FÂTİHA SÛRESİ

سورة الفاتحة

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi.

Mekke devrinin ilk yıllarında tamamı bir defada inmiştir (Vahidî, s. 19-20; Zerkeşî, I, 207; Süyûtî, I, 30, 34; M. Abdülazîm ez-Zürkānî, I, 88-89). Bazı kaynaklarda Medine döneminde, yahut önce Mekke’de namazın farz kılındığı esnada, sonra da Medine’de kıblenin tahvili sırasında olmak üzere iki defa nâzil olduğuna dair rivayetlere yer verilmişse de bunlara itibar edilmemiştir (Vahidî, s. 19-20; Fahreddin er-Râzî, I, 177; Süyûtî, I, 35, 43; Âlûsî, I, 33). Fâtiha’nın Mekkî oluşunun iki önemli delili vardır. Bunlardan biri, Mekkî olan Hicr sûresinde, “Biz sana tekrarlanan yediyi (es-seb‘u’l-mesânî) ve Kur’ân-ı azîm’i verdik” meâlindeki âyettir (15/87). Genellikle bu âyette geçen “es-seb‘u’l-mesânî” ile Fâtiha’nın kastedildiği kabul edilmektedir (Buhârî, “Tefsîr”, I/1; Vâhidî, s. 19-20; Fahreddin er-Râzî, I, 177; Şevkânî, I, 15). İkinci delil de beş vakit namazın Mekke döneminde farz kılınmasıdır. Hz. Peygamber’in, “Fâtiha sûresi (Fâtihatü’l-kitâb) okunmadıkça hiçbir namaz sahih olmaz” meâlindeki hadisinin (Dârimî, “Śalât”, 36; İbn Mâce, “İķāme”, 11; Tirmizî, “Mevâķīt”, 69, 115, 116) gereği olarak farz kılındığı günden beri namazlarda Fâtiha sûresi okunmaktadır. Ayrıca kaynaklarda Hz. Ali’nin. “Fâtihatü’l-kitâb arşın altındaki bir hazineden Mekke’de nâzil oldu” şeklinde bir sözü yer almaktadır (Vâhidî, s. 19-20; Süyûtî, I, 34-35; Şevkânî, I, 14). Sûrenin fâsıla*sı (م‘ ن) harfleridir.

Fâtiha “açmak, açıklığa kavuşturmak, sıkıntı ve meşakkati gidermek, başlamak” anlamındaki feth kökünden türemiş bir isim olup hâtimenin zıddı olarak “bir şeyin evveli, baş tarafı, başlangıcı, giriş” mânasında kullanılır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ftĥ” md.; Lisânü’l-ǾArab, “ftĥ” md.). “Fâtihatü’l-kitâb” tamlamasının kısaltılmış şekli olan Fâtiha Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi ve bir bakıma onun önsözü olduğu için bu adı almıştır. Kur’an’ın tertibi ve yazılması


itibariyle birinci sûre olması yanında ayrıca namazdaki kıraat rüknünün yerine getirilmesine bu sûre ile başlandığı ve nihayet bir bütün olarak indirilmiş sûrelerin de ilki olduğu için ona bu ismin verilmiş olduğu düşünülebilir.

Elhamd (halk ağzında Elham) Fâtiha sûresinin Türkçe’deki en meşhur adı olup “Sûretü’l-hamd” tamlamasının kısaltılmış şeklidir. Bu adlandırma, sûrenin ilk kelimesi olan “el-hamd” lafzından veya sûrenin bütünüyle hamd mânasını taşımasından kaynaklanmış olmalıdır. Fâtiha’nın çeşitli özelliklerini ifade eden daha başka isimleri de vardır. Âlûsî bunları yirmi ikiye kadar çıkarmıştır (Rûĥu’l-meǾânî, I, 34). Ümmü’l-Kur’ân (Kur’ân’ın aslı, özü), ümmü’l-kitâb, esas (temel kaynak), vâfiye (tam, bütün), kâfiye (yeterli), kenz (hazine), es-seb‘u’l-mesânî (namazların her rek‘atında ve çeşitli vesilelerle tekrarlanan yedi âyet), şükr, dua, şâfiye (şifa veren) bu isimlerden bazılarıdır (Taberî, I, 107-110; Âlûsî, I, 34; Elmalılı, I, 5-6).

Fâtiha’nın âyet sayısının yedi olduğu hususunda ittifak bulunmakla birlikte başındaki besmelenin sûreye dahil olup olmadığı ihtilaflıdır. Şâfiîler’e göre Fâtiha’nın birinci âyeti besmeledir; son âyeti ise’’صراط الذين أنعمت عليهم‘‘ ile başlar, ’’ولا الضالين‘‘ ile biter. Hanefîler’e göre besmele Fâtiha’ya dahil değildir; birinci âyet ’’الحمد لله رب العالمين‘‘, son âyet ise ’’غير المغضوب عليهم‘‘ dir. Sonunda söylenen “âmin” sözü Fâtiha’dan bir kelime olmadığı gibi Kur’an’dan bir âyet de değildir.

Fâtiha sûresi, hamdin âlemlerin rabbi Allah’a ait ve mahsus olduğunu bildiren âyetle başlar. Bu âyet, Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûl sebeplerinin başında yer alan tevhidi ifade ve ilân etmektedir (Reşîd Rızâ, I, 36). Endülüslü müfessir İbn Cüzey de Fâtiha’nın ilk âyetindeki “rabbi’l-âlemîn” terkibinin tek başına tevhid akîdesini dile getirdiğini, başındaki “el-hamdü lillâh” ile birlikte ele alındığında ise âyetin kelime-i tevhidden daha kapsamlı bir mâna taşıdığını söyler (Kitâbü’t-Teshîl, I, 57). Bu âyeti Allah’ın esirgeyen ve bağışlayan (rahman ve rahîm), aynı zamanda din gününün sahibi ve hükümranı olduğunu ifade eden övgü âyetleri takip eder. Allah’ın sonsuz merhametini ve yüce kudretini bildiren giriş niteliğindeki hamd ve senâ âyetlerinin ardından bu yüce kudret sahibi karşısında insanoğlunun durumunu belirleyen âyet gelir. “Biz ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” meâlindeki bu âyetle üçüncü şahıstan ikinci şahsa geçilir. İltifat sanatı denilen bu geçiş sadece edebiyat bakımından ifadeye bir incelik ve güzellik kazandırmakla kalmaz, aynı zamanda kulun dindarlığı açısından da çok önemli bir gerçeği dile getirir. Çünkü kişinin mümin bir kul sayılması, ilâhî otoriteye kendi istek ve iradesiyle teslim olduğunu ikrar etmesine bağlıdır. İnsanın kulluğu bu otoriteyi baskı zoruyla değil gönüllü olarak kabullenmiş olmasıyla bir anlam ve değer kazanır.

Sûrede Allah’tan nelerin isteneceği, ayrıca istemenin usul ve âdabı da öğretilmektedir. Buna göre istemenin şartları önce ne istediğini bilmek, sonra ona gerçekten ihtiyacı olduğunu belirtmek, daha sonra da onu elde etmek için yapılması gerekeni yapmaktır. Böylece gerçek dua, nimeti hayal ve arzu etmek değil o nimete ulaşmanın doğru yoluna girmek ve o yolda sebat edip ilerlemektir. Fâtiha sûresi inanan insana kesin bir düstur ve şaşmaz bir formül halinde hidayetle ibadetin önemini ve ebedî nimetin elde ediliş yöntemini bildirmektedir. Böylece sûreyi okuyan mümin Allah’a kul olduğunu ifade ve ikrar ettikten sonra kendisiyle yaratıcısı arasında hiçbir aracı bulunmadan doğrudan doğruya ona seslenir. Ebedî saadete ve nihayetsiz nimetlere ulaştıran doğruluk ve dürüstlük yolunda ilâhî lutfa nâil olmuş iyilerin izini takip ederek ilerlerken gazaba uğramışların, şaşırmış ve sapmışların durumuna düşmemek için Allah’tan hidayet ve yardım ister.

Allah ile kul arasında bir tür sözleşme ve antlaşma olarak da değerlendirilen Fâtiha sûresi Allah-insan ilişkisinin mahiyetini ortaya koyar ve bunun hangi kurallara bağlı olarak sürdürüleceğini öğretir. Ayrıca söz konusu ilişkinin tek taraflı olarak kulun gayretiyle değil mutlaka Allah’ın hidayet ve yardımıyla sağlanacağını vurgular. Sûrenin ilk yarısı kulun Allah’a hamd ve övgüsünü, ikinci yarısı da onun Allah’tan isteklerini dile getirir. Śaĥîĥ-i Müslim’de yer alan şu hadis bu diyalogun önemine dikkat çeker: “Fâtiha’yı okuyan kul, ‘Âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun’ dediğinde Allah, ‘Kulum bana hamdetti’ der. Kul, ‘Allah esirgeyen ve bağışlayandır’ deyince, ‘Kulum beni övdü’ der. Kul, ‘O din gününün hükümdarıdır’ deyince, ‘Kulum beni yüceltti” der. Kul, ‘Biz ancak sana ibadet eder, yalnızca senden yardım dileriz’ deyince, “Bu benimle kulum arasındadır, artık kulum ne isterse olacaktır’ der. Kul, ‘Bize doğru yolu göster, nimet verdiklerinin yolunu; gazaba uğramışların ve şaşırıp sapmışların yoluna değil’ deyince Cenâb-ı Hak, ‘İşte bu yalnızca kulum içindir, isteği yerine gelecektir’ der” (“Śalât”, 38, 40).

Bütün tefsirlerde besmelenin başındaki “bâ” (ب) harfinin “iltisâk” (Allah ile insan arasında ilişki ve bağlantı) anlamı taşıdığına önemle dikkat çekilmiştir. Bu bağlantının bir tarafında ulûhiyyet ve rubûbiyyet, diğer tarafında insaniyet ve ubûdiyyet makamı vardır. Fâtiha sûresinin de bu şekilde iki bölümden oluştuğu görülür. Övgü ve tazim cümlelerinden meydana gelen ve ulûhiyyete dair olan ilk bölümde Allah’ın insanlara yönelik iltifatının en çarpıcı ifadeleri olmak üzere rab (yapıp yaratan, yetiştirip geliştiren, terbiye eden), rahmân ve rahîm isimleriyle, O’nun mutlak hâkimiyet ve hükümranlığının âhirette de devam edeceğini belirten “mâliki yevmi’d-dîn” ifadesi yer almıştır. Bütün bu nitelikleri dolayısıyla hamd (her türlü övgüler, güzellikler, yetkinlikler) O’na mahsustur. Dua ve niyaz üslûbunun hâkim olduğu ikinci bölümde insanların Allah’a bağlılıklarının temel unsurları olmak üzere “ibadet” ve “istiâne” kavramları yer almaktadır. Ulûhiyyet bölümünde ifade edildiği üzere insanların bu dünyadaki inanç ve amellerine göre âhiretteki durumlarını rahman ve rahîm olan Allah’ın şaşmaz adaleti belirleyeceği için yalnız O’na ibadet etmek ve yalnız O’ndan yardım dilemek (istiâne) gerekir. İnsan bu beyanı ile kulluğunu, tevhid inancını, tevekkül ve teslimiyetini, ihlâs ve kararlılığını Allah’a arzetmiş olur. Bu seviyeye ulaşan bir iman ve aynı ölçülerle düzenlenen bir amel ve hayat çizgisi “sırât-ı müstakîm”dir. Ömür boyunca bu çizgiyi takip etmenin zorluğu sebebiyle insan bu yolda sürçebilir ve sonuçta kötülüklere rızâ göstermeyen Allah’ın öfkesine mâruz kalmış olan sapmışların yoluna kayabilir. “Bizi doğru yola ilet” sözleriyle başlayan dua cümleleri, bu büyük tehlike karşısındaki aczinin ve kendi kendine yeterli olmadığının bilincine varan insanın âlemlerin rabbi, rahman ve rahîm olan Allah’a sığınarak hidayetiyle kendisini desteklemesi şeklindeki niyazını ifade etmektedir.

Sûredeki ifadeler çoğul sigasıyla olup müslümanlar için toplum hayatının ve toplumsal dayanışmanın önemini, cemaat ve ümmet şuuruyla birlik ve beraberlik içinde “sırât-ı müstakîm” üzere hareket etmeleri gereğini ortaya koyar. Bu amaca yönelik olarak cemaatle kılınan namazda imamın kıraatinin aynı


zamanda cemaatin kıraati yerine geçmesi Fâtiha’daki bu kapsamlı ifade özelliğinden dolayıdır.

Fâtiha sûresi önce Allah’ı en belirgin nitelikleriyle tanıtmakta ve insanı sağlam bir imanla O’na yöneltmekte, yaratıcıya ve yaratılmışlara karşı sorumluluk duygusuyla hareket etmeyi dinin ve dindarlığın temeli olarak belirlemektedir. Sûrenin, insanoğlunu yaratıcısıyla ve hemcinsleriyle uyum içinde yaşatmak şeklindeki evrensel hedefi gerçekleştirmeyi gaye edindiği dikkate alınırsa onun sadece Kur’an’ın özü değil aynı zamanda bütün hak dinlerin de özü olduğu sonucuna varılabilir.

Bir yoruma göre Bakara sûresi Fâtiha sûresinin açıklamasıdır; başta Âl-i İmrân olmak üzere diğer bütün sûreler de Bakara sûresinin tefsiridir. Nitekim Fâtiha’da Allah’tan hidayet istenir; onu takip eden Bakara sûresi, bu kitabın müttakileri hidayete erdirmek amacıyla gönderilmiş olduğunu bildiren âyetle başlar. Fâtiha’nın Kur’an’ın bir özeti olduğu kabul edilirse onun bütün Kur’an sûreleriyle ilişkili bulunduğunu düşünmek mümkün olur. Ancak Kur’an’ın Fâtiha’dan, Fâtiha’nın besmeleden, besmelenin de başındaki “bâ” (ب) harfinden ibaret olduğu yolundaki rivayet ve İddialar muhtemelen Bâtınîlik ve Hurûfîlik tesirleriyle ortaya çıkmıştır. Bunlar, Kur’an âyetlerinin ahkâmını küçümsemeye yönelik amaçlar taşımasından kaygı duyulan ve ciddiye alınmaması gereken beyanlardır. Fâtiha’nın yedi kısa âyetten oluşmasına rağmen konusunun önemi ve mâna zenginliği bakımından Kur’an’ın en faziletli ve muhtevalı sûresi olduğu gerçeği, bu sûreyi Kur’ân-ı Kerîm’in tamamı yerine ikame etme ve diğer bütün sûreleri gereksiz görme gibi bir kanaate götüren böyle bir Hurûfî-Bâtınî anlayışı haklı çıkarmaz.

Fâtiha’nın Kur’an’daki en büyük sûre olduğu, Tevrat ve İncil’de bir benzerinin bulunmadığı, Bakara sûresinin son âyetleriyle birlikte “iki nûr” diye anıldığı ve geçmişte hiçbir peygambere benzerinin verilmediği, şifa niyetiyle okunduğu takdirde tesirinin görüleceğine dair hadisler vardır (bk. Müsned, III, 450; Dârimî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 12; Buhârî, “Tefsîr”, I/1, 15/3, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 9, “Ŧıb”, 34; Müslim, “Selâm”, 66; Ebû Dâvûd, “Ŧıb”, 19; Nesâî, “İftitâĥ” 26). Fâtiha’nın faziletiyle ilgili rivayetlere hadis mecmuaları yanında tefsir kitaplarında da geniş yer verilmiştir. Bu sûrenin her türlü hayırlı faaliyetlerin başında veya sonunda, çeşitli vesilelerle tertip edilen meclislerde, merasimlerde, kabirlerde vb. yerlerde dua niyetiyle okunması zamanla Müslümanlığın en köklü şiarlarından biri haline gelmiş, ayrıca hemen bütün tekke ve tarikatların ezkâr ve evrâdı içinde mutlaka Fâtiha’nın da yer alması hususu tasavvuf geleneğinde kesintisiz olarak sürdürülmüştür.

Bazı tefsirlerde Fâtiha’ya çok geniş yer ayrıldığı görülmektedir (meselâ bk. Fahreddin er-Râzî, I, 173-290; Elmalılı, I, 3-145). Öte yandan sûre hakkında müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Bunlardan Râgıb el-İsfahânî’nin Tefsîru sureti Fâtiĥati’l-Kitâb (Millet Ktp., Feyzullah Efendi, nr. 2141/1), Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-Ǿulûm (Bağdat Evkaf Ktp., nr. 2316-2317), Sadreddin Konevî’nin İǾcâzü’l-beyân fî tefsîri Ümmi’l-Ķurǿân (Süleymaniye Ktp., Yenicami, nr. 62), Yâfiî’nin el-Envârü’l-lâǿiĥa fî esrâri’l-Fâtiha (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 79/1), Molla Fenârî’nin ǾAynü’l-aǾyân fî tefsîri’l-Fâtiĥa (Süleymaniye Ktp., Amcazâde Hüseyin Paşa, nr. 33), Zebîdî’nin eŧ-Ŧarîķatü’l-vażıĥa ilâ esrâri’l-Fâtiĥa (Süleymaniye Ktp., Şâzelî, nr. 103/2), Devvânî’nin Tefsîrü’l-Fâtiĥa (Süleymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 2074/1), Allâmek el-Bosnevî’nin el-Hâdî (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 2096/1), Esad Erbilî’nin Fâtiha-i Şerîfe Tercümesi (İstanbul 1327), Habîb b. Ali’nin Kitâbü miftâĥi’l-Fâtiĥa (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 2855) adlı eserleri zikredilebilir. Fâtiha sûresini çeşitli yönlerden inceleyen bu tür eserler konusunda Ziya Demir tarafından bir yüksek lisans çalışması yapılmıştır (bk. bibl.).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “fth” md.; Lisânü’l-ǾArab, “fth” md.; Müsned, II, 285; III, 450; V, 114; Dârimî, “Salât”, 36, “Fezâǿilü’l-Kurǿân”, 12; Buhârî, “Tefsîr”, 1/1, 15/3, “Fezâǿilü’l-Kurǿân”, 9, “Tıb”, 34; Müslim, “Salât”, 38, 40, “Selâm”, 66; İbn Mâce, “İkâme”, 11; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 52, “Tıb”, 19; Tirmizî, “Fezâǿilü’l-Kurǿân”, 1, “Mevâkît”, 69, 115, 116; Nesâî, “İftitâh”, 26; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Şâkir), I, 107-110; Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl (nşr. İsâm b. Abdülmuhsin el-Humeydân), Beyrut 1411/1991, s. 19-20; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, I, 173-177; Kurtubî, el-CâmiǾ, I, 113-114; X, 55; İbn Cüzey, Kitâbü’t-Teshîl (nşr. M. Abdülmün’im el-Yûnusî - İbrâhim Atve İvâz), Kahire, ts. (Dârü’l-Kütübi’l-hadîse), I, 55-59; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Kurǿân, I, 21-22; Zerkeşî, el-Burhân, I, 207; Tecrid Tercemesi, XI, 35-37; Süyûtî, el-İtkân (Bugâ), I, 30, 34-35, 43; Şevkânî, Fethu’l-kadîr, I, 14-15; Âlûsî, Rûhu’l-meǾânî, I, 33-34; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, I, 36; Elmalılı, Hak Dini, I, 5-6; M. Abdülazîm ez-Zürkanî, Menâhilü’l-Ǿirfân, Kahire, ts. (Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye), I, 88-89; Abdullah Aydemir, Kur’ân-ı Kerîm’in Faziletleri, İzmir 1981, s. 103-111; Ziya Demir, İstanbul Kütüphanelerinde Mevcut Matbu ve Yazma Fâtiha Tefsirleri (yüksek lisans tezi, 1987), MÜ İlâhiyat Fakültesi Ktp., nr. 18515, s. VII-XVI, 1, 8, 36, 54, 85, 108, 139-140; Muhammed Mahmûd es-Savvâf, Fâtihatü’l-Kurǿân ve cüzǿü Ǿamme, Cidde 1406/1985, s. 28-57; R. Paret, “Fatiha”, EI² (İng.), II, 841; Zuhûr Ahmed Azhar, “el-Fâtiha”, UDMİ, XV, 2-7.

Emin Işık




Fıkıh. Fâtiha sûresinin namazda okunmasının gerekli olduğu hususunda fakihler arasında görüş birliği bulunmakla birlikte bu gerekliliğin derecesi, namaz rek‘atlarına ve türlerine göre dinî hükmü, Fâtiha okumayı bilmeyen kimsenin durumu gibi konularda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Her ne kadar namaz ibadeti, genellikle Hz. Peygamber’den öğrenilen ve nesilden nesile intikal eden bir uygulamaya dayanıyorsa da bununla ilgili bazı hususlarda farklı yorumlara elverişli hadislerin ve uygulama örneklerinin bulunması fakihler ve hukuk ekolleri arasında görüş ve yorum farklılıklarının doğmasına sebep olmuştur.

Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre farz ve nâfile ayrımı yapmaksızın tek başına kılınan bütün namazların her rek‘atında Fâtiha sûresini okumak farzdır. Çünkü Hz. Peygamber Fâtiha’sız namazın olmayacağını veya eksik kalacağını açıkça belirtmiştir (Müslim, “Śalât”, 34-36, 38, 41; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 132; Tirmizî, “Śalât”, 116). Hanefî mezhebine göre ise namazda Fâtiha’yı okumak vâciptir. Bu mezhebin hukukçularına göre, “Kuran’dan kolayınıza geleni okuyun” (el-Müzzemmil 73/20) meâlindeki âyet mutlak bir hüküm belirtmekte ve namazdaki Kur’an okuma (kıraat) şartının herhangi bir sûre veya sûrenin bir bölümünün okunması ile yerine getirilebileceğini ifade etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’deki bu hükmün Fâtiha sûresiyle kayıtlanması “nas üzerine ziyade” sayılmakta, bu da Hanefî usulünde nesih kabul edilmektedir. Nesih ise ancak kati bir delille mümkün olup yukarıda geçen ve haber-i vâhid durumunda olan hadislerle nesih câiz değildir. Diğer bir ifadeyle rükün* seviyesindeki bağlayıcı bir hüküm ancak kesin delille sabit olur. Haber-i vâhid bir ameli vâcip kılsa bile onu rükün haline getirmeye yetmez. Sonuç olarak Hanefîler âyetin mutlak hükmüne dayanarak Kur’an’dan bir bölüm okumayı rükün yani farz, hadislere dayanarak


da Fâtiha okumayı vâcip kabul etmişlerdir. Ayrıca Fâtiha’sız namazın olmayacağı yönündeki hadisleri de kemalin gerçekleşmeyeceğine hamledip Fâtiha’sız namazdaki eksikliğin zata değil vasfa ait olduğunu söylemişlerdir. Öte yandan Hz. Peygamber’in, namaz kılış şeklini beğenmediği bir sahâbîye namazın nasıl kılınacağını anlatırken tekbir aldıktan sonra kolayına geldiği kadar Kur’an okumasını söylemesi de (Müslim, “Śalât”, 45) Hanefîler’in görüşünü destekler mahiyettedir. Ancak Hanefî fıkıh literatüründe yer alan konuyla ilgili delil ve gerekçelerin önemli bir kısmının mezhebin bu görüşünü desteklemek amacıyla sonraki dönemlerde geliştirildiği söylenebilir.

Hanefîler’e göre Fâtiha’nın okunması sünnet ve nâfile namazlarla vitir namazının her rek‘atında, farz namazların ise ilk iki rek‘atında vâciptir. Cemaatle kılınan namazlarda imama uyan kimsenin Fâtiha’yı okuyup okumayacağı hususu fıkıh literatüründe ayrıntılı olarak tartışılmıştır. Hanefîler’e göre cemaatle kılınan namazlarda imam ister açıktan (cehrî) ister gizli okusun ona uyan kimsenin Fâtiha’yı okuması gerekmez, hatta okuması mekruh sayılır. Şâfiîler’e göre imama uyan kimsenin kıraatin hem açıktan hem de sessiz olduğu rek‘atlarında Fâtiha okuması farzdır. Bundan dolayı Şâfiîler, imamın açıktan okuduğu rek‘atlarda Fâtiha’dan sonra cemaatin de okumasına imkân vermek için kısa bir ara vermeyi uygun görürler. Mâlikî ve Hanbelî fakihlerine göre ise imamın açıktan okuduğu rek‘atlarda cemaatin onu dinlemesi gerekir, sessiz okuduğu rek‘atlarda Fâtiha’yı okuması menduptur.

Fâtiha’yı henüz öğrenemeyen veya öğrendiği halde telaffuz etme yeteneği bulunmayan kimsenin namazda ne okuması gerektiği hususu da fakihler arasında tartışılmıştır. Ebû Dâvûd ile Nesâî’nin naklettikleri bir rivayete göre, Kur’an’ı öğrenme gücünün yetersiz olduğunu belirterek Kur’an yerine geçecek bir şey öğretmesini isteyen kimseye Hz. Peygamber şunu okumasını söylemiştir: “Sübhānellāhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilahe illallāhu vallāhu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” (Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih ile ona hamdederim. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah büyüktür, her türlü tasarruf ve kudret ancak yüce Allah’a aittir). Ebû Dâvûd’un rivayetinde yer aldığına göre aynı kişinin, “Bu sözlerin hepsi Allah içindir, kendim için ne diyeyim?” diye sorması üzerine Resûl-i Ekrem şu duayı okumasını tavsiye etmiştir: “Allāhümmerhamnî ve’rzuķnî ve âfinî ve’hdinî (Allahım! Bana merhamet et, bana rızık ver, âfiyet ihsan et ve beni hidayete erdir) (Ebû Dâvûd, “Śalât”, 135; Nesâî, “İftitâĥ”, 32). Hanbelî fakihleri, namazda Fâtiha sûresini okuyamayan kimsenin âyet ve harf sayısı bakımından ondan az olmayacak başka âyetler okumasının câiz olduğunu söylemişlerdir. Eğer Fâtiha sûresinin bir âyetini biliyorsa bu âyeti yedi defa tekrar etmesi başka âyetler okumasından iyidir. Yalnızca Kur’an’dan bir âyet bilmesi durumunda da hüküm aynıdır. Ancak hiç âyet bilmiyorsa hadiste geçen duayı okur. Duanın tamamını okuyamaması halinde bir kısmını tamamına denk olacak ölçüde tekrar eder. Bunu da yapamazsa Fâtiha okuyacak kadar bir süre ayakta bekledikten sonra rükûa gider. Bu durumdaki kimse namazını cemaatle kılmaya gayret etmelidir. Şâfiîler de bu konuda Hanbelîler’in görüşünü benimsemekle birlikte Fâtiha sûresinin yerine okunacak duayı belirlememişler, bu sûreden kısa olmamak şartıyla herhangi bir duayı veya zikri geçerli saymışlardır. Mâlikî mezhebine göre Fâtiha sûresini okuyamayan kimsenin namazı cemaatle kılması gerekir. Cemaate yetişememesi veya imam bulamaması halinde ise mezhepte, bu durumdaki bir kimsenin zikir ve tesbihle Fâtiha’nın yerini doldurması veya hiçbir şey söylemeden beklemesi şeklinde iki görüş vardır. Hanefîler’den Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed daha farklı bir yaklaşımla, Fâtiha’nın aslını okuyamayan kimsenin öğreninceye kadar mealini Farsça olarak (Arapça dışındaki dillerden biriyle) okuyabileceğini söylemişlerdir. Ebû Hanîfe, Kur’an’ın asıl rüknünün mânası olduğu noktasından hareketle Arapça telaffuza güç yetirilsin veya yetirilmesin namazda Fâtiha’nın anlamının da okunabileceğini ileri sürmüşse de bu konuda mezhepte hâkim olan görüş imâmeynin görüşüdür. Ebû Hanîfe’nin bu görüşünden daha sonra vazgeçtiği yolundaki ifadeler de ikinci görüşü desteklemeyi hedef almaktadır. Namazda kıraatin zaruret hali dışında aslından başka bir dille olamayacağına dair görüşün dayanağı, birçok âyette (meselâ bk. Yûsuf 12/2; Tâhâ 20/113; Fussilet 41/3) Kur’an’ın Arapça bir kitap olduğunun belirtilmesi, ayrıca mânası yanında lafzıyla da mûcize olması sebebiyle “Kur’an” kelimesinin ancak Arapça metin için kullanılabileceği, tercümelere ise Kur’an denilemeyeceği gibi hususlardır. Ayrıca Fâtiha’nın ve diğer namaz sûrelerinin ezberlenmesinde fazla güçlük bulunmadığı gibi İslâm’ın en önemli ibadetlerinden olan namazın müslümanlarca ortak bir ibadet diliyle kılınmasında da büyük faydalar vardır. Bu sebeple İslâm tarihi boyunca bütün müslüman toplumlarda namaz Kur’an’ın aslı ile kılınmış, Hanefî hukukçularının özellikle yeni müslüman olanları göz önünde bulundurarak getirdikleri çözüme fazla ihtiyaç hissedilmemiştir.

Fâtiha’nın arkasından “âmin” demek dört mezhebe göre de sünnettir. Ancak cemaatle kılınan namazlarda bu konuda bazı görüş ayrılıkları mevcuttur (bk. ÂMİN).

Fâtiha sûresinin başındaki besmelenin bu sûreden sayılıp sayılmayacağı konusu İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır. İmam Mâlik ve Evzâî ile daha çok ilk dönem Hanefî ve Hanbelî fakihleri besmelenin başında bulunduğu sûrenin âyeti sayılmayacağını söylerken Şâfiî’ye ve ayrıca Ahmed b. Hanbel’den nakledilen bir rivayete göre besmele Fâtiha’nın ve başında bulunduğu sûrelerin ilk âyetidir. Ebû Hanîfe, Dâvûd ez-Zâhirî ve bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel, besmelenin başında bulunduğu sûrelerden bağımsız birer âyet olduğu kanaatindedirler. İmam Şâfiî’den nakledilen bir diğer rivayete göre ise sadece Fâtiha sûresinin başındaki besmele bu sûrenin bir âyeti sayılır (daha fazla bilgi için bk. BESMELE). Âyet olduğunu kabul edenlere göre namazda besmele okunmasının hükmü Fâtiha okunmasının hükmü gibidir. Aynı şekilde cenaze namazında Fâtiha sûresinin okunması konusunda da mezhepler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır (bk. CENAZE).

BİBLİYOGRAFYA:

Müslim, “Şalât”, 34-36, 38, 41, 45; İbn Mâce, “İkâme”, 11; Ebû Dâvûd, “Salât”, 132, 135; Tirmizî, “Salât”, 116; Nesâî, “İftitâh”, 32; Sahnûn, el-Müdevvene, I, 64-68; Cessâs, Ahkâmü’l-Kurǿân, I, 20-28; Serahsî, el-Mebsût, I, 19; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kurǿân, 2-5; Kâsânî, BedâǿiǾ, I, 110-113; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, I, 108-110; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, I, 188-218; İbn Kudâme, el-Muğnî (Herrâs), I, 476-485; Kurtubî, el-CâmiǾ, I, 117-123; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, Kahire 1389/1969 → Beyrut 1404/1984, I, 476-491; Buhûtî, Şerhu Müntehe’l-İrâdât, Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), I, 178-180, 205; Şevkânî, Neylu’l-evtâr, II, 234-240; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbaǾa, I, 228-231; Mustafa Saîd el-Hın, Eserü’l-ihtilâf fi’l-kavâǾidi’l-usûliyye, Beyrut 1406/1985, s. 275-280; Mv.F, XXVII, 64.

Salim Öğüt