GANİMET

الغنيمة

Gayri müslimlerden savaş yoluyla elde edilen her türlü mal ve esirleri ifade eden terim.

Ganimet kelimesi (çoğulu ganâim) sözlükte “bir şeyi zorluk çekmeden elde etmek” demektir. İslâm hukukunda, “müslümanların savaş yoluyla gayri müslimlerden ele geçirdikleri esirler ve her türlü mal” şeklinde tanımlanmakla birlikte ganimeti savaşta düşman askerlerinden elde edilen menkul mallara hasreden veya kısmen farklı şekilde tarif eden fakihler de vardır.

Ganimet kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de alt yerde geçmektedir (bk. en-Nisâ 4/94; el-Enfâl 8/41, 69; el-Feth 48/ 15, 19, 20). Ayrıca Kurǿan’da “ganimet” anlamında nefelin çoğulu olan enfâl de kullanılmış olup özellikle ganimetle ilgili hükümleri açıklayan sekizinci sûreye bu ad verilmiştir. Nefel kelimesinde “fazlalık” anlamı bulunduğundan, savaş sırasında ele geçirilen mal veya esirler savaşın amaçlarını gerçekleştirdikten sonra ilâve olarak elde edildiği için bu şekilde adlandırılmıştır. Nefelin ganimet anlamındaki bu genel kullanımı yanında bazı âlimler, ganimetlerden Allah ve Peygamber hakkı olarak ayrılan beşte birlik paya, bazıları müşriklerden elde edilen her türlü gelir ve vergiye, bir kısmı ise devlet başkanı veya kumandanın savaşta üstün başarı gösterenlere vaad ettiği mallara da bu adı vermişlerdir (Taberî, XIII, 361-371; Serahsî, Şerhu Kitâbi’s-Siyeri’l-kebîr, II, 593-595; Kurtubî, VII, 361-364).

Muhammed Hamîdullah’ın belirttiği gibi, İslâm’dan önce Arap yarımadasında mevcut teamüle göre ordu kumandanı elde edilen ganimetin dörtte birini kendine ayırır, ayrıca umumi yağmadan önce ele geçirilen şeyler ve bölünmesi mümkün olmayan mallar da ona ait olurdu (Hz. Peygamberin Savaşları, s. 264). Medine’ye hicretinden sonra Câhiliye devrinin bu uygulamalarını ortadan kaldıran Hz. Peygamber, âyette belirtildiği üzere (el-Enfâl 8/69) ganimetin kendisine ve ümmetine helâl kılındığını bildirmiş (Buhârî, “Ħumus”, 8; Müslim, “Mesâcid”, 3, 5; Tirmizî, “Siyer”, 5), ganimetin mahiyeti, elde ediliş şekli, taşınması ve taksimi gibi konularda yeni kurallar koymuştur ki bunlar hadis mecmualarının siyer, cihad, megâzî, zekât, humus, fey, ticarat ve imârât gibi bölümlerinde geniş yer tutar.

Ganimet ve feyi “müşriklerden alınan veya kaynağı (sebebi) müşrikler olan mallar” diye tarif eden Mâverdî ve Ebû YaǾlâ el-Ferrâ bu malların birbirinden ve zekâttan farklarını belirlemeye çalışırlar. Buna göre fey ve ganimetin ikisi de gayri müslimlerden alınması ve beşte bir olarak ayrılan devlet payının harcama yerlerinin de aynı olması itibariyle benzerlik göstermekle birlikte fey gayri müslimlerden barış anlaşması sonucunda, ganimet ise savaşla alınır. Ayrıca fey ile ganimetin beşte dördünün harcama yerleri de ayrı kalemlerdir (bk. FEY). Zekât ile ganimetin farkına gelince zekât müslümanlardan mallarını arıtmak için alınır, ganimet ise gayri müslimlerden savaşla elde edilir. Zekâtın harcama kalemleri Tevbe sûresinin 60. âyetinde belirtilmişken ganimetten devletin payına düşen kısmın harcama şekil ve şartları devlet başkanı ve hukukçuların içtihadına bırakılmıştır. Zekât mükellefleri tarafından da ferdî olarak dağıtılabilirken ganimeti ancak devlet başkanı veya onun yetki verdiği kişi dağıtır.

Ganimetle ilgili bu tarif ve tasniflerin Enfâl sûresinin 41. âyetiyle Benî Nadîr yahudilerinin toprakları hakkında nazil olan Haşr sûresinin 6-10. âyetlerinin yorumları sonucu oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu âyetlerden hareketle Şâfiî ve Mâverdî, toprak dahil gayri müslimlerden elde edilen her şeyi ganimet kavramı içinde mütalaa etmişlerdir.

Ganimete dair âyetlerin nüzûl tarihlerine bakıldığında, hicretin 2. yılı Ramazan ayında (Mart 624) vuku bulan Bedir Savaşı’na kadar ganimetle ilgili herhangi bir âyetin gelmediği görülür. Esasen bu süre içinde elde edilen ganimetler hukukî bir düzenlemeyi gerektirecek önem ve miktarda değildi. Bedir Savaşı’ndan az önce Kureyşliler’i kontrol etmek için gönderilen Abdullah b. Cahş yönetiminde sekiz veya on iki kişilik bir seriyye Kureyşliler’e ait birkaç deve ve bazı ticaret mallarını ele geçirmişti; seriyye kumandanı bu ganimeti kendi içtihadına göre taksim etmiş ve bu taksim daha sonra nazil olan âyetin (el-Enfâl 8/ 41) hükmüne de uygun düşmüştü. Bedir Savaşı’nda önemli sayılabilecek miktarda


esir ve mal ele geçirilince bunların taksimi sırasında müslümanlar arasında anlaşmazlık çıkmış ve bunun üzerine nazil olan Enfâl sûresinin 1. âyetinde ganimetlerin Allah’a ve Resûlü’ne ait olduğu belirtilmiştir. Hz. Peygamber bu ganimetleri Medine’ye yakın bir yerde savaşa katılan mücahidlere eşit olarak bölüştürmüştür. Daha sonra savaş ganimetleriyle ilgili ayrıntılı hükümler içeren aynı sûrenin 41. âyeti inmiştir. Bu âyete göre ganimetin beşte biri Allah’a, Resûlü’ne, onun akrabasına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Hz. Peygamber, bu âyetin hükümlerini ilk defa aynı yıl Benî KaynukâǾ yahudilerinden alınan ganimetlere uygulamıştır.

İslâm hukukçuları ganimetleri savaş esirleri, arazi (el-ganâimü gayrü’l-meǿlûfe) ve menkul mallar (el-ganâimü’l-meǿlûfe) şeklinde üç ana başlık altında incelemişlerdir. Savaş Esirleri. Müslümanların gayri müslimlerle yaptıkları savaş sırasında ele geçirdikleri esirler gayri müslim ergin erkekler, kadın ve çocuklar olmak üzere iki grupta mütalaa edilir. Hz. Peygamber’in uygulamasından hareketle İslâm hukukçularının çoğunluğu, devlet başkanının savaş esiri ergin erkekleri öldürme, köle haline getirme, fidye alarak yahut mübadele suretiyle serbest bırakma veya karşılıksız salıverme şekillerinden hangisi müslümanlar için daha faydalı ise onu uygulama yetkisine sahip olduğu görüşündedir. Ancak Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf, müslümanlara karşı tekrar savaşabilecekleri ve düşmanın güçleneceği ihtimalini göz önüne alarak esirlerin dârülharbe dönmek üzere serbest bırakılmasını uygun bulmamışlardır. Esir kadın ve çocuklara ise ister Ehl-i kitap ister müşrik olsun ölüm cezası verilmez (bk. ESİR).

Arazi. Müslümanların gayri müslim-lerden savaş veya barış yoluyla elde ettikleri topraklar hakkında Enfâl sûresinin 1, 41 ve Haşr sûresinin 6-9. âyetlerinde yer alan hükümler, bizzat Hz. Peygamber’in ve Hulefâ-yi Râşidîn’in uygulamaları ile büyük ölçüde açıklık kazanmıştır. Resûl-i Ekrem silâhla elde edilen Benî Kureyza, Hayber ve Vâdilkurâ ganimetlerini Enfâl sûresinin 41. âyetine göre beşte dördünü savaşçılara, beşte birini âyette zikredilen diğer sınıflara olmak üzere dağıtmış, ancak Hayber ve Vâdilkurâ arazisi yahudilere yarıcılıkla işletmeye verilmiştir. Ancak bu uygulama uzun sürmemiş ve Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde Hayber yahudileri bu topraklardan çıkarılırken araziler tekrar hisse sahiplerine dağıtılmıştır (Fayda, s. 21-22). Benî Nadîr ve Fedek arazisi barış yoluyla ele geçirildiğinden Haşr sûresinin 6-9. âyetlerinin (fey) hükmü uygulanarak Resûl-i Ekrem’e ait kabul edilmiş, o da elde edilen gelirleri yolcuların, Hâşimoğullan’nın fakirlerinin ihtiyaçları ve devletin savunma giderleri için harcamıştır. Öte yandan Mekke, İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre kuvvet kullanılarak fethedilmişse de Hz. Peygamber Mekkeliler’in mallarına ne ganimet ne de fey hükümlerini uygulamıştır.

Hz. Ömer zamanında fedhedilen toprakların ganimet hukukuna göre taksim edilip beşte birinin devlet tarafından alınması ile bu toprakların yerli halkın elinde bırakılıp karşılığında haraç tahsil edilmesi hususu o dönemde sahabe arasında uzun süre tartışılmış, sonuçta bu konu, arazinin yerli halkın elinde bırakılıp kendilerinden haraç alınması şeklinde çözümlenmiştir (a.g.e., s. 26-36).

Hz. Peygamber’in ve Hulefâ-yi Râşidîn’in gayri müslimlerden ele geçirilen arazilerle ilgili uygulamaları ve konu etrafında yer alan sahabe görüşlerinden hareketle İslâm hukukçuları sonraki dönemlerde bu toprakların statüsü ve dağıtımıyla ilgili olarak şu görüşleri ileri sürmüşlerdir: Hanefîler’e göre, kuvvet kullanılarak elde edilen toprakları devlet başkanı dilerse Enfâl sûresinin 41. âyetinin hükümleri doğrultusunda taksim ederek beşte birini alır ve bu durumda arazi öşür toprağı olur; dilerse Hz. Ömer’in Sevâd’da uyguladığı gibi yerli halkın elinde bırakır ve karşılığında haraç vergisi yükler, bu takdirde arazi haraç toprağı olur. Mâlikiler’e göre ise savaşla alınan topraklar fey hükümlerine tâbi olup taksim edilmez; ancak mülkiyeti devletin elinde olmak şartıyla tasarruf hakkı fertlere verilebilir; geliri de ihtiyaçlarına sarfedilir. Şâfiîler bu toprakların ganimet hükümlerine tâbi olduğunu, beşte dördünün savaşanlara dağıtılacağını, devletin de beşte bir hisse alacağını söylemişlerdir. Onlara göre Mekke Ebû Süfyân’la yapılan barış anlaşmasıyla fethedilmiş, Sevâd toprakları ise güç kullanılarak elde edilmiş, ancak savaşa katılanların rızâsı alındıktan sonra yerli halka tekrar verilmiş ve böylece fey hükmüne tâbi olmuştur. Hanbelîler’den Şâfıî ve Mâlikîler’in görüşünü paylaşan iki farklı rivayet gelmektedir. Hukukçuların toprak hukukuyla ilgili doktrindeki görüşleri bu olmakla beraber uygulamada arazi daima fey hükümlerine tâbi kılınarak ganimet hukuku dışında tutulmuş, bu sebeple de savaşanlara dağıtılma cihetine gidilmemiştir (bk. ARAZİ).

Menkul Mallar. Mâverdî, ganimet terimini savaş esirlerini ve düşmandan elde edilen toprakları içine alacak şekilde daha kapsamlı olarak ele alırken diğer İslâm hukukçuları bunları ayrı ayrı başlıklar altında incelemişler, özellikle arazi ve arazi gelirlerini yine Mâverdî’nin ganimetin bir çeşidi olarak kabul ettiği fey kavramı içinde değerlendirmişlerdir. Böylece ganimet kavramı sadece düşmandan zorla alınan menkul mallar için kullanılır hale gelmiştir.

Hanefî fakihleri, ganimet mallarının helâl olabilmesi için öncelikle bir askerî müfreze tarafından ele geçirilmesi gerektiğini söylerler. Bu müfreze Ebû Yûsuf’a göre en az dokuz kişi, Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre ise aralarında yardımlaşma olabilecek bir gruptan aşağı olmamalıdır. Ancak İslâm hukukçularının çoğunluğu, ganimeti bir veya iki kişi de ele geçirse ona hak kazanacağı görüşündedir.

Fakihlerin çoğunluğuna göre müslümanlar ganimeti elde edince bu mallar üzerinde mülkiyet hakları Sâbit olur. Hanefîler ise gazilerin mülkiyet haklarının Sâbit olabilmesi için bu zilyetliğin İslâm ülkesinde de devam etmesi gerektiğini ileri sürerler. Buna göre dârülharpte ölen savaşçılar ganimetten pay alamazlar, dolayısıyla mirasçılarının bu paya vâris olmaları söz konusu değildir. Aynı şekilde ganimet malları yine dârülharpte itlâf edilirse -bunlar üzerinde herhangi bir mülkiyet hakkı Sâbit olmadığından- tazmin sorumluluğu da yoktur. Ancak bir gazi ganimet mallarının İslâm ülkesine nakledilmesinden sonra ve taksiminden önce vefat ederse Ebû Hanîfe’ye göre onun hissesi vârislerine intikal eder. Başta Şafiî olmak üzere bazı hukukçulara göre ise düşmanın yenildiği açık bir şekilde anlaşıldıktan sonra gazilerden biri ölürse ganimetler henüz dârülislâma nakledilmemiş olsa dahi onun hissesi vârislerine intikal eder.


Ganimetin dârülharpte dağıtılması İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre câiz hatta müstehaptır. Zira Hz. Peygamber, Huneyn ganimetlerini Mekke -Tâif arasında bulunan Ciǿrâne mevkiinde, Zülhuleyfe ve Benî Mustalik ganimetlerini de onların topraklarında dağıtmıştır. Hanefîler ise ganimetin dârülislâma komşu olmayan bir bölgede ele geçirilmesi durumunda, düşmanın bu malları geri almak için yeniden saldırmasının muhtemel olması sebebiyle, dârülislâma gelinceye kadar ganimetlerin paylaşılmasını câiz görmemişlerdir. Ancak devlet başkanı veya onun yetkili kıldığı kumandanın ganimetin dağıtımını müslümanların lehine görmesi veya mücahidlerin buna ihtiyaç duymaları halinde ganimeti dârülharpte taksim edebilir.

Ganimet mallarının dârülislâma nakli için araç ve imkân yoksa bu mallar gazilere geçici olarak dağıtılır. Taşıma kolaylığı sağlamak için emaneten yapılan ve literatürde “kısmet-i îdâ’, kısmet-i haml ve nakl” adı verilen bu dağıtımdan sonra dârülislâma gelindiğinde ganimet yeniden ve kesin bir şekilde taksim edilir ki buna da “kısmet-i ganîmet, kısmet-i mülk” adı verilir. Bu mallardan taksimden önce ordunun yeme, içme vb. ihtiyaçlarının giderilmesi mümkün olup bunun dışında söz konusu malların alınması, kullanılması câiz değildir (bk. GULÛL).

Ganimet mallarının dağıtım esasları Enfâl sûresinin 41. âyetinde belirtilmiştir. Savaşın bitmesinden sonra devlet başkanı veya yetkili kıldığı kumandan önce her askere öldürdüğü düşmanın silâh, at vb. mallarını (bk. SELEB), daha sonra da savaşta üstün başarı gösterenlere vaad ettiği şeyleri (nefel) verir. Geriye kalan malları beş eşit paya ayırarak bunun beşte dördünü savaşa katılanlara dağıtır, beşte birini de âyette zikredilen hak sahiplerine verilmek üzere saklar.

Ganimeti hakeden mücahid savaş alanında savaşmak amacıyla bulunan kimsedir. Bunun savaşa fiilen katılıp katılmaması ve rütbesi alacağı paya tesir etmez. Başkumandan, kumandan, er, geri hizmette bulunan asker hep aynı payı alır. Hz. Peygamber, Bedir Savaşı’nda keşif vb. özel görevlerde istihdam ettiği savaşa bilfiil katılmayan sekiz sahâbîye ganimetten hisse vermiştir. Hatta ganimet malları henüz dârülislâma nakledilmeden önce mücahidlere katılan yardımcı kuvvetler de Ebû Hanîfe’ye göre bu ganimetten pay almaya hak kazanırlar. Zira onlar da savaşmaya gelmiş ve ordunun gücünü arttırmışlardır.

Fakihlerin çoğunluğuna göre, bir kimsenin ganimete hak kazanabilmesi için savaşa katılmış olmasının yanı sıra kural olarak tam eda ehliyetinin de bulunması gerekir. Bu sebeple savaş birliklerinde yer alıp fiilen savaşmayan kadın ve çocuklara, bilfiil savaşa katılsa bile kölelere ve gayri müslimlere ganimetten pay ayrılmayıp onlara yaptıkları hizmet karşılığında bazı hediyeler verilir. Ancak Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, müslümanların yanında savaşa iştirak eden gayri müslim askerlerin kendi başlarına bir kuvvet teşkil etmeleri veya İslâm ordusunun onlar olmadan yeterli derecede savaş gücüne ulaşamayacağının anlaşılması halinde onlara da -bir istisna olarak-müslüman askerlerle eşit derecede ganimetten pay verilmesini uygun görür. Ahmed b. Hanbel de müslümanlarla savaşa katılan gayri müslimlerin müslümanlar gibi ganimetten hisse alacaklarını kabul etmiştir. Zâhirîler’e ve Mâlikî mezhebinde ağırlıklı görüşe göre ise müslümanların gazvelerinde gayri müslimler bulunamaz; hazır bulunup savaşa katılsalar dahi kendilerine ganimetten pay veya nefel adıyla herhangi bir şey verilmez. Öte yandan İslâm ordusu, düşman arazisinde kılavuzluk ve casusluk gibi hizmetler için bir zimmîyi görevlendirebilir ve bunun için bir ücret verilebilir.

Beşte dört hissenin savaşçılara nasıl dağıtılacağı da İslâm hukukçuları tarafından tartışılmıştır. Ebû Hanîfe, Abdullah b. Abbas’tan nakledilen bir hadise ve Hz. Ömer’in uygulamasına dayanarak savaşa atıyla katılana iki, yaya olarak katılana bir hisse verileceğini ileri sürer. İçlerinde Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in de bulunduğu hukukçuların çoğunluğuna göre bu dağıtımda atlıya üç, yayaya bir pay verilir. Zira süvarinin ihtiyaç duyduğu savaş maizemesi yayanın ihtiyaç duyduklarından daha fazladır. Savaşa atlı olarak katılıp ganimet elde edilmeden önce atını kaybeden mücahid ganimet dağıtımında süvari kabul edilerek payını buna göre alır. Süvariye üç, yayalara bir hisse verilmesiyle ilgili rivayetlerden, Hz. Peygamber’in hem süvarinin ihtiyacını gidermeyi hem de o dönem için en önemli savaş aracı olan at beslemeye teşviki amaçladığı anlaşılmaktadır. Savaşa elverişli olmaması sebebiyle fukahanın çoğunluğu deve için pay verilmeyeceği görüşündedir. Ancak Ahmed b. Hanbel’den bu konuda iki farklı görüş nakledilmiştir.

Ganimetin beşte biri Enfâl sûresinin 41. âyetinde zikredildiği gibi Allah’a, Resulü’ne, hısımlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Hz. Peygamber’in bu paydan sembolik bir miktar alıp Kâbe hizmetlerine ayırdığı belirtilirse de hukukçuların çoğunluğu âyette ilk önce Allah’ın adının söze başlamak amacıyla zikredildiğini, bu sebeple Allah ve Resûlü’nün paylarının bir hissede toplandığını söylemiştir. Resûl-i Ekrem, kendi hissesinin aile fertlerinin ihtiyacından artan kısmını müslümanların yararı ve ordu giderleri için harcamıştır. Akraba payı ise Hâşim ve Muttaliboğulları’ndan Hz. Peygamber’e yakın olanlara verilmiştir. Resûl-i Ekrem’in akrabaları fakir olsalar dahi zekât alamadıkları için kendilerine ganimetten pay ayrılmıştır. Hz. Peygamber tarafından akraba payını dağıtmak üzere görevlendirilen Hz. Ali bu görevini Hz. Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde de sürdürmüştür. Hanefîler, Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra gerek kendisine gerekse akrabasına ait hisselerin düştüğünü, böylece beşte bir hissenin yetim, yoksul ve yolda kalmışlar olmak üzere üç sınıfa dağıtılacağını söylemişlerdir. Şâfıî ve Hanbelîler ise bu payın yine beş eşit parçaya ayrılacağını, Hz. Peygamber’in hissesinin onun vefatıyla savunma giderleri, bayındırlık gibi kamu hizmetlerine harcanmak üzere devlet başkanının tasarrufuna bırakılacağını, akraba hissesinin de devam edeceğini ve bunun Hâşim ve Muttaliboğulları’na erkeğe iki, kadına bir pay olmak üzere dağıtılacağını ileri sürmüşlerdir. İmam Mâlik, beşte bir hissenin devlet başkanının yetkisi dahilinde her türlü kamu hizmetlerine harcanabileceğini, Enfâl sûresinin 41. âyetinde zikredilen sınıfların bu dağıtımda öncelikli hak sahipleri olduklarını söylemiştir (ayrıca bk. HUMUS).

Ganimet mallarını paylaştırmakla görevli olan kişi (sâhib-i mekâsim, emîr-i kısmet), malların bölünmesinin imkânsız olması halinde bunların satılması ve elde edilen paranın taksim edilmesine karar verebilir. Ganimetlerin dağıtımından sonra


geriye paylaştırılması mümkün olmayan az miktarda bir mal kalırsa bu artık mal (fuzûlü’l-ganâim) fakirlere dağıtılır.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 301; II, 412; V, 145, 148, 248, 256; Dârimî, “Siyer”, 29; Buhârî, “Humus”, 8; Müslim, “Mesâcid”, 3, 5; Tirmizî, “Siyer”, 5; Ebû Yûsuf, el-Harâc, s. 19-25; Yahya b. Âdem, el-Harâc, s. 18-22, 34; Şâfiî, el-Üm, IV, 64-79; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahire 1969, s. 424-432; Taberî, CamiǾü’l-beyân, Kahire 1951, II, 297-298; XIII, 361-371; Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, Kahire 1973, s. 131-134, 145; Ebû YaǾlâ, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 136-152; Serahsî, el-Mebsût, X, 8-15, 43-51; a.mlf., Şerhu Kitabi’s -Siyeri’l-kebîr (nşr. Selâhaddin el-Müneccid). Kahire 1971, II, 593-817; III, 835-1100; Kâsânî, BedâǿiǾ, VII, 114-127; İbn Kudâme, el-Mugnî, VII, 297-317; X, 475-556; Kurtubî, el-CâmiǾ, VII, 361-364; İbn Teymiyye, es-Siyâsetü’ş-şerǾiyye, Beyrut, ts., s. 30-33; Şirbînî, Mugni’l-muhtâc, III, 92-105; Remli, Nihâyetü’l-muhtâc, Kahire 1389/1969 - Beyrut 1404/1984, VI, 133-151; Buhûtî, Keşşâful-kınâǾ, III, 77-96; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, II, 6; S. A. G. Husaini, Arab Administration, Madras 1948, s. 36-81; Muhammed Hamîdullah, İslâmda Devlet İdaresi (trc. Kemal Kuşçu), İstanbul 1963, s. 110, 176, 200-204; a.mlf., Hz. Peygamberin Savaşları, s. 264-268; a.mlf., İslâm Peygamberi, I, 641-644; Hasan İbrahim Hasan, Târîhu’l-İslâm, Kahire 1968, I, 493-494, 513; M. Ziyâüddin er-Reyyîs, el-Harâc ve’n-nüzumü’l-mâliyye fî’d-devleti’l-İslâmiyye, Kahire 1969, s. 91-95, 112; Bilmen, Kamus2, III, 372-375, 392-399; IV, 104-105; Celal Yeniçeri, İslamda Devlet Bütçesi, İstanbul 1984, s. 243-248; Salih Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984, s. 119-120; Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul 1989, s. 21-22, 26-36; S. M. Hasanuzzaman, Economic Functions of an Islamic State: The Early Experience, Leicester 1991, s. 147-166; M. İbrahim er-Rabbî, el-Feyǿ ve’l-ganîme ve meşârifühümâ, Kahire 1992, s. 23-36; Mv.F, XXXI, 302-321; Th. W. Juynboll, “Ganimet”, İA, IV, 716; F. Løkkegaard, “Fayǿ”, El2 (İng.), II, 869-870; a.mlf., “Ghanîma”, a.e., II, 1005-1006; L. Veccia Vaglieri, “Fadak”, a.e., II, 725-727’; a.mlf., “Khaybar”, a.e., IV, 1142.

Mehmet Erkal