FESAHAT

الفصاحة

Sözün kusursuz ve açık olması anlamında belâgat terimi.

Fesâhat sözlükte “açık seçik olma, havanın açık ve berrak olması, sütün yüzünü kaplayan köpükten arınıp saf ve halis olması” mânalarına gelir. Bundan hareketle sözün kusurlardan arınmış olmasına fesâhat böyle söze veya onu söyleyene de fasîh denilmiştir. Fesâhat önceleri belâgat, beyân ve berâat kelimeleriyle eş anlamlı olarak “güzel ve etkili söz” mânasında kullanılırken daha sonra lafız güzelliğine fesâhat, mâna güzelliğine belâgat, berâat ve beyân denilmeye başlanmıştır.

Bir sözün fasih sayılabilmesi için fesâhata engel olan kusurları taşımaması gerekir. Bu kusurlar lafza ve mânaya ait olmak üzere ikiye ayrılır. Lafza ait başlıca kusurlar şunlardır:

1. Tenâfür. Bir kelime veya cümlenin zor telaffuz edilmesidir. Arapça “hüǾħuc” (deve dikeni), Farsça “zağrîmâş” (deri tüyü), Türkçe “kırktırttım”, “sarımsaklasak” örneklerinde olduğu gibi kelimeyi oluşturan harflerin mahreçlerinin aynı veya yakın olması sebebiyle rahat bir şekilde söylenememesine “tenâfür-i hurûf” denir. Tek başına söylendiğinde telaffuzu kolay olan bir kelimenin mahreç birliği veya yakınlığı sebebiyle cümle içinde diğer kelimelerle birlikte güç telaffuz edilmesine “tenâfür-i kelimât” adı verilir. Meselâ, “Ve ķabru Ĥarbin bi-mekânin ķafrû/Ve leyse ķurbe ķabri Ĥarbin ķabrû” (Harb’in kabri ıssız bir yerdedir, onun kabrinin yanında hiçbir kabir yoktur) beytinde tek başına söylendiklerinde dile güç gelmeyen “kabr”, “kafr”, “kurb”, “harb” kelimeleri peş peşe kullanıldığında cümlenin telaffuzu zorlaşmaktadır. Türkçe, “Şu Şemsi Paşa’nın şemsiyesidir” ifadesinde de tenâfür-i kelimât vardır.

2. Kelimenin morfolojik yapısının kural dışı olması. Buna kıyasa muhalefet de denir. Meselâ Mütenebbî’nin, “İnne beniyye le-liâmün zehedeh/Mâ liye fî śudûrihim min mevdedeh” (Oğullarım beni terkeden alçaklardır. Gönüllerinde bana ait hiçbir sevgi yoktur) beytindeki “mevdede” kelimesinin kurallı biçimi “mevedde”dir. Şiirde zaruret dolayısıyla ve aşırı olmamak kaydıyla imâle ve zihaf gibi kural dışı kullanımlar hoş görülmüşse de bunlar yine de kusur sayılır. Arapça’da şeddeli bir harfi şeddesiz okumak, fethayı kesre yapmak, kelimeden harf atmak ya da eklemek gibi hususlar hoş görülmemiştir. Farsça’da çoğul eki “ân” genellikle canlılar için kullanıldığı halde bazan onun yerine cansızlar için kullanılan “hâ” ekinin getirilmesi de bir kuralsızlık örneğidir. Türkçe’de ötümlüleşmeye dikkat etmemek (meselâ “çakmağı ver” yerine “çakmakı ver” demek), esasen çoğul olan bazı Arapça kelimeleri Türkçe ekle yeniden çoğul yapmak (evrak → evraklar, efkâr → efkârlar), yardımcı fiilleri yanlış kullanmak (“nazîre söylemek” yerine “nazire etmek”, “hulûl etmek” yerine “hulûl bulmak”), yabancı dillerin sentaksına uygun birleşik kelimeler teşkil etmek (çay almak, banyo almak, ders yapmak), bazı kelimelerin sonuna masdariyet “T”si ilâve etmek (“krallık” yerine “kraliyet”, “serbestlik” yerine “serbestiyet”), aslında masdar olan bir kelimeye masdariyet “T”si eklemek (“şebâb” yerine “şebabet”, “Ǿacz” yerine “Ǿacziyet”) bu tür kusurlardandır.

3. Lafzî ta’kīd. Bir ibareyi oluşturan kelimelerin maksadın anlaşılmasını güçleştirecek şekilde sıralanmasıdır. Lafzî ta’kīd, kelimelerin gerçek yerlerinden daha öne veya daha ileriye alınması, yahut ardarda gelmesi gereken kelimelerin arasına başka kelimelerin sokulması suretiyle olur. Cümlelerin bir bütün halinde kavranamayacak derecede uzun veya birçok bağlaçla birbirine bağlanmış olması, yardımcı cümlenin esas cümleyi gölgeleyecek kadar ön plana çıkarılması da lafzî ta’kīde sebep olur. Meselâ Arapça, “Cefaĥat ve hüm lâ yecfaħûne bihâ bihim/Şiyemün Ǿale’l-ĥasebi’l-eġarri delâǿilû” beytinde takdim-tehir sebebiyle lafzî ta’kīd vardır. Bu beytin düzgün bir cümle haline getirilmiş şekli şöyledir: “Cefaħat bihim şiyemün ve hüm lâ yecfehûne biħâ Ǿale’l-ĥasebi’l-eġarri delâǿilû” (Üstün ve soyluluk belirtisi vasıflar onlarla gurur duydu; halbuki onlar bunları hiç de önemsememektedir). Farsça, “Ezîn sû hezârân ezan sû hezâr/Çûn bâ hem zedend küşte şud śad hezâr” (Binlerce asker birbiriyle çarpışınca buradan bin, oradan bin kişi öldürüldü) beytinde “küşte şud” gerektiği yerden uzakta bulunduğundan, yani ikinci mısra “küşte şud çûn bâ hem ...” şeklinde olmadığından beytin mânasının anlaşılması güçleşmektedir. Türkçe, “Güneş levhi değil gökte şuâ üstünde zerrîn-hat/Felek almış eline bir varak hüsnün kitâbından” beytinde “değil” kelimesinin yeri sebebiyle lafzî ta’kīd vardır. “Varak” kelimesinin sıfatı olan “zerrîn-hat” bu kelimeden uzakta bulunduğu için beytin anlaşılması zorlaşmaktadır.

4. Kelimenin veya cümlenin kulak tırmalayıcı bir söylenişi olması (kerâhet-i sem‘). Bazı kelimelerin telaffuzu kolay olmasına rağmen çıkardıkları sesler âhenkli olmayabilir. Arapça “tekeǿkeǿtüm” (toplandınız), “cefeħat” (övündü) gibi. Türkçe’de tek heceli kelimelerin veya aynı fiil kipiyle biten cümlelerin ardarda sıralanması da bu tür kusurlardan sayılır.

5. Harf veya hecelerinin fazlalığı sebebiyle kelimenin uzun olması. Arapça “Süveydâvât”, “müsteşzirât”, Türkçe “kararlaştırılmaksızın”, “sersemleştirilmek” gibi.

6. Za‘f-ı te’lîf. Cümleyi oluşturan öğelerin sıralanışının söz dizimi kurallarına aykırı olmasıdır. Meselâ Arapça’da ibarede önce isim geçer, sonra da ona işaret eden zamir zikredilir. Önce zamiri, sonra da ismi zikretmek bir sentaks bozukluğudur. Bu kusur vezin ve kafiye zaruretiyle bilhassa şiirde çok görülür. Türkçe’de bir sebebe bağlı olmaksızın cümle öğelerinin öne veya sona alınması da za‘f-ı te’lîf meydana getirir (Türkçe’de za‘f-ı te’lîfe yol açan sebepler için bk. Bilgegil, s. 38-40).

7. Gereksiz tekrarlar. Cümlede herhangi bir kelimenin hoşa gitmeyecek ve yeni bir anlam katmayacak biçimde tekrar edilmesiyle tekit, atıf, sıfat türü kelimelerde eş anlamlıların tekrarı cümlenin fasih sayılmasına engel olur. Meselâ Nâbî’nin, “Hüsn-i ta‘bîr verir ma‘nîye hüsn-i dîger/Şevket-i hüsne çok imdâdı olur üslûbun” beytindeki “hüsn” kelimesinin tekrarı gereksiz sayılmıştır.

8. Zincirleme isim tamlamaları (tetâbu‘-i izâfât).

Mânaya ait başlıca kusurlar da şunlardır:

a) Garâbet. Kimsenin duymadığı, kullanmadığı, anlamı ancak sözlüklerde bulunan nâdir ve garîb kelimelerin kullanılmasıdır. Bu tür kusur genellikle şiirde görülür. Mütenebbî’nin bir mısraında geçen “cirişşâ” (soy, asıl, köken) kelimesiyle, Ru’be b. Accâc’ın bir mısraında, övdüğü kimsenin burnunu düzgünlük ve parlaklıkla nitelerken kullandığı “müserrec” (sirâc [kandil] ışığı gibi parlak,


Süreycî kılıcı gibi düzgün ve parlak) kelimesi gibi. Türkçe, “Gece devriyyesinde dikkat et zîrâ/Düşersin ağzına bukturmanın sonra” beytinde yer alan ve “pusudaki asker” anlamına gelen “bukturma” sözünde de garâbet vardır.

b) Manevî ta’kīd. Sözün anlamının hatalı mecaz, istiare ve kinayelerin kullanılması gibi sebeplerle kapalı olması, âdeta kördüğüm haline gelmesidir. Abbas b. Ahnef’in, “Seaŧlubü buǾde’d-dâri Ǿanküm li-taķrabû/Ve teskübü Ǿaynâye’d-dümûǾa li-tecmüdâ” (Yakın olasınız diye evimin sizden uzak olmasını isteyeceğim. Gözlerim dondukları [sevindikleri] için yaşlar dökecek) beytinde “göz yaşının donması”nın “gözlerin sevinmesi”nden kinaye olması gibi. Halbuki “göz yaşının donması” hüzünden kinayedir. Dolayısıyla bu ifadede “donma” (cümûd) kelimesi son derece uzak bir anlamda kullanılmıştır. İbarede mânayı bozan anlam tersliği de (kalb) manevî ta’kīd sayılır. Meselâ Mütenebbî’nin bir mısraındaki, “Keyfe yemûtü men lâ ya’şeķū” (Âşık olmayan nasıl ölür!) ifadesinde anlam tersliği vardır; bunun aslı, “Keyfe lâ yemûtü men ya’şeķū” (Âşık olan nasıl ölmesin ki!) şeklinde olmalıdır. Fehîm’in, “Fehîm pîrehenin etti vakf-ı şu’le-i dâğ/Hudâ bizim dahi mehtâba ver ketânımızı” beytinde de ketenin aydan etkilenmesi çok kapalı bir telmih olduğundan mânevî ta’kīd vardır. Mânevî ta’kīd bazan bir ifadeyi anlam çıkarılamaz hale getirir. Nef‘î’nin, “Âlemin cânı değilsin cân-ı âlemsin sen” mısraı bunun dikkat çekici bir örneğidir.

Bunların dışında, övgü ve yergilerin ilgili kelime ve tabirlerle yapılması; mecaz, istiare, kinaye ve teşbih gibi edebî türlerin yerinde kullanılması; şiir, mektup ve hitabelerde gereksiz ilmî terimlere yer verilmemesi; ibarenin kelimeleri arasında cinas, tıbâk, seci, tenâsüp, mürâât-ı nazîr gibi lafız ve anlam ilgilerinin bulunması; gereksiz ıtnâb, haşiv ve ziyadeden uzak olarak sözün veciz bir biçimde ifade edilmesi de fesahatin şartlarındandır.

Fesahata aykırı görülen hataları yapmamak için lugat, sarf, nahiv, meânî, beyân ve bedî” gibi edebiyat ilimlerini iyi bilmenin yanında özel yeteneğe ve dil zevkine sahip olmak gerekir. Ayrıca büyük edip ve şairlerin eserlerini dikkatle okumak ve iyi bir çevrede yetişmek gibi faktörler de önemli rol oynar.

İslâm’ın ortaya çıkışı esnasında görülen sütanneliği müessesesinin hedeflerinden biri de çocuğun bu yolla fasih konuşma alışkanlığını kazanmasıydı. O dönemde en fasih konuşanlar, şehir hayatından uzak bulundukları için yabancılarla karışmamış, dolayısıyla dilleri bozulmamış olan çöl Araplar’ı idi. Hz. Peygamber’in sütannesi Halîme’nin mensup olduğu Benî Sa’d da en fasih konuşan kabilelerden biri olarak tanınmıştı.

Arapça’da fesahat konusunda yazılmış en kapsamlı eser İbn Sinan el-Hafâcî’nin (ö. 466/1073-74) Sırrü’l-feśâĥa’sıdır. Türkçe’de fesahatla ilgili en derli toplu bilgi M. Kaya Bilgegil’in Edebiyat Bilgi ve Teorileri adlı kitabında bulunmaktadır (s. 25-43).

BİBLİYOGRAFYA:

Cevherî, eś-Śıĥâĥ, I, 391; Lisânü’l-ǾArab, “fśĥ” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “fśĥ” md.; Türk Lugatı, III, 641; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lugatı (İstanbul 1937), İstanbul 1973, s. 45; Abdülkāhir el-Cürcânî, Delâǿilüü’l-iǾcâz (nşr. Mahmûd Muhammed Şâkir), Kahire 1375, s. 35-38, 43-66; a.mlf., el-Medħal fî DelâǾili’l-iǾcâz, Kahire, ts., s. 292-293; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iǾcâz, Amman 1985, s. 45-53; Ebû Ya’kūb es-Sekkâkî, Miftâĥu’l-Ǿulûm, Kahire 1318, s. 176; İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevî Tabâne), Riyad 1403/1983, I, 141-148; Hatîb el-Kazvînî, Telhîśü’l-miftâĥ, İstanbul 1312, s. 6-10; Teftâzânî, Muħtaśarü’l-MeǾânî, İstanbul 1304, s. 12-21; Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 58-92; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, Bulak 1253, s. 276; Abdünnâfi‘, İffet, en-Nef‘u’l-muavvel, İstanbul 1289, I, 32-47; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgatı Osmâniyye, İstanbul 1299; Mehmed Rif’at, Mecâmiu’l-edeb, İstanbul 1308, s. 14-64; Mehmed Zihni Efendi, el-Kavlü’l-ceyyid, İstanbul 1327, s. 30-47; Reşîd, Nazariyyât-ı Edebiyye, İstanbul 1328, s. 14-133; Celâleddîn-i Humâyî, Fünûn-ı Belâġat ve ŚınâǾât-ı Edebî, Tahran 1363, s. 9-24; Mustafa Sâdık er-Râfiî, Târîħu âdâbi’l-ǾArab, Beyrut 1394/1974, I, 131-133; Muhammed Reşâd el-Hamzâvî, Ĥavliyyâ-tü’l-CâmiǾâti’t-Tûnisiyye, Tunus 1978, s. 48-63; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Ankara 1980), İstanbul 1989, s. 25-43; Hammâdî Sammûd, et-Tefkîrü’l-belâġī, Tunus 1981, s. 433; Seyyid Ahmed el-Hâşimî, Cevâhirü’l-belâġa, İstanbul 1984, s. 6-31; Câbir Kamīha, Edebü’r-resaǿil, Kahire 1406/1986, s. 111-112; Abdülfettâh el-Besyûnî, Ǿİlmü’l-meǾânî, Kahire 1408/1987, I, 12-23; Tevfîk Ali el-Fil, “el-Feśâĥât (27. Risâle)”, Ĥavliyyâtü Külliyyeti’l-Âdâb, sy. 6, Küveyt 1405/1985, s. 9-51; Mahmûd Abdullah el-Ceffâl, “Meķāyîsü’l-feśâĥa fî’l-ķarni’l-ħâmisi’l-hicrî”, MMLAÜr., II, (1987), s. 147-189; Muhammed Abdüşşehîd en-Nu’mânîn, “Nefaĥât mine’l-feśâĥati’n-nebeviyye”, ed-Dirâsâtü’l-İslâmiyye, XXII, Islâmâbâd 1987, s. 27-48; A. Schaade, “Fesahat”, İA, IV, 575-576; G. E. von Grunebaum, “Faśāĥa”, El2 (İng.), II, 824-827.

Mustafa Çuhadar