GEDİK

Osmanlı hukukunda imtiyaz ve inhisar esasına dayanan tasarruf hakkı anlamında bir terim.

Türkçe bir kelime olan gedik “eksik, kusur; yıkık yer, duvarda açılan çatlak” anlamlarına gelir. Terim olarak ise inhisar ve imtiyaz esasına dayanan askeri, idarî, hukukî ve iktisadî mânalar ifade etmektedir. Osmanlı tarihi ve hukuku açısından önem taşıyan yönü hukukî ve iktisadî mânâsıdır.

Askerî alanda gedik, savaşçı sınıfından sayılmadığı halde terfi ederek zabit olabilen topçu ve kale muhafızları gibi askerî sınıfların kadroları için kullanılmıştır. Bu rütbelerin efradı belli ve değişmez sayıdadır. Daha ziyade kale muhafızlarına tevcih edilen gedik tımarlar bu mânanın kapsamına dahildir ve Osmanlı Devleti’nin başlangıcından beri vardır. Askerî mânada gedik tevcihlerine ilk döneme ait belgelerde rastlamak mümkündür (BA, Ali Emîrî-Kanunî, nr. 323).

İdarî sahada gedik ise Osmanlı sarayında belli bir görev ve imtiyaz mânasını taşır. Bazı idarî memur ve hizmetlilerin reisine gedikli denir. Bu anlamda gedik yine Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri mevcuttur ve tasarruf edilen müktesep bir hak gibidir. Bunun için özel gedik defterleri tutulmuş ve gedik tevcihleri yapılmıştır. Saray câriyeleri içinde baş câriyeden sonra önemli bir imtiyaza sahip olan “gedikli câriyeler”, kapı halkı arasında mühim yerleri olan “gedikli ağalar”, XVIII. yüzyıldan sonra iç hazine kayıtlarını tutmak üzere görevlendirilen “gedikli efendiler” ve bu memurlara hizmetleri karşılığı tahsis edilen “gedikli zeamet” tabirleri bu mânayı içine alır.

Gedik kelimesinin asıl ihtilaflı olan ve çıkış tarihi hakkında farklı yorumlar yapılan mânaları hukukî ve iktisadî olanlardır. Hukukî bir terim olarak gedik hakkı bazı iddialann aksine VI. (XII.) yüzyıldan beri bilinmektedir ve menşeini de İslâm hukukunda “süknâ”, “girdar” veya “hulüv” denilen tasarruf hakları teşkil etmektedir. Girdar, mukâtaalı vakıf arazi yahut mîrî arazi üzerinde bu arazinin mutasarrıfı tarafından meydana getirilen ve sahibine “hakk-ı karâr” (bazı şartlarla devamlı tasarruf ve kiracılık hakkı) veren mülk bina, ağaç ve benzeri şeylere denir. Ebüssuûd Efendi buna gedikle aynı anlamı vermektedir. Hulüv ise daha ziyade Mısır’da görülen ve gedik hakkına benzeyen bir tasarruf şeklidir ve “bir gayri menkulün rakabesi üzerinde, o akar lehine tamir veya başka bir maksatla verilen belli bir meblağ para karşılığında mâlik olunan mücerret menfaat yani intifa hakkı” diye tarif edilmektedir. Mâliki hukukunda genişçe ele alındığı için Kanunî zamanında gedik hakkına esas teşkil etmek üzere konu Kazasker Abdülbâki Efendi’ye incelettirilmiş ve Kansu Gavri zamanındaki uygulamalar gedik hakkı uygulamaları için örnek alınmıştır (Ahmed Feyyûmî, vr. 136bvd.).

Gedik hakkının Osmanlı hukukundaki mânasını da iki ayn devrede incelemek gerekir. Birinci devre, ticaretin inhisarı söz konusu olmadığından ticaretin icrası için imtiyaz anlamının karışmadığı dönemi ihtiva eder. Bu mânada gedik hakkına İslâm ve Osmanlı hukukçuları “süknâ” adını verirler. Ebüssuûd Efendi, süknânın “oturmak” anlamında bir masdar olduğunu belirttikten sonra bu kelimenin hukukçulara göre esnaf ve sanatkârların özellikle vakıf dükkânlarda mütevellinin izniyle ve “karar” şartıyla ilhak ve bina ettikleri raf, dolap ve sandık gibi âlât ve edevatın hakk-ı karâr şartıyla konması anlamına geldiğini belirtir. Şer’iyye sicillerinde de buna yakın bir ifadeyle, “Âlât-ı lâzimeden ibarettir” diye tarif edilmektedir. Mısır’da ise buna çedik denilmektedir. Gerçekten Osmanlı Devleti’nde vakfın malî yetersizliği sebebiyle vakıf dükkânlar harap hale geldiğinde kiracılar dükkânı işler hale getirmek için tamirini üstlenmeyi, bunun karşılığında da kendi mülkü olmak üzere dükkâna hakk-ı karan bulunan âlât ve edevatını yerleştirmeyi ve her sene cüzî bir kira bedeli vererek devamlı kiracı olmayı istiyorlardı. Böyle bir kira akdi yapıldığı takdirde yerleştirilen malzemeye “gedik”, gayri menkule “gediğin mülkü”, verilen kira bedeline de “mülk kirası” denilmekteydi. Bu anlamda gedik hakkı, girdar hakkı ile beraber VI. (XII.) yüzyıldan beri mevcuttu ve meşruiyeti tartışılmaktaydı. Kanunî zamanında konu tekrar gündeme gelmiş ve aleyhteki görüşler üzerine Ebüssuûd Efendi 963 (1555-56) yılında meseleyi enine boyuna araştırarak bunun câiz olduğunu padişaha arzetmiştir (Gedik Risalesi, vr. 115b).

İkinci devre, inhisar usulünün kabulünden sonra gedik hakkının yeni bir mâna kazandığı ve devamlı tasarruf hakkı anlamının yanında bir de ticarette inhisar, imtiyaz ve bir çeşit patent mânalarını da içine aldığı dönemdir. İnhisar usulü, yani belli miktarda esnafın belli sanatları icra edebilme usulü kabul edildiğinde inhisarına karar verilen sanat ve esnaflık ruhsatı, önce bu sanatları eskiden beri icra eden ve çoğunluğu vakıf olan dükkânlarda gedik hakkına sahip olan kişilere verilmiştir. Bunun sebebi vakıf dükkânlarda bulunan “âlât-ı lâzime” olduğundan bunlar münhasıran bir sanatın icrasına ait ruhsat ve imtiyazın sembolü olmuş ve bu devirden sonra süknâ hakkı “gedik hakkı” diye anılmaya başlanmıştır. Gerçekten inhisar duvarında bir delik açmanın şartı böyle bir gediğe sahip olmak olduğundan mâna da uygun düşmüştür. Bu ise gedik hakkının kazandığı yeni iktisadî mânadır, ancak bu arada terimin eski anlamı da devam etmiştir. Bundan dolayı bazı araştırmacılar, gedik hakkının yeni bir mâna kazanmasını gedik hakkının başlangıcı olarak kabul ederler ve bunu da 1140 (1727) yılından itibaren başlatırlar. Halbuki gedik hakkının hukukî mânasını VI. (XII.) yüzyıla kadar götürmenin mümkün olduğu yukarıda belirtilmiştir.

İslâm hukukçularına göre gedik hakkının hukukî dayanağı zaruret, örf-âdet kuralları ve “umûmu” 1-belvâ” kaidesidir. Gedik denilen âlât ve edevat da gayri


menkul mülk hükümlerine tâbidir ve bulundukları gayri menkulün tamamlayıcı parçalan sayılırlar. Zamanla gediklerin % 60’ı vakfedilmiş ve çoğunluğu da icâreteynli vakıfların hükümlerine tâbi tutulmuştur. 1287 (1870) tarihli nizâmnâme ile bu husus teyit edilmiştir (Düstûr, Birinci tertip, II, 170). Temeli meşru esaslara dayanan gedik hakkının zamanla tâbi olduğu gayri menkulün yerini aldığı ve bir kısmı gayri meşru olan bazı gedik çeşitlerinin de ortaya çıktığı bilinmektedir. Sonradan ortaya çıkan üç gedik çeşidi şunlardır: 1. Müstakar gedikler. Buna “muttasıl gedik” de denir. Hukukçuların cevaz verdiği yukarıda açıklanan gediklerdir. 2. Havaî gedikler. Bunlara “munfasıl gedik” de denir. Fetvaya aykırı olan bu gedikler, belli bir yerle kayıtlı olmayan ve mutasarrıfına istediği yerde sanatını icra yetkisi veren gediklerdir; simitçi gediği gibi. 3. Müstahlas gedikler. Şer’iyye sicillerine göre binası yanmış veya bir yerden diğer bir yere nakledilmiş gediklere denir.

Gedik usulünün gittikçe artan iktisadî önemi sebebiyle bazı yeni düzenlemeler yapıldı. Daha önceleri ilgili esnaf kâhyaları veya benzeri yetkililer tarafından verilen gedik hüccet ve temessükleri, sonradan yapılan hukukî düzenlemelerle esnaf kethüdâları, Maliye Nezâreti’ne bağlı başmuhasebe ve şer’iyye mahkemeleri tarafından da verilmeye başlandı. III. Selim zamanında çıkarılan bir fermanla gedikler yeniden düzenlendi. Fetvaya aykırı gediklerin tasfiyesine, eski gediklere ait teamülün muhafazasına ve yeni gedik tesisinin ağır şartlara bağlanarak havaî gediklerin ilgasına karar verildi. II. Mahmud döneminde ise yeni bir gedik taksimi ortaya çıktı. Vakıf gediklerin lehine yapılan bazı düzenlemelerden sonra II. Mahmud ve Haremeyn vakıflarına devredilen gedikler çoğaldı. Bu vakıflara bağlanan, mutasarrıflarının ellerine de yeniden sened verilen gediklere “nizamlı gedik”, bunların dışında kalanlara ise “âdi gedik” denmeye başlandı.

Osmanlı hukukunda istisnaî olarak meşruiyeti kabul edilen gedik usulü, ticarette inhisar usulünün 1270 (1853) yılında kaldırılmasıyla imtiyaz ve ruhsat mânasını kaybetmiş ve tekrar eski anlamıyla tasarruf hakkı olarak kabul edilmiştir. 1277 (1861) tarihli Gedik Nizâmnâmesi ile de gedik hakkı bazı sınırlamalara tâbi tutulmuştur (Düstur, Birinci tertip, I, 258-262). Nihayet 1331 (1913) tarihli Gediklerin İlgası Hakkında Kanûn-ı Muvakkat ile gedik hakları tasfiye edilerek yüzde doksanı ortadan kaldırılmıştır (Düstur, ikinci tertip, V, 118).

Gedik hakkıyla ilgisi bulunmayan “örfî belde gediği” ise üst hakkı mahiyetinde özellikle İzmir ve çevresinde rastlanan bir gedik çeşididir. Gedikle münasebeti sadece arsasına, mülk ve bina yahut ağaçlarına gedik denmesinden ileri gelmektedir. Örfî belde gediği, yerleri arazi sahiplerinin mülkü olarak kalmak ve gedik sahipleri de arazi mâliklerine yıllık takdir edilen kira bedelini vermek şartıyla arazi üzerinde “hakk-ı karâr”ı (devamlı kalma ve sahibine daimî tasarruf hakkı sağlama özelliği) bulunan bina ve ağaçların mülkiyetini gedik sahibine kazandıran bir tasarruf çeşididir. Yani arazi mâlikleri, üzerine ağaç dikmek yahut bina inşa etmek için kiracıya arazilerini vermekte, ağaç ve binaların mülkiyeti kiracının, arazi ise mülk sahibinin olmaktadır. Bu yönüyle tasarrufun girdar muamelesine benzediği görülür. En önemlisi de arazinin mülk veya vakıf olabilmesidir. Sözleşme hususi örfte böyle bir sözleşmeyi yapan arazi sahibinin adıyla anılmaktadır. Bu sözleşme mukâtaa akdi (hukr) mahiyetindedir.

Bazı resmî görevlilerin bununla gedik hakkını birbirine karıştırmasından dolayı 2 Muharrem 1290 (2 Mart 1873) tarihinde bir nizâmnâme neşredilmiştir. Bu nizâmnâmeye göre, İzmir’in içinde üzerine bina yapılmak için kiralanan arazideki tasarruf hakkına “örfî belde gediği”, Karşıyaka ve Manisa civarında görülen ve üzerinde ağaç (özellikle palamut ağacı) dikilmek üzere kiralanan arazilerdeki tasarruf hakkına da “pafdos” yahut “bahşur” denilmektedir. Örfî belde gediği ile pafdos arasında hukukî mahiyet itibariyle bir fark yoktur. Her ikisi de hukr ve mukâtaaya benzemektedir, yani üst hakkı niteliğindedir. Bu sebeple binanın yıkılmış ve ağacın sökülmüş olması bu hakkı sona erdirmez.

Mahiyet itibariyle diğer gediklerden tamamen farklı olması ve Gediklerin İlgası Hakkında Kânûn-ı Muvakkat sadece İstanbul’daki gedikleri ilgilendirdiğinden bazı görüşlerin aksine örfî belde tasarrufları günümüze kadar devam etmiştir. Bu gediklerin bir kısmı arazi mutasarrıflarına satılarak veya miras sebebiyle gedik ve arazi mâlikliği aynı şahısta birleşerek ortadan kalkmıştır.


BİBLİYOGRAFYA:

BA, Ali Emîrî-Kanunî, nr. 323; Ahmed Feyyûmî. Risale fi tahkîki’l-hulüv, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 1152,”vr. 136”; Ebüssuûd Efendi, Gedik Risalesi, Süleymaniye Ktp., İsmihan Sultan, nr. 223, vr. 115”; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr (Kahire), V, 522-523; Kadri Paşa, Kânûnü’l-Ǿadl ve’l-insâf, Kahire 1893, md. 342-343, 347; Ömer Hilmi, Ahkâm-ı Evkaf, İstanbul 1307, s. 12 vd.; Sıdkı, Gedikler, İstanbul 1325; Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavâidi, İstanbul 1328-30, II, 159-162; Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 652 vd.; Elmalılı, İrşâdü’l-ahlâf fî ahkâmi’l-evkâf, İstanbul 1330, s. 77; Serkis Karakoç, Tahşiyeli Kavânîn, İstanbul 1330, I, 425-429; Ebül’ulâ Mardin, Ahkâm-ı Evkaf, İstanbul 1339-40, s. 90-95; “2 Muharrem 1290 Tarihli İzmir’de Tasarruf Olunan Gedikât Hakkında Olan Nizâmnâme”, Külliyyât-ı Kavânîn (haz. Serkis Karakoç), TTK Ktp., Dosya nr. 18, belge nr. 237; “8 Zilhicce 1277 Tarihli ber Vech-i Mülkiyyet Tasarruf Olunmakta Bulunan Gedikât Hakkında Nizâmnâme”, Düstur, Birinci tertip, İstanbul 1289, I, 258-262; “1287 tarihli Nizâmnâme”, a.e., 170; “1331 Tarihli Gediklerin İlgası Hakkında Kânun-ı Muvakkat”, a.e., İkinci tertip (1332), V, 118-120; Fikri Gürzümar, Vakıf Gayrı Menkuller ile Örfi Belde Tasarruftan, Ankara 1949, s. 41 vd.; İsmet Sungurbey, Medenî Hukuk Sorunları, İstanbul 1976, III, 23, 40-41, 53; Ahmet Akgündüz, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988, s. 401-422; a.mlf., “Osmanlı Hukukunda Gedik Hakkının Menşei ve Gedik Hakkı ile İlgili Ebussuud’un Bir Risalesi”, TDA, sy. 46 (1987), s. 149-162.

Ahmet Akgündüz