FARK

الفرق

Allah ile kul arasına madde perdesinin girmesi veya sâlikin halkın Hak’la var olduğunu bilmesi anlamına gelen tasavvuf terimi.

Sözlükte “ayırmak, ayırt etmek: ayırt edici nitelik” anlamlarına gelen fark, furkān, firkat ve firâk kelimeleri tasavvufta çeşitli mânalarda kullanılmıştır. Varlıkların Hak ile kul arasında perde oluşturması ve madde âleminin tesiri altında kalan kulun Allah’tan ayrı kalmasına fark-ı evvel, kulun, kendisini Hak’la hissetme haline (cem‘) ulaştıktan sonra yaratıkların Hak ile var olduklarını kavramasına ve birbirini perdelemeksizin çoklukta birliği, birlikte çokluğu görmesine fark-ı sânî denilir (et-TaǾrifât, “farķ” md.; Tehânevî, II, 1130). Buna göre sâlikin tasavvufa intisap etmeden önceki hali fark-ı evveldir. “Maddenin etkisi altında bulunma” anlamına gelen bu hal içindeki insan Hak’tan uzaktır. Hakk’a iman etmekle beraber daha çok maddî şeyler ve dürtülerin tesiri altındadır. Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, “Hak’la olmak mâsivâdan ayrı olmaktır; mâsivâ ile olmak Hak’tan ayrı kalmaktır”; Cüneyd-i Bağdadî, “Vecde gelip Hakk’a yaklaşma hali cem‘, beşerî ve maddî varlıkta kalma hali farktır”; Ebû Bekir el-Vâsıtî, “Kulun rabbine bakması cem‘, nefsine bakması farktır” şeklindeki tarifleriyle bu hale işaret etmişlerdir (Serrâc, s. 284; Sülemî, s. 157, 166, 468).

Tasavvufa intisap etmenin gayesi fark haline son vermektir. Daha sonra sâlik cem‘ haline ulaşır. Bu halde iken kesreti vahdette görür. Eşyanın varlığının farkedilmediği bu hal çok önemli olmakla beraber en yüce hal değildir. Bu hal geçtikten sonra sâlik yine bir fark haline döner ve bu ikinci hale fark-ı sânî denir. Bu halde sâlik varlıkları Hak’la kaim olarak görür. Hakkı görmesi varlıkları görmesine, varlıkları görmesi Hakk’ı görmesine engel olmaz. Bu haldeki sâlikin bütün söz ve davranışları şer‘î hükümlere uygundur. Bu sebeple sâlik halkı irşad ehliyetine sahiptir. Sûfîlerin çok önemli gördükleri fark-ı sânî, sâlikin ruhanî bir mi‘racdan sonra dinî görevleri eda edeceği zaman sahv* haline iade edilmesidir. Bu hal içindeki kul kendisini Hakk’ın yönetiminde görür (Kuşeyrî, I, 209).

Mutasavvıflara göre aslî vatanı olan ruhlar (butûn) âleminden madde âlemine gelen insan burada gariptir. Ruh esas vatanından ayrı düştüğü için bu durumdan yakınmakta ve ilk vatanına dönmeyi arzulamaktadır. Bu anlamda firkatin mukabili vuslattır. Tasavvuf edebiyatında firkat (hicran) ve vuslat terimleri daha çok bu mânada kullanılmıştır (Tehânevî, II, 1130).

Maddî kaygılar sebebiyle insanın huzursuz olmasına “tefrika”, Hak’la olması sebebiyle kalben rahat ve ruhen huzurlu olması haline “cem‘iyyef denir. Zât-ı mutlakın ahadiyyet halinden vâhidiyyet mertebesinde sıfatlarla zuhur etmesine “fark-ı vasf”, vâhidin çeşitli mertebelerde zuhur edip çokluk göstermesine “fark-ı cem” adı verilir. Hak ile bâtılı ayırt eden ayrıntılı bilgiye “furkan” denir (et-TaǾrîfât, “furķān” md.). Mutasavvıflar Enfâl sûresinin 29. âyetinde geçen furkan kelimesini “hakkı bâtıldan ayıran ilâhî nur ve ilham” anlamında yorumlamışlardır.

İbnü’l-Arabî furkan terimine “tenzih”, bunun mukabili olarak sözlükte “toplama” mânasına gelen kur’an terimine de tenzih ve teşbihi kapsamak üzere “cem‘” mânası vererek insanların Hakk’ın yoluna sadece tenzih yoluyla davet edilmeyip hem tenzih hem de teşbih yoluyla davet edilmesi gerektiğini, dine davette furkanı esas alan Hz. Nûh başarılı olmazken kur’anı esas alan Hz. Muhammed’in başarılı olduğunu belirtir (Fuśûś, s. 70). İbnü’l-Arabî’nin bu açıklamasına göre furkan Allah’ın nâsûtî ve lâhûtî yönlerinin ayrıldığı, kur’an ise böyle bir ayrımın söz konusu olmadığı mertebedir.


Sâlik fenadan evvelki furkanda lâhûtla nâsûtu ayrı ayrı görür; fenadan sonraki furkanda ise farkın görünüşte olduğunu, özü itibariyle ikisinin bir olduğunu kavrar (Ebü’l-Alâ el-Afîfî, s. 82-83).

Abdülkerîm el-Cîlî’ye göre kur’an makamında sadece Allah’ın zâtı vardır; bu makamda onun isim ve sıfatları mülâhaza edilmez. Furkan makamında ise isim ve sıfatlar ayrışır, bazısı diğerlerinden daha üstün hale gelir. Meselâ Allah ismi rahmân isminden, rahmân ismi rab isminden daha üstündür (el-İnsânü’l-kâmil, II, 94-96). İbnü’l-Arabî, gayri müslimlerin ve münkirlerin en genel anlamıyla fark halinde yaşadıklarını söyler (ayrıca bk. CEM‘).

BİBLİYOGRAFYA:

Kâşânî, Istılâhâtü’s-sûfiyye, “fark” md.; et-TaǾrîfât, “fark”, “furkân” md.leri; Tehânevî, Keşşâf, II, 1130; Suâd el-Hakîm, MuǾcemü’s-sûfiyye, “fark” md.; Serrâc, el-LümaǾ, s. 212, 283-284; Kelâbâzî, et-TaǾarrûf, s. 119; Sülemî, Tabakât, Kahire 1953, s. 157, 166, 468; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 375; Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1966, I, 207-210; Herevî, Tabakât, s. 153, 191; a.mlf., Menâzil, s. 50; Attâr, Tezkiretü’l-evliyâǿ, Tahran 1346 hş., s. 455, 505, 756, 889; İbnü’l-Arabî, Fusûs, s. 66, 70, 90; a.mlf., el-Fütûhât, I, 65, 114; II, 133, 233, 516, 682; IV, 54, 105; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Beyrut 1983, III, 444: İbnü’l-Hatîb, Ravzâtü’t-taǾrîf (nşr. Muhammed el-Kettânî), Beyrut 1970, II, 493; Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil, İstanbul 1300, II, 94-96; Câmî, LevâmiǾ ve levâǿih (nşr. Îrec Efşâr, Se Risâle der Tasavvuf içinde), Tahran, ts., s. 6; Ebü’l-Alâ el-Afîfî, TaǾlîkâtü’l-Fusûsi’l-hikem (İbnü’l-Arabî, Fusûs içinde), Kahire 1365/1946, s. 82-83.

Süleyman Uludağ