılar onun söylediklerinin doğru olmadığını anlayacak durumdaydılar.

Kaynaklarda Gucdüvânî’nin vefatı için muhtelif tarihler verilmektedir. Gulâm Server Lâhûrî, herhangi bir eski kaynağa dayanmadan onun 575’te (1179) vefat ettiğini söyler (Ħazînetü’l-aśfiyâǿ, I, 530). Müellifi meçhul Maķāmât-ı ǾAbdülħâliķ Ġucdüvânî ve Ârif Rîvgerî adlı esere göre (s. 16) Gucdüvânî, Necmeddîn-i Kübrâ’nın 618 (1221) yılında vuku bulan ölümünden az önce ve henüz Moğol istilâsı başlamadan vefat etmiştir (s. 16). Risâle-i Śâĥibiyye’yi neşreden Saîd-i Nefîsî bu kayda dayanarak Gucdüvânî’nin ölüm tarihini 617 (1220) olarak verir.

Rivayete göre Yûsuf el-Hemedânî gibi Gucdüvânî de dört halife tayin etmiştir: Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ-i Kebîr (Kelân), Hâce Habbâz Buhârî ve Hâce Ârif-i Rîvgerî. Hâcegân silsilesi bunlardan sonuncusu vasıtasıyla sürdürülmüştür. Gucdüvânî’nin “kelimât-ı kudsiyye” olarak tanınan sekiz tarikat prensibini ortaya koyması son derecede önemlidir. Hûş der-dem (alınan her nefeste gafletten uzak olmak), sefer der-vatan (beşerî sıfatlardan sıyrılıp ilâhî sıfatlarla muttasıf olmak), nazar ber-kadem (yürürken bakışlarını ayağından ayırmamak), halvet der-encümen (zâhirde halk ile, esasta Hak ile bulunmak), yâdkerd (lisanî zikirle beraber kalbî zikri icra etmek), bâzgeşt (zikir yaparken “ilâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” [Allahım! Maksûdum sensin ve talep ettiğim senin rızândır] cümlesini söylemek), nigâhdâşt (meşguliyet verecek düşünceleri defetmek) ve yâddâşt (zikrin sebep olduğu uyanıklığı sürdürmek) prensiplerinden ibaret olan “kelimât-ı kudsiyye”, sonradan ilâve edilen üç prensiple beraber (vukūf-ı zamânî, vukūf-ı adedî, vukūf-ı kalbî) Nakşibendîliğin başlıca umdelerini oluşturmaktadır (Reşehât Tercümesi, s. 32-43; ayrıca bk. HÂCEGÂN). Gucdüvânî’nin asıl önemi,


Hâcegân silsilesini kurmanın da ötesinde ruhaniyet âleminde Hâce Bahâeddin Nakşibend’e zikr-i hafîyi telkin etmiş olmasıdır.

Eserleri. 1. Risâle-i Śâĥibiyye. Yûsuf el-Hemedânî’nin menkıbelerini anlatan ve kendi hayatına dair bilgiler veren eser Saîd-i Nefîsî tarafından yayımlanmıştır (Ferheng-i Îrân-zemîn, I/1 içinde, s. 70-101). Harîrîzâde’nin Tibyân’ında da (I, vr. 379a-389b) yer alan eserin bir özetini Îrec Efşâr neşretmiştir (Ķandiyye, s. 6-16). 2. Veśâyâ (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3702/5). Gucdüvânî, kısa bir âdâb risâlesi mahiyetindeki bu eserini halifelerinden Hâce Evliya-i Kebîr için kaleme almıştır. Risâlede cahil sûfîlerden kaçınmak, şeriat ve sünnetten ayrılmamak, hâkimlerden uzak kalmak, mümkün mertebe evlilikten kaçınmak, hankahta oturmamak, semâ ile fazla meşgul olmamak gibi öğütler verilmektedir. Buhara’ya iltica eden İranlı Şafiî âlimi Fazlullah b. Rûzbihân, Gucdüvân şehrinin 918’de (1512) bir Safevî muhasarasından Gucdüvânî’nin ruhaniyeti sayesinde kurtulduğu inancıyla Veśâyâ’sına bir şerh yazmıştır (Süleymaniye Ktp., Yahyâ Tevfik, nr. 1500, vr. 83a-102b).

BİBLİYOGRAFYA:

Abdülhâliķ Gucdüvânî, Veśâyâ, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3702/5; a.mlf., Risâle-i Śâĥibiyye (nşr. Saîd-i Nefîsî, Ferheng-i Îrân-zemîn, I/1 içinde), Tahran 1332 hş./1953, s. 71-101; Maķāmât-ı ǾAbdülħâliķ Ġucdüvânî ve ǾÂrif Rîvgerî (a.e. içinde), s. 1-18 (daha sağlam bir metni için bk. British Museum, Add, nr. 26294, vr. lb-19b); Buhârî, “Aĥkâm”, 21; Muhammed Pârsâ, Faślül-ħiŧâb, Taşkent 1331/1913, s. 518-520; a.e. (trc. Ali Hüsrevoğlu), İstanbul 1989, s. 598-600; Câmî, Nefeĥât (nşr. Mahmûd-ı Âbidî), Tahran 1370 hş./1991, s. 383-384; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 411-413; Safî, Reşeĥât (nşr. Ali Asgar-ı Muînîân), Tahran 2536 şş./1977, I, 34-53; Reşehât Tercümesi, s. 30, 78-83; Fazlullah b. Rûzbihân, Şerh-i Veśâyâ, Süleymaniye Ktp., Yahyâ Tevfik, nr. 1500, vr. 83a-102b; Muînülfukarâ, Târîħ-i Mollazâde (nşr. Ahmed Gülçîn-i Meânî), Tahran 1339 hş./1960, s. 46-47; Muhammed-i Kazvînî, Silsilenâme-i Ħâcegân-ı Naķşbend, Bibliothèque nationale, supplément persan, nr. 1418, vr. 8a-9a; Gulâm Server Lâhûrî, Ħazînetü’l-aśfiyâǿ, Leknev 1868, I, 530-534; Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 378b-389b; Ķandiyye (nşr. Îrec Efşâr), Tahran 1367 hş./1968, s. 6-16; W. Madelung, Religious Trends in Early Islamic Iran, New York 1988, s. 49-51; a.mlf., “Yūsuf al-Hamadānī and the Naqšbandiyya”, Quaderni di Studi Arabi, sy. 5-6, Venezia 1988, s. 499-509; F. Meier, Zwei Abhandlungen über die Naqšbandiyya, Stuttgart 1994, s. 25; Kasım Kufralı, “Gucduvânî”, İA, IV, 820-821; S. Naficy, “Җћuғјduwānī”, El2 (İng.), II, 1077-1078; K. A. Nizami, “ǾAbd-al-Kāleq Gojdovānī”, Elr., I,120-121.

Hamid Algar