FAHR

الفخر

Arap şiirinde kasidenin bir bölümü.

Sözlükte “övünmek” anlamına gelen fahr kelimesi edebiyat terimi olarak şairlerin kendilerinden, kabile, soy sop, hasep nesep, inanç, din, mezhep ve meşreplerinden, edebî ve siyasî güçleriyle şiirdeki ustalık, yetenek ve faziletlerinden, hatta kılıç, zırh, at ve özellikle deve gibi şahsî mal ve eşyalarından veya uzun ömürleriyle hayat tecrübelerinden övünerek söz ettikleri şiir türünü ifade eder. Divan edebiyatında kelime fahriyye şeklini almıştır. Şiir sanatına dair yazılan eserlerde, fahr kökünden türeyen iftihar ve tefehhur ile medh (övmek) kökünden gelen temeddüh de aynı anlamda kullanılmıştır. Nazım veya nesirle yapılan temeddün karşılıklı atışma ve yarışma şeklinde olursa buna müfâhare adı verilir.

Genellikle kasidenin bir bölümü olarak medihten sonra gelen fahr, bazan şiirin diğer bölümleri arasında beyitler halinde yer alır, bazan da müstakil olarak nazmedilir. Fahr mahiyet itibariyle medihten başka bir şey olmadığı için onda güzel olan her şey bunda da güzel, çirkin olan her şey bunda da çirkin sayılmıştır. Bu bakımdan överken de övünürken de yaratılıştan gelen ve kalıcı olan vasıf ve faziletlerin dile getirilmesi istenir. Telakkiye göre insanın diğer canlılara olan üstünlüğü akıl, iffet, adalet ve kahramanlık gibi dört ana meziyeti sebebiyledir. Dolayısıyla eski Arap toplumunda bu ana hasletler ve bunlara bağlı diğer fıtrî vasıflarla övme olumlu karşılanır; bunların dışındakilerle yapılan övgü ise hoş görülmezdi (Kudâme b. Ca’fer. s. 95-96). Ayrıca bu medihlerin kısa, öz ve gerçeğe uygun olması arzu edilmekle beraber bu konuda mübalağa da yadırganmamıştı. Nitekim şiir münekkitlerince seçilen en güzel fahr beyitleri en çok mübalağalı olanlarıdır. Meselâ yahudi asıllı Arap şairi Semev’el el-Ezdî’nin (ö. m. 560) ünlü mübalağalı kasidesi en güzel fahr şiirine örnek gösterilir (İbn Reşîk el-Kayrevânî, II, 804). Her ne kadar medenî bir insanın başkasını ve özellikle kendini övmesi hoş karşılanmasa da Câhiliye toplumunun ahlâk anlayışında şairlerin övünmelerine karşı çıkılmamıştır. Bu açıdan bakıldığında fahrı sadece medhin değil hicvin de bir unsuru olarak görmek gerekir (Mustafa Sâdık er-Râfiî, III, 102-103). Zira övme veya övünmeye vesile olan cesaret ve cömertlik başta olmak üzere hilim, azim, sebat, vefa, iffet, doğruluk, sabır, adalet, bağışlama, sır saklama, tevazu, zekâ ve akıl (İbn Tabâtabâ el-Alevî, s. 12-13) gibi iyi hasletler hiciv sırasında yerilene karşı kullanılır. Hasmının veya rakibinin ayıplarını sayan, belli hasletlerin onda mevcut olmadığını bu vesile ile ima etmiş olan şairin esas gayesi hiciv olsa bile burada övünme unsurları bulunduğundan sonuçta bu şiir de bir fahrdır. Divanlarda veya şiirlerin konularına göre tertiplendiği ve ilk bölümünü yiğitlik, kahramanlık ve savaş şiirleri oluşturduğu için “hamâse” diye adlandırılan şiir mecmualarında fahra önem verilmiştir. Bir fahr türü olmakla beraber şairin hasmına karşı övünmesi ve onu kendine nisbetle iyi hasletleri taşımayan kimse olarak yermesi sebebiyle hamâseleri birer hicviye saymak da mümkündür (Şevki Dayf, I, 202-203).

Eski Arap toplumunda şair kendini veya kabilesini överken yahut düşmana karşı savunurken en tesirli silâh olarak görülen şiire başvurur. Manzum bir ifadede esasen mevcut olduğu kabul edilen sihirli tesir gücüne şairin kabiliyeti, dile hâkimiyeti, hadiseleri değerlendirme ve yönlendirmedeki başarısı, sözlerindeki belagat ve fesahat da eklenince ortaya çıkan şiir gerçekten en muhkem vesika hüviyetine bürünür. Nitekim şiirin, “Araplar’ın bütün bilgilerini kuşatan, muhafaza eden, daima başvurdukları, istifade ettikleri eserleri” anlamında olmak üzere “dîvânü’l-Arab, dîvânü ilmihim” (Çetin, s. II) addedilmesi bundan dolayıdır. Eski Araplar’ın şan ve şereflerini korumak, mazide başardıkları büyük işlerin unutulmasını önlemek, bilgi, âdet ve geleneklerini muhafaza etmek, tarihî-menkıbevî rivayetlerini (ahbâr) yaymak şairin işidir. Bu açıdan bakılırsa fahr fertlerin ve toplumların karakterini, yaşayış tarzlarını, özellikle Araplar’ın fıtratında mevcut övünme duygusu ile sayıp döktükleri şahıs ve kabilelerin her türlü icraatını, hatta serseri şairlerin (su’lûk çoğulu seâlik) iftihar vesilesi kabul ettikleri birtakım kanun dışı hareketlerini tesbit ve tayin imkânını verdiği için tarih ilmi bakımından büyük önem arzeder (Mustafa Sâdık er-Râfiî, III, 103-104). Ancak tarihî bilgilerin gerçeklere dayanması şartına mukabil fahrin çoğunlukla mübalağalı olması ve bilhassa müteahhirîn şairleri tarafından sırf sanat olsun diye nazmedilmesi itibariyle tarihî gerçekleri tam ve doğru bir şekilde yansıttığı da düşünülemez (a.g.e., III, 104). Bununla birlikte şairlerin kendilerinin, aile ve yakınlarının, mensup oldukları kabile veya milletlerin özellikle İslâmî dönemde birbirleriyle yaptıkları din, tarikat ve mezhep mücadeleleri, Sünnî-Alevî, Emevî-Abbâsî ihtilâfları, hilâfet kavgaları ve Haçlı seferleri, bu arada mâruz kaldıkları büyük felâketler ve buhranlar bu tür şiirlerin gelişiminde en büyük etken olmuştur.

İslâmiyet’in ilk yıllarında övme ve övünmelerde genellikle doğruluğa, gerçekçiliğe riayet edildi. Kabile, soy, aşiret, ırk ve milliyet unsurları ile övünmelerde de eski şiddet kalmadı. Ancak şairler arasında Beşşâr b. Bürd (ö. 167/784), Ebû Nüvâs (ö. 196/812) ve Buhtürî (ö. 284/897) eski tarzda övünmelerini sürdürdüler (Şevkî Dayf, III. 170; IV, 213). Bazıları şairin şiiri ve sanatı ile övünmesini doğru bulmamakla beraber, kasidenin fahr bölümünde şair kendini övmekle bir bakıma memdûhunu övmeye en lâyık kişinin de kendisi olduğunu anlatmak ister. Kasidelerin diğer bölümleri arasında olduğu gibi özellikle medihten fahra geçiş, eski Arap şiirinde geleneksel kurallara bağlı olarak sabit ve donuktur. Müslüman şairler bu geçişi bir münasebet kurmak suretiyle yumuşatarak yapmaya çalışmışlardır (Ayrıca bk. fahriyye).

BİBLİYOGRAFYA:

Aristoteles, Kitâbü SanǾatiş-şiǾr (trc. Muhammed b. Yûnus), Kahire 1386/1967. s. 41, 49; Sa’leb, KavâǾidü’şiǾr (nşr. M. Abdülmün’im el-Hafâcî). Kahire 1367/1948, s. 28; İbn Tabâtabâ el-Alevî, Ǿİyârü’ş-şiǾr (nşr. Abbas Abdüssettâr), Beyrut 1402/1982, s. 12, 15, 115, 118-120; Kudâme b. Ca’fer, Nakdü’ş-şiǾr (nşr. M. Abdülmün’im el-Hafâcî) Beyrut, ts. (Dârül-Kütübi’l-ilmiyye), s. 95-105; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’s-SınâǾateyn (nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî-Muhammed Ebü’l-Fazl), Kahire 1371/1952, s. 131; İbn Reşîk el-Kayrevânî, el-Ǿumde (nşr. Muhammed Karkazân), Beyrut 1408/1988, II, 771-804; Safiyyüddin el-Hillî, Dîvân, Beyrut 1961, s. 22, 35; Mecdüddin Behramşah, Dîvân (nşr. Nâzım Reşîd), Bağdad 1403/1983, s. 49, 58; C. Zeydân, Adâb (Dayf), I, 91-95; M. Abdülmün’im el-Hafâcî, İbnü’l-MuǾtez ve türâşühû fil-edeb ve’n-nakd, Kahire 1958, s. 150-166; Ahmed Bedevî, Üsüsü’n-nakdi’l-edebî Ǿinde’l-ǾArab, Kahire, ts., s. 218-224; Şevki Dayf, Tari-hu’l-edeb, I, 195, 202-203; III, 170; IV, 213-214; Yâsîn el-Eyyûbî, Şafiyyüddtn el-Hilî, Beyrut 1971, s. 244-253; Nihad M. Çetin, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. 11, 87-88; Mustafa Sâdık er-Râfiî, Târihu âdâbi’l-ǾArab, Beyrut 1392/1974, III, 102-105; E. Wagner - Bichr Farės, “Mufakhara”, EI² (İng), VII, 308-310.

İsmail Durmuş