GAFLET

الغفلة

Hukukî işlemlerde kolayca kandırılabilecek derecede saflık, dikkatsizlik ve ihmalkârlığı ifade eden İslâm hukuku terimi.

Gaflet kelimesi sözlükte, “bir şeyi yeterli ölçüde dikkat ve özen göstermediği için unutmak, dalgınlıkla veya unutmadığı halde terk ve ihmal etmek, aldanmak, farketmemek, boş bulunmak” gibi anlamlara gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de otuz beş yerde (bk. M. F. Abdülbâki, el-MuǾcem, ġfl” md.), hadislerde de sıkça geçen (bk. Wensinck, el-MuǾcem, ġfl” md.) gaflet ve türevleri hep bu sözlük anlamı çerçevesinde kullanılır. Gaflet bir yönüyle kişinin irade ve idrak zayıflığını ifade ettiğinden İslâm hukukunun ehliyet, hacir, mükellefiyet gibi ilgili olduğu çeşitli konularında ayrı bir önemle ele alınmış ve giderek terim anlamı kazanmıştır. Ancak gaflet, fıkhın hem usul hem de fürû kısmında ortak bir kavram iken bu kökten türeyen gafil kelimesinin genelde fıkıh usulünde, mugaffel ve zû gaflet kelimelerinin de daha çok fürû-i fıkıhta terimleşerek kısmen farklı anlamlar kazandığı söylenebilir.

İslâm hukuku terimi olarak gaflet, bir kimsenin hukukî işlemlerde kolayca aldatılabilecek derecede saf, dikkatsiz ve tecrübesiz oluşunu ifade eder. Bu durumda olan kimseye “mugaffel” veya “zû gaflet” denilmekte olup literatürde tecrübe azlığı, dalgınlık, saflık, hatta aşırı iyimserlik ve karşısındakine güvenme sebebiyle kâr-zarar hesabını iyi yapamayan, sık sık gabn*e mâruz kalan kişi anlamında kullanılır. İslâm hukukunda ilk olarak akid hürriyeti ve akdi kuran iradeye saygı benimsenmiş ve ölçü alınmış olmakla birlikte hukukun bir ödevi de hukukî ilişkilerde hakkaniyete uygun bir dengeyi kurmak, hak ihlâllerini ve hakedilmeyen mağduriyetleri önlemek, korunması gereken kişi ve haklarla ilgili düzenleme getirmek olduğundan gafletin hacir sebebi olup olmayacağı İslâm hukukçuları arasında ayrı bir tartışma konusu olmuştur.

Hanefî mezhebinde Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in konuya yaklaşımları birbirinden farklıdır. Ebû Hanîfe, Habbân b. Münkız hadisinden hareketle gaflet sahibinin hacredilmeyeceği görüşündedir. Küçük farklılıklarla hemen hemen bütün hadis mecmualarında yer alan bu hadiste, Habbân b. Münkız adlı sahâbînin alışverişlerinde sık sık gabne mâruz kaldığı, ailesinin onun hacredilmesini Hz. Peygamber’den talep ettiği, bunun üzerine Resûl-i Ekrem’in ona alışveriş yapmamasını söylediği, fakat Habbân’ın, “Yâ Resûlallah! Ben alışveveriş yapmadan duramam” karşılığını vermesiyle Hz. Peygamber’in, “Öyleyse alışveriş yaparken ‘aldatma yok’ de, üç gün muhayyerlik hakkına sahip olursun” dediği rivayet edilir (Buhârî, “BüyûǾ”, 48; Müslim, “BüyûǾ”, 48; İbn Mâce, “Aĥkâm”, 24; Ebü Dâvûd, “BüyûǾ”, 66). Ebû Hanîfe esasen hür, akıllı ve baliğ kimsenin ehliyetinin kısıtlanmasını, çok savurgan bile olsa sefihin hacredilmesini uygun görmediğinden gafleti de hacir sebebi saymamıştır. Şeyhîzâde, gaflet sahibi kimsenin kâr-zarar hesabını iyi yapamadığı, saf ve dikkatsiz olduğu için gabne mâruz kaldığı doğru olmakla birlikte bu kimsenin malını ifsat etmediğini ve ifsat kastının da bulunmadığını, Ebû Hanîfe’nin de bu gerekçeye dayanmış olabileceğini belirtir (MecmaǾu’l-enhur, II, 441-442). Çağdaş hukukçulardan Karadâğî de Ebû Hanîfe’nin kanaatini teyit eden şu mütalayı ileri sürer: Kazanç getirici tasarruflarda bulunamamak ve malı zayi etmek açısından aynı kapsamda değerlendirilseler de sefih ile gaflet sahibi arasında şöyle bir farktan bahsedilebilir: Sefih malını bilerek, isteyerek itlâf etmektedir; halbuki gaflet sahibi itlâf etmeyi kastetmez, fakat tecrübesizliği ve saflığı sebebiyle gabne mâruz kalır. Aynı şekilde sefihin idraki tam olmakla birlikte gösteriş düşkünlüğü veya başka sebeplerle malını ölçüsüzce harcar. Halbuki gaflet sahibinin insanları tanıma ve onlarla ticarî ilişkide bulunma açısından kısmî bir kavrayış eksikliği vardır. Öte yandan gafletin sebebi üzerinde de durulmalıdır. Gafletin sebebi tecrübe ve dirayet eksikliği ise bu hacir için bir sebep teşkil etmez; çünkü insanlarla ticarî ilişkiler arttıkça ve piyasa tecrübesi kazandıkça bu eksiklik giderilebilir. Eğer gafletin sebebi akıl zayıflığı ise bu akıl zayıflığının kâr ve zarar arasında temyiz edememe noktasına varıp varmadığına bakılmalıdır. Eğer bu noktaya varmışsa derecesine göre bu kişi ya maǿtûh ya da mecnundur. Ancak temyiz gücünü kaybedecek noktaya varmadığı halde yine de gabne mâruz kalıyorsa hacredilmesi doğru olmaz (Mebdeǿur-rıżâ fi’l-Ǿuķûd, I, 338-340).

Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre hâkim, korumak amacıyla gaflet sahibini alım satım, icâre ve hibe gibi hezl ve ikrahla yapıldığında sahih olmayan ve feshedilebilen tasarruflardan menedebilir. Bu konudaki gerekçeleri, “Sefihlere mallarınızı vermeyin” mealindeki âyettir (en-Nisâ 4/5). Çünkü gaflet sahibi de tıpkı sefih gibi malını itlâf etmektedir. Bu hüküm âyetin delaletiyle Sâbit olduğu için haber-i vâhidle Sâbit olan Habbân hadisiyle buna karşı çıkılması doğru olmaz. Bu iki hukukçu, zecr amacıyla değil gözetim amacıyla sefihin de tasarruflarının kısıtlanacağı görüşündedir. Mâliki, Şafiî ve Hanbelî mezheplerinin görüşleri de böyledir. Hanefî mezhebinde sefihin ve mugaffelin hacri konusunda İmâmeyn’in görüşü esas alınmıştır.

Müteahhir devir Hanefî hukukçularından bir kısmı bu konuyu fesad sebebiyle hacir başlığı altında ele alarak fesadın Ebû Hanîfe’ye göre hacir sebebi olmadığını, Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise fesad sebebiyle hacrin câiz olduğunu belirtmişlerdir. Fesadın iki türünden biri, düzgün tasarrufta bulunamayacak ölçüde saflıktan kaynaklanan akılda hafiflik, diğeri de malı zayi etme derecesine varan müsrifliktir. Bu ikinci türün, yirmi beş yaşına kadar kişiye malının verilmesine engel olduğu hususunda icmâ vardır (Bezzâzî, V, 228). Bu ayrımda birinci türün gafleti, ikinci türün de sefehi çağrıştırdığı görülmektedir. Kâdîhan’ın da sefeh, tebzîr ve gaflet sebebiyle hacir başlığı altında ağırlıklı olarak fesad durumunu incelemesi (Fetâvâ, III, 637 vd.), fesadın bu üç durumu da içine alan geniş bir kavram olarak düşünüldüğünü teyit etmektedir. Bâbertî ise Hidâye’nin fesad sebebiyle hacir bahsini şerhederken buradaki fesadın sefeh anlamına geldiğini, sefehin de insana arız


olan ve onu şerǿin ve aklın hükmüne aykırı davranmaya sevkeden bir hafiflik olduğunu, fakat sefehin fukaha örfünde malın, akıl ve şer’in hükmüne aykırı olarak itlâf ve tebzîri anlamında kullanıldığını belirtmiştir (Ǿİnâye, VIII, 191).

Sonraki dönem Hanefî literatüründe gafletin tanımı ve gaflet sebebiyle hacir konusu ele alınırken malı telef ve zayi etme unsuruna ağırlık verilmiş, bu sebeple gaflet, kazanç sağlayacak tasarruflar yapamamak ve alışverişten geri duramadığı için de gabne mâruz kalacak ölçüde saf kalpli olup ifsad ölçüsüne varmamak olarak tanımlanmış ve bu durumda olan kişinin İmâmeyn’e göre kadı tarafından hacredileceği söylenmiştir (el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 60). Gerek İbrahim el-Halebî’nin, “Malını iyi idare etmesi durumunda mugaffel hacredilmez” ifadesi (Mülteķa’l-ebhur, s. 154), gerekse İbn Âbidîn’in, “Gaflet hacir sebebi değildir. Gaflet sahibi müfsid olmadığı gibi ifsadı da kastetmiyor. Fakat kazanç sağlayıcı tasarruflara yönelememekte, saflığı sebebiyle gabne mâruz kalmaktadır” (Reddu’l-muĥtar, VI, 147) şeklindeki cümleleri, Hanefî ekolünde ifsadın hacir için bir ölçü haline getirilmeye çalışıldığı ve gafletin ifsada varması durumunda hacir sebebi olacağının kabul edildiği izlenimini vermektedir.

Çağdaş İslâm hukukçularının birçoğu, gaflet sahibinin bütün yönlerden sefih gibi davrandığı, gafletin de bir tür sefihlik olduğu görüşündedir (M. Ebû Zehre, s. 464; M. Yûsuf Mûsâ, s. 429-430; Karaman, I, 193). Öyle anlaşılıyor ki bu durum, hem konunun özellikle Hanefî literatüründe fesad başlığı altında incelenmesinden hem de sefehe getirilen tanımlardan kaynaklanmaktadır. Çünkü sefehin tanımlarında söz konusu edilen, maslahatını bilememek ve hiffet-i akl gibi unsurlar her ikisinde de ortaktır. Nitekim Mâliki fakihlerinden İbn Cüzey sefihi, gerek şehvetine uyarak kendisi için infakta bulunsun gerekse kendi maslahatını bilememek sebebiyle olsun “malını ölçüsüzce harcayan kişi” olarak tarif etmiş (Kavânînü’l-aĥkâmi’ş-şerǾiyye, s. 332), Şeyhîzâde de sefehi “hiffet-i akl yüzünden malı maslahatsız bir şekilde itlâf etmek” şeklinde tanımlamıştır (Mecma’u’l-enhur, II, 438).

Usulcülerin kullanımında ise gafil “hitabı anlamayan kişi” mânasında genel bir ifadedir. Usuldüler bu anlamda gafili çocuk, uyuyan, unutan ve sarhoşla örneklendirmiş ve mükellef sayılıp sayılmayacağını tartışmıştır. Usulcülerin çoğunluğu, hitabı anlamadığı gerekçesiyle gafilin şerǾan mükellef tutulmasının imkânsız olduğunu ileri sürmüştür. Gazzâlî, unutanın ve gafil kimsenin (ne ile mükellef tutulduğundan habersiz olan kişi) mükellef tutulmasının mümkün olmadığını, ancak gaflet halindeki fiillerinin yol açtığı malî borçları ödemesi gibi bazı hükümlerin Sâbit olacağını belirtmiştir (el-Mûstaśfâ, I, 84). Fahreddin er-Râzîde gafilin mükellef tutulmasının câiz görülmediğini, “Sorumluluk üç kişiden kaldırıldı” (Buhârî, Ĥudûd”, 66; İbn Mâce, Ŧalâķ”, 15; Ebû Dâvûd, “Ĥudûd”, 17) hadisi yanında bir şeyi yapmanın onu bilme şartına bağlı olduğu, bilmenin bulunmadığı bir durumda yapmanın emredilmesinin güç yetirilemeyecek bir şeyle mükellef tutma olduğu gerekçesiyle açıklar. Sübkî ise güç yetirilemeyecek bir şeyle mükellef tutmayı câiz görüp görmemenin bu hususta bir önemi olmadığını, usulcülerin, emre muhatap olan kişinin hitabı anlamasının veya anlayacak durumda olmasının teklifin şartı olduğunda ittifak ettiklerini, gafilin ise bu şartın eksikliği yüzünden mükellef sayılmadığını belirtmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Wensinck, el-Mu’cem, “ğfl” md.; M. F. Abdülbâkl, el-MuǾcem, “ğfl” md.; Buhârî, “Büyû“, 48, “Hudûd”, 66; Müslim, “Büyû’“, 48; İbn Mâce, “Ahkâm”, 24, “Talâk”, 15; Ebû Dâvûd, “Büyû”, 66, “Hudûd”, 17; Cessâs, Ahkâma’l-Kur’ân (Kamhâvî), II, 212; Gazzâlî, el-Müstaşfâ, I, 84; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 249-251; Kâdîhân, Fetâvâ, III, 637 vd.; Fahreddin er-Râzî, el-Mahsûl, 1/2, s. 43’l-447; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 505; Sirâceddin el-Urmevî, et-Tahsîl mine’l-mahsûl (nşr. Abdülhamîd Ali Ebû Züneyd), Beyrut 1408/1988, I, 330-331; Beyzâvî, Minhâcul-vüsul (nşr. Semire Tâhâ el-Meczûb), Beyrut 1405/1985, s. 27; İbn Cüzey, Kavânînü’l-ahkâmi’ş-şer’iyye, Kahire 1985, s. 332; İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lâmü’l-muvakkı’în, IV, 82; Sübkî, el-İbhâc, I, 154-155; Bâbertî, “İnâye (İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr (Bulak) içinde), VIII, 191; Bezzâzî, Fetâvâ, V, 228; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr (Bulak), VIII, 191-192, 200-201; el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 60; İbrahim el-Halebî, Mülteka’l-ebhur, İstanbul 1309, s. 154; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar (Kahire), VI, 147; Abdurrahman Şeyhîzâde, MecmaǾü’l-enhur, İstanbul 1328 - Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), II, 438, 441-442; M. Ebû Zehre, el-Ahvâlü’ş-şahşiyye, Kahire 1377/1957, s. 464; M. Yûsuf Mûsâ, Ahkâmü’l-ahvâli’ş-şahşiyye, Kahire 1958, s. 429-430; Karaman, İslâm Hukuku, I, 193; M. Mustafa Şelebî, el-Medhal fi’t-TaǾrîf bi’l-fıkhi’l-lslâmî, Beyrut 1403/1983, s. 507; Ali Muhyiddin el-Karadâgî, Mebde’ü’r-rızâ fi’l-Ǿuküd, Beyrut 1406/1985, I, 330-342; Hüseyin Halef el-Cebûrî, ‘Avârizü’l-ehliyye Ǿinde’l-usûliyyîn, Mekke 1408/1988, s. 222-229; “Gaflet”, Mv.F, XXXI, 260-261.

H. Yunus Apaydın