EDİRNE

Marmara bölgesinin Trakya kesiminde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il.

Balkan yarımadasının güneydoğu uzantısını teşkil eden Trakya kesiminde, Tunca ile Arda nehirlerinin Meriç’e ulaştığı yer yakınında bulunmaktadır. Tunca’nın Meriç’e kavuşmadan önce meydana getirdiği kavis içinde yer alan şehrin hemen hemen tam ortasına düşen ve üzerinde Selimiye Camii’nin bulunduğu tepelik kesimi denizden 75 m. yüksekliktedir. Bu yükseklik şehrin doğusunda daha da artarak 95-100 metreyi aşar. Anadolu’yu Avrupa’ya bağlayan ana yol üzerinde yer alması, buraya eski çağlardan beri büyük önem kazandırmıştır. Asıl gelişmesini ise Osmanlı hâkimiyeti döneminde göstermiş olup XIX. yüzyıldan itibaren uğradığı işgallerin ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin bir sınır şehri olması daha fazla gelişip büyümesini olumsuz yönde etkilemiştir.

Tarih. Edirne’nin bulunduğu yerde Trak kabilelerinden birinin açık bir şehir veya pazar yeri kurduğu, sonradan buranın Makedonyalılar ve Romalılar tarafından genişletildiği genellikle kabul edilir. Bu sahadaki en eski şehir, Trak kabilelerinden Odrisler’ce Meriç’in Tunca ile birleştiği yerde kurulmuştu. Makedonyalılar burayı Orestler’in bir kolonisi haline getirmişler, şehre Orestia, varoşlarına ise Gonnoi adını vermişlerdi. Ayrıca bazı kaynaklarda buraya Odrisya, Orestas, Uscudama adlarının verildiği de belirtilir. Ancak II. yüzyılda Roma İmparatoru Hadrianus (117-138) tarafından yeniden kurulunca onun adına izâfeten Hadrianopolis adını aldı. Bu ad yaygınlık kazanmakla birlikte Orestia veya Orestias adı da unutulmadı, hatta geç Bizans dönemi kaynaklarında dahi kullanıldı. İslâm kaynaklarında ise Hadrianopolis’ten bozma “Edrenos”, “Edrenaboli” tarzında yazıldığı gibi I. Murad zamanında “Edrene” (ادرنه) imlâsı benimsendi ve uzun süre bu şekilde anıldıktan sonra muhtemelen XVIII. yüzyıldan itibaren “Edirne” olarak söylenmeye başlandı.

Roma hâkimiyeti döneminde İmparator Diocletien zamanından (284-305) başlayarak bu sahada teşkil edilen


Haemimontus eyaletinin merkezi olan şehirde IV. yüzyılda silâh imalâthanelerinin bulunduğu bilinmekle birlikte eski kaynaklarda buranın adı daha ziyade askerî hadiseler dolayısıyla geçer. Bu kaynaklardaki bilgilere göre İmparator Konstantin 3 Temmuz 324’te Licinius’u bu civarda yenmiş, İmparator Valens’in orduları, Allan ve Hunlar’la birlikte İstanbul üzerine yürüyen Gotlar’a 9 Ağustos 378’de burada mağlûp olmuştu. Hadrianopolis 586’da Avarlar tarafından muhasara edildikten sonra Bizans ve Bulgar Krallığı arasında mücadelelere sahne olduğu gibi (zaptı 914) Bizans-Peçenek savaşlarına da şahit oldu ve çeşitli defalar Peçenek hücumlarına uğradı (1049, 1078). İstanbul’un Latinler’in eline geçmesi üzerine onlara karşı meydana gelen ayaklanmalar sırasında 15 Nisan 1205’te Latin ordusu Bizans-Bulgar müşterek kuvvetleri tarafından burada mağlûp edildi. Bunun ardından XIV. yüzyılın ilk yarısında Bizanslılar şehri Bulgarlar’a karşı müdafaaya mecbur oldular.

Ioannes Paleologos ile Kantakuzenos arasındaki mücadeleler sırasında, 1342-1343 yıllarında Aydınoğlu Umur Bey Kantakuzenos’un müttefiki sıfatıyla Trakya’ya geçti ve Edirne tekfurunun hücumlarına karşı koydu. 1352’de yine Kantakuzenos’un müttefiki olarak Trakya’ya geçen ve Bulgar-Sırp kuvvetlerini bozguna uğratan Osmanlı şehzadesi Süleyman Paşa Kantakuzenos’un kuvvetlerine Edirne’de katılmıştı. Bu hadise Osmanlılar’ın ilk defa Edirne ile ilgilenmelerine yol açtı. Osmanlılar’ın burayı hangi tarihte fethettikleri ihtilâflıdır; bu hususta 1361, 1362, 1367 ve 1369 gibi değişik tarihler ileri sürülmüştür. Bunlar arasında, Edirne’nin daha Orhan Gazi’nin sağlığında oğlu Murad ile Lala Şâhin’in sistemli bir fetih siyaseti sonucu 1361’de ele geçirildiği görüşü ağırlık kazanmaktadır. Ancak şehir metropolidi Polykarpos’un 1366’ya kadar bu sıfatla Edirne’de bulunduğunu gösteren bir mersiyeye dayanılarak fetih tarihinin 1366’dan sonra (1369) gerçekleşmiş olabileceği de belirtilmiştir (Zachariadou, XII, 211-217). Edirne’nin fethi Balkanlar ve Avrupa tarihi için bir dönüm noktası teşkil ettiği gibi İstanbul’un fethini de kolaylaştırmıştır. Rumeli’nin fethi için bir harekât üssü olarak kullanılan Edirne’de Yıldırım Bayezid İstanbul’u muhasara hazırlıkları yapmış ve İstanbul üzerine buradan yürümüştür. Edirne asıl önemini, Yıldırım Bayezid’in ölümünden sonraki şehzadeler mücadelesi sırasında kazandı. Nitekim Ankara mağlûbiyetinin ardından Emîr Süleyman hazineyi ve devletin resmî evrakını alarak Edirne’ye gelmiş ve böylece devlet merkezi Edirne olmuştu. Ağabeyi Süleyman’ın hâkimiyetini tanımayan ve ona karşı harekete geçen Mûsâ Çelebi, birkaç başarısız teşebbüsün ardından bir kısım uç beylerinin de yardımıyla Edirne’yi kuşattı ve ele geçirmeyi başardı. Burada iki yıl kadar kalan Mûsâ Çelebi kendi adına para bastırdığı gibi Selânik, Pravadi ve İstanbul üzerine seferler düzenledi. Onun bertaraf edilmesinden sonra duruma hâkim olan Çelebi Mehmed uzun müddet bu şehirde oturdu ve burada vefat etti. Edirne bir ara, Yıldırım Bayezid’in oğlu olduğunu ileri sürerek saltanatta hak iddia eden ve Osmanlı kaynaklarında “Düzmece” lakabıyla anılan Mustafa’nın eline geçti. Mustafa Edirne’den Anadolu’ya geçip II. Murad’a yenilince tekrar şehre çekildi; ancak burada da barınamayarak hazineyi alıp kaçtıysa da yakalandı ve idam edildi (1422).

II. Murad devrinde şehrin gelişmesi hız kazandı. II. Murad burada oğulları için (Mehmed ve Alâeddin) muhteşem düğünler tertip ettiği gibi Rumeli’deki faaliyetlerini de buradan yürüttü, elçileri yine bu şehirde kabul etti. Ayrıca Edirne, II. Murad’ın oğlu Mehmed lehine tahttan feragatine ve bu arada bir yeniçeri ayaklanmasına sahne oldu. Bedesten civarındaki yangının yayılmasını bahane ederek bazı paşaların evlerini yağmalayan, gerçekte II. Murad’ın tekrar tahta çıkmasını sağlamak için harekete geçirildikleri anlaşılan yeniçerilerin isyanı sonucu II. Murad Edirne’ye gelerek tahta çıktı. Oğlu Mehmed’i burada Dulkadırlı Beyi Süleyman’ın kızı Sitti Hatun ile evlendiren (1450) II. Murad hayatının sonuna kadar bu şehirde oturdu ve burada vefat etti (3 Şubat 1451). Onun ölümü üzerine Şehzade Mehmed Manisa’dan Edirne’ye gelerek tahta oturdu. II. Mehmed İstanbul’un zaptı ile ilgili bütün plan ve hazırlıklarını 1452-1453 kışında Edirne’de yaptırdı. İstanbul’un fethinden sonra da Edirne’nin önemi uzun süre devam etti. Nitekim II. Mehmed fethin ardından Balkanlar’daki faaliyetleri için burayı hareket üssü olarak kullanmış, ayrıca 1475 ilkbaharında oğulları Bayezid ve Mustafa’nın bir ay süren sünnet düğünlerini Ada çayırı (Ada içi) denilen Sarây-ı Cedîd bahçe ve koruluklarında yaptırmış, Ragusa, Mora, Sırp ve Rum despotlukları temsilcilerini burada kabul etmişti.

Gedik Ahmed Paşa’nın II. Bayezid tarafından Edirne sarayında idamından sonra şehir bu hükümdar ile oğlu Selim arasındaki mücadelelere sahne oldu. Selim’in iddiaları üzerine Edirne’de toplanan bir mecliste, Semendire sancağını istemediği takdirde “pâyitaht-ı kadîm” olduğu için Edirne’de ikamete mecbur edilmesi kararlaştırılan II. Bayezid oğlunun hükümdarlığını ve Dimetoka’da oturmayı kabul etti; ancak Edirne ile Havas Mahmud Paşa arasında Söğütlüdere’de öldü (1512). I. Selim kardeşleriyle mücadeleden sonra Edirne’ye geldiğinde Venedik elçisini kabul ettiği gibi doğu seferi kararını da burada aldı. Bu sefer sırasında oğlu Saruhan sancak beyi Süleyman’ı Rumeli’nin muhafazası için Edirne’ye getirtti. Doğu seferine çıkılacağı zaman, hânedana mensup bir şehzadenin Rumeli muhafızı sıfatıyla Edirne’ye gelmesi Kanûnî Sultan Süleyman’ın İran seferleri sırasında da sürdü.

Şehrin gelişmesine yönelik faaliyetlerin gerçekleştirildiği ve muhteşem âbidelerin vücuda getirildiği XVI. yüzyılda küçük bazı hadiseler dışında çok önemli bir olay meydana gelmedi. XVII. yüzyılda ise Edirne yeniden önem kazandı. Bunda I. Ahmed başta olmak üzere bazı Osmanlı padişahlarının burada oturmaları rol oynadı; şehir âdeta ikinci bir başşehir olma özelliğine kavuştu. I. Ahmed, II. Osman ve IV. Murad av eğlenceleri tertibi münasebetiyle Edirne’de kalmışlar ve böylece şehre duyulan ilgiyi arttırmışlardı. Fakat burayı asıl bir devlet merkezi haline getiren IV. Mehmed olmuştur. IV. Mehmed, Venedik ve Leh seferleri dolayısıyla Edirne’de kaldığı gibi birçok elçiyi burada kabul etti;


şehzadeleri Mustafa ve Ahmed’in sünnet düğünleriyle kızı Hatice Sultan’ın on sekiz gün süren muhteşem düğününü bu şehirde gerçekleştirdi. Ancak Avusturya ile başlayan savaşlar burayı yeniden askerî bir üs haline getirdi. 1687’de IV. Mehmed tahttan indirildikten sonra yerine geçen II. Süleyman burada vefat etti (1691). II. Ahmed de Edirne’de tahta çıktı ve Eskihisar’da kılıç kuşandı. II. Ahmed’in ölümüne ve II. Mustafa’nın tahta geçiş törenlerine de sahne olan şehir, bu sonuncu hükümdar tarafından çok seviliyor ve bütün devlet işleri burada görülüyordu. Ancak padişahın Edirne’de bulunması, hocası Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi’nin büyük nüfuzu ve devlet adamları üzerindeki tahakkümü büyük bir isyana yol açtı. Edirne Vak‘ası* adıyla bilinen bu olaylar sırasında İstanbul’dan hareket eden kuvvetler III. Ahmed’i padişah ilân ederek II. Mustafa’yı tahttan indirdiler (1703). Feyzullah Efendi de katledilerek cesedi Tunca nehrine atıldı.

XVIII. yüzyıl ortalarında meydana gelen iki âfet Edirne’de büyük hasara yol açtı. 1745’teki yangında altmış kadar mahalle baştan başa harap oldu. 1751’de pek çok binanın yıkılmasıyla sonuçlanan zelzele vuku buldu. XIX. yüzyıl başlarında ise III. Selim’in ıslahatına karşı bazı ayaklanmalar görüldü. 1801’de Rumeli ıslahatıyla görevlendirilen Vali Hakkı Paşa’nın hareketleri Rumeli âyanının muhalefetiyle karşılaşmış, ardından paşanın maiyetindeki Arnavut asıllı askerler ayaklanarak şehir halkı ile çarpışmışlardı. 1806’da ikinci bir Edirne Vak‘ası meydana geldi. Nizâm-ı Cedîd teşkilâtının kurulması için girişilen faaliyetler, Rumeli âyanının Edirne’de toplanıp hükümet aleyhine harekete geçmesine yol açmış, bu olaylar sırasında şehirdeki bazı hükümet görevlileri öldürülmüştü. Yeniçeri Ocağı kaldırılırken de yine bazı olaylar çıkmıştı. Edirne, 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşında ilk defa bir yabancı istilâsına uğradı. 22 Ağustos 1829’da bir Rus ordusu savaşmaksızın şehre girdi, Prusya elçisinin ara bulucuğu ile Rus kuvvetleri Edirne’nin batısına çekildi. Ancak bu savaş sırasında Edirne’den göç başlamış, müslümanların boşalttığı yerleri civar köylerin hıristiyan halkı doldurmuş, böylece şehirde hıristiyanların sayısı oldukça artmıştı. II. Mahmud daha sonra Edirne’ye gelerek halkın mâneviyatını kuvvetlendirmeye çalıştı. Fakat XIX. yüzyılın ikinci yarısında ikinci Rus ve Balkan harplerindeki Bulgar işgalleri şehrin tarihindeki en acı sayfaları teşkil etti. 20 Ocak 1878’de Edirne’ye giren Ruslar 13 Mart 1879’a kadar burada kaldılar; bu sırada pek çok mahalle harap oldu, hastalık ve sefalet yüzünden binlerce kişi hayatını kaybetti (bk. DOKSANÜÇ HARBİ). Bundan otuz yıl kadar sonra yeniden kuşatılıp top ateşine tutulan şehir bir müddet direndiyse de 26 Mart 1913’te Bulgarlar tarafından işgal edildi, 21 Temmuz’da ise geri alındı. I. Dünya Savaşı sonunda Temmuz 1920’de Yunan işgaline uğradı. 1922’de kurtarıldı; Lozan Antlaşması ile de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir serhad şehri haline geldi.

Fizikî Yapı, Nüfus ve Ekonomik Hayat. Osmanlı fethinden önce Edirne, iki üç kilise ile beş on mahallenin yer aldığı Kaleiçi ve Mihal Köprüsü’nün diğer tarafındaki Aina adlı yerleşim yerinden ibaret küçük bir şehir görünümündeydi. Osmanlılar’ın eline geçtikten sonra hızla gelişmeye başladı ve kale dışına taşarak bu kesimde yeni mahalleler ortaya çıktı. XVI. yüzyılın ortalarında Edirne’ye uğrayan elçi Busbecq, kale içinin pek büyük olmadığını, ancak geniş varoşlara sahip bulunduğunu ifade eder (Türkiyeyi Böyle Gördüm, s. 34). Busbecq’in elçilik heyetinde yer alan H. Dernschwam ise sekiz dokuz gün kaldığı Edirne’yi Budin’e benzetir, sağ tarafta yüksek bir tepenin sırtında kurulmuş olduğunu yazar (İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, s. 44-46, 333).

İlk Türk yerleşmesi Kaleiçi mevkiinde olmuş ve burada bilinen en eski Osmanlı yapıları vücuda getirilmişti. 1396’da Niğbolu’da esir düşen ve on beş gün Edirne’de kalan H. Schiltberger şehirde 50.000 ev gördüğünü belirtir. Bu rakam mübalağalı görünmekle birlikte 1433’te seyyah B. de la Broquière, seyrek iskân edilmiş Trakya’dan sonra karşılaştığı Edirne’yi büyük, mâmur ve canlı bir şehir olarak tasvir eder. Gerçekten de XV. yüzyıldan itibaren büyük gelişme gösteren ve XVII. yüzyılda en geniş sınırlarına ulaşan Edirne başlıca dokuz ana yerleşim bölgesine ayrılmıştı. Şehrin nüvesini teşkil eden ve Bizans devrinde beş on mahalleli 10-15.000 nüfuslu olduğu tahmin edilen Kaleiçi kesiminde XVI. yüzyıl başlarında on müslüman mahallesi yer alıyordu. XVII. yüzyılda ise Evliya Çelebi mahalle sayısını on altı olarak zikreder ve bunların ikisinin müslüman, dördünün yahudi ve onunun da hıristiyan mahallesi olduğunu yazar. Vakıflarının bulunmaması ve ayrıca yangınlar yüzünden cami ve mescidleri yıkılan Veliyyüddin, Kuruçeşme, Yâkutpaşa gibi mahallelerin yerinde sonradan hıristiyan mahalleleri ortaya çıkmıştı. XIX. yüzyıldaki yangınlar da burada büyük hasara yol açmıştır.

Şehrin diğer yerleşim alanı olan Debbağhâne kesimi, kalenin güney taraflarında ve Tunca kıyısında bulunuyordu. Kaleiçi’nden sonraki ilk iskân sahası olan bu semt, Dârülhadis Medresesi dolayısıyla ulemâ sitesi olmuş ve bunlar tarafından mahalleler kurulmuştu. Edirne’nin 819 (1416) tarihli en eski mezar taşı, Edirne kadılığı yapmış olan Alâeddin b. Abdülkerîm b. Abdülcebbâr’a ait olup bu zatın burada mahallesi ve vakıf odaları bulunuyordu. Kale dışında ilk kurulan iskân bölgelerinden biri de güneydoğuda Kasımpaşaburnu denilen yerdeki Kirişhâne’ye kadar uzanan ve bu


sonuncu adla anılan semtti. II. Murad devrinde Vezir Saruca Paşa’nın hanımı Gülçiçek Hatun tarafından cami ve medrese yaptırıldıktan sonra iskâna açıldığı anlaşılan bu kesim, Mezid Bey Camii ve İmareti, Ali Kuşçu Mescidi ve diğer tesislerin yapılması ile gittikçe büyüdü ve burada Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi, Yavuz Sultan Selim’in kazaskerlerinden ve Kadızâde-i Rûmî’nin torunu Mîrim Çelebi, Vizeli Çelebi, şair Hayâlî gibi XVI. yüzyılın seçkin simaları adına mahalleler vücuda getirildi. Burası Tunca sahilinde uzanan bahçeleriyle şehrin en güzel yerini teşkil etti. Kalenin İstanbul Yolu adlı kapısından başlayarak doğuya doğru uzanan ve kale kapısına nisbetle İstanbul Yolu ve Ayşe Kadın olarak adlandırılan semtte Ayşe Kadın, Şarabdar Hamza Bey ve Kadı Bedreddin mahalleleri, Sitti Sultan Camii ve Sarayı yer alıyordu. Ayrıca buradaki Lala Şâhin Paşa Mezarlığı’nda Ahlâk-ı Alâî müellifi kazasker Kınalızâde Ali Çelebi medfundur. Sitti Sultan Camii ve Sarayı’nın yerinde daha sonra Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Sarayı yapılmış, ardından da burası Mülkiye Rüşdiyesi olmuştur.

Şehrin bir başka semti Kıyık (Kıyak)Buçuktepe’dir. Kıyık adı rivayete göre, Edirne’ye ilk girenlerden olup daha sonra adına bir zâviye ve türbe yaptırılan Kıyak Baba’dan gelir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde baruthâne ve yeniçeri ortaları da bu semtte bulunuyordu. Burası XVII. yüzyıldan itibaren daha da gelişti. Vezîriâzamlardan Arabacı Ali Paşa ile Amcazâde Hüseyin Paşa’nın bahçe ve sarayları buradaydı; ayrıca Defterdar Ahmed Paşa’nın sarayı bu semte yakın olup elçilerin ve Kırım hanlarının geçici ikametlerine tahsis ediliyordu. Şehrin kuzeydoğusundaki yerleşme sahasını Menzilahırı-Muradiye-Tekkekapı bölümü teşkil etmekteydi. Burada Edirne Sarayı’na ait ahırlar yer alıyordu. Mîrâhur Ayas Bey adına bir mahalle de vardı. Saraçhane-Horozlu Yokuşu, kuzeybatı tarafında Tunca üzerinde Saraçhane adını taşıyan köprünün civarında bulunan bir diğer yerleşim bölgesiydi. Bu semtte önceleri Saraçhane Ocağı bulunuyordu, ayrıca Çelebi Mehmed’in annesi Devletşah Hatun’un burada bir mahallesi mevcuttu. Beylerbeyi Sinan Paşa Sarayı, camii ve hamamı ile sadrazamlara mahsus saray (Paşa Kapısı), Saraçhane caddesinin şehre doğru uzanan kısmında yer alıyordu. Sinan Paşa Sarayı Edirne’ye gelen resmî şahıslara tahsis edilirdi. Horozlu Yokuşu kalenin büyük kulesinden Yalnızgöz Köprüsü’ne giden yol olup II. Selim’in kızı ve Sokullu Mehmed Paşa’nın hanımı Esma Han Sultan tarafından yaptırılmış bir cami de burada bulunuyordu. Fahreddîn-i Acemî’nin tesis ettiği Horozlu Medresesi (Şeceriye Medresesi) yerinde daha sonra Vali Kadri Paşa tarafından bir ıslahhâne yapıldı ve civardaki evler istimlâk edilerek bir sanayi mektebi kuruldu.

Gazi Mihal-Yıldırım-Yeni İmaret, Tunca’nın batısında bulunan mahalle grubunun teşkil ettiği iskân bölgesi olup bunlardan Yıldırım veya Eski İmaret XIV. yüzyıl sonlarında, Gazi Mihal veya Orta İmaret XV. yüzyılın ilk yarısında ve Yeni İmaret (II. Bayezid İmareti) XV. yüzyılın sonlarında teşekkül etmişti. Mihaloğlu Külliyesi’ne daha sonra Şah Melik Paşa ile hanımı Bezirci Hatun’un tesislerinin ilâve edilmesiyle ikinci bir yerleşme alanı daha ortaya çıkmıştı. Hıdırlık semti ise bir tekkenin bulunduğu batı tarafındaki bir tepelik sahayı içine alıyordu. Burada önce Şah Melik Paşa, sonra da Vezîriâzam İbrâhim Paşa tarafından zâviye inşa ettirilmişti. Burası bir ara kapatılmış, daha sonra IV. Mehmed Köşkü’nün yaptırılmasıyla yeniden açılmıştı.

Edirne’de bütün bu iskân yerlerinde, 1528’de 144 müslüman, on dokuz hıristiyan mahallesi ve sekiz yahudi cemaati yer alıyordu. Mahalle sayısı 1609’da 147 olarak kaydedilmiş, 1636’da ise aynı sayıyı korumuştu. XVII. yüzyılda gelişme sürecini tamamladığı anlaşılan Edirne, 1703’te yapılan sayıma göre, çoğu birbiriyle birleştirilmiş olarak kaydedilen altmış beş mahalleye sahipti. Bunlardan kırk yedisi Tunca kavsinin içinde, kavsin batı ucundaki Kaleiçi semtiyle buradan doğuya doğru yayılan alanda yer almaktaydı. Diğer on sekiz mahalle ise nehrin öte yakasında, Yıldırım Bayezid ile II. Bayezid’in yaptırdıkları külliyelerin ana merkezi teşkil ettiği kısımda bulunuyordu. Bu mahallelerden Hisar’ın güney ucu ile nehrin öte yakasındaki dokuz mahallede yoğun gayri müslim iskânı vardı. Ayrıca bunların bir kısmı da diğer mahallelerde müslümanlarla birlikte oturuyordu (bk. Ergenç, III, 1419-1421). XVIII. yüzyıl ortalarında uğradığı yangın, zelzele gibi tabii âfetlere rağmen büyük bir şehir hüviyetini muhafaza eden Edirne’de XIX. yüzyılda Ahmed Bâdî Efendi’ye göre 162 mahallenin bulunması, 1703 sayımında birleştiren mahallelerin gerçekte ayrı olarak telakki edildiğini gösterir. Ayrıca Bâdî Efendi kırk bir mahallenin ortadan kalktığını da söyler. Şehrin nüfus yapısı ise Türk hâkimiyetinin başladığı andan itibaren fizikî gelişmeye paralel olarak artış göstermiştir. Fetih öncesi 10-15.000 olarak tahmin edilen nüfus Türk hâkimiyetinin ilk yıllarında 15.000’i aştı. XIV. yüzyıl sonlarında Schiltberger’in ve XV. yüzyılın ilk yarısında B. de la Broquière’in ifadeleri Edirne’nin oldukça kalabalık bir şehir olduğunu ortaya koyar. Gerçekten 1528 tarihli Tahrir Defteri’ne göre Edirne’nin nüfusu 20.000’i aşmıştı. Bu sayı 1570’lere doğru 30.000’e ulaştı. Nüfus küçük bir artışla XVII ve XVIII. yüzyıl başlarında hemen hemen aynı kaldı. 1703’te altmış beş mahallede 3797 ev, 5329 aile reisi tesbit edilmişti. Bu rakamlara göre şehrin nüfusunun 30-40.000 dolayında olduğu, bu nüfusun % 12’sini gayri müslim unsurların oluşturduğu belirtilir (Ergenç, III, 1421). Ancak XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren şehir nisbeten metrûk bir hale geldi. XIX. yüzyılda uğradığı işgaller, Balkanlar’ın demografik yapısında meydana gelen değişiklikler çerçevesinde nüfusta âni yükselme ve azalmalar oldu. 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşları sırasında müslüman halkın çoğu göç etti, onlardan boşalan yerlere civar köylerdeki hıristiyan ahali yerleşti ve nüfus dengesi giderek eşit hale geldi. 1830-1835’lerde 85-100.000 civarında nüfusa sahip olan Edirne, 1870’lerde 244 mahalle ve 25.451 eve, 19.576’sı müslüman 48.546’sı hıristiyan, 539’u Kıptî 68.661 kişilik bir nüfusa sahipti. Rus işgali sonrası yine 100.000’i geçen nüfus XX. yüzyıl başlarında 87.000’e inmiş, Balkan Harbi, I. Dünya Savaşı dönemi ve Yunan işgali sırasında oldukça azalmış,


1927’de burada 34.528 kişinin yaşadığı tesbit edilmiştir.

Edirne Anadolu’yu Avrupa’ya bağlayan yol üzerinde çok önemli bir mevkide yer alıyordu. Bu yol aynı zamanda sefer yolu olarak da kullanılıyordu. İstanbul ile bağlantının sağlandığı bir başka güzergâhı ise Edirne-Tekirdağ ve oradan deniz vasıtasıyla devlet merkezine ulaşan ticarî öneme sahip yol teşkil ediyordu. Bu iki yol şebekesi düğümlendikleri Edirne’yi büyük bir pazar durumuna getirmişti. Bu yollar vasıtasıyla Anadolu’dan getirilen mallar Avrupa içlerine veya Tuna havzasına nakledilirdi. Diğer taraftan İzmir-İstanbul limanları dolayısıyla Akdeniz-Tuna boyu bağlantısında da Edirne önemli bir kavşak noktası durumundaydı. XV. yüzyılda görülen ticarî canlanma daha sonraki dönemlerde de sürdü. 1555’te H. Dernschwam burada bolluk olduğunu, pazarlarda her çeşit meyvenin görüldüğünü, dört büyük fırının bulunduğunu yazar (İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, s. 333). Gerçekten de XVI. yüzyılda Meriç Köprüsü yanında İskelebaşı denilen yer, Edirne’nin limanı durumunda olan Enez ile bağlantılıydı. Mısır, Ege adaları ve İzmir’in ticarî malları, yemişleri ve hububatı gemilerle Enez’e gelir, buradan küçük gemiler vasıtasıyla nehir yolu ile İskelebaşı’na getirilirdi. Diğer taraftan Meriç yolu ile Filibe’den sallarla pirinç nakli yapılır, bazan Enez’e yollanarak oradaki gemilere iletilirdi. Batılı tâcirler XVIII. yüzyılda çeşitli cins kumaşları Edirne’ye getirirler, buradan ipek, manda derisi, bal mumu ve yün alırlardı. Büyük ölçüde Fransız ve Venedik tâcirlerinin satın aldıkları yün Edirne’ye Enez veya Marmara Ereğlisi’nden geliyor, ipek ise Tırnova’dan temin ediliyordu. Edirne’de ayrıca canlı bir tahıl alışverişi de yapılıyordu, ancak sanayi çok gelişmiş değildi. Edirne, hububat ve diğer ziraî mahsullerin pazarı olma özelliğini XIX. yüzyılda da korumuştu. Bilhassa padişahların şehirde bulunduğu tarihlerde ticaret canlılık kazanıyor, onların İstanbul’a dönüşlerinde ise bu canlılık büyük ölçüde kayboluyordu.

Tarihî Âbideler ve Kültür. Edirne’nin Osmanlı hâkimiyeti döneminde fizikî bakımdan gösterdiği gelişme çeşitli binaların inşasıyla da kendini gösterir. Şehrin nüvesini teşkil eden kale, Tunca kenarında bugün Kaleiçi denilen yerde bulunmaktaydı. Kalenin dört kulesi (Büyük Kule, Yelli Burgaz, Germekapı Kulesi, Zindan Kulesi) ve dokuz kapısı vardı. Geçirdiği tahribat ve tabii âfetler sonucu kaleden bugün sadece saat kulesi kalmıştır. Edirne ayrıca sarayları ile de meşhur bir şehirdi. Buradaki Eski Saray I. Murad tarafından kale dışında inşa ettirilmişti. Bu sarayın yeri kesin olarak bilinmiyorsa da Topraklıbayır’da sonradan Hatice Sultan Sarayı’nın yaptırıldığı yerde bulunduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca burada bir de Yıldırım Bayezid tarafından başka bir saray daha inşa ettirildiği bilinmektedir. Tunca Sarayı, Hünkâr Sarayı, Edirne Sarayı gibi adlarla da anılan Sarây-ı Cedîd ise şehrin dışında Tunca’nın batısındaki geniş bir düzlükte bulunmaktaydı. Buranın inşası II. Murad zamanında başlamış, II. Mehmed tarafından bitirilmiş, Kanûnî Sultan Süleyman döneminde yeni ilâvelerle genişletilmişti. Daha sonra sık sık tamir geçiren bina XIX. yüzyılda kısım kısım harap hale geldi, Rus işgali sırasında tahliye edilirken ateşe verildi, geriye kalan kısımları da daha sonraki yıllarda ortadan kaldırıldı. Şehir içinde Hatice Sultan Sarayı’ndan başka IV. Mehmed zamanında yaptırılan Çadır Köşkü de mevcuttu. Buçuktepe Kasrı, Hıdırlık Kasrı, Yıldız Kasrı (Dörtkaya mevkiinde), Karaağaç’ta Demirtaş Kasrı diğer saray türü yapıları teşkil ediyordu.

İstanbul’dan sonra Trakya kesiminde ikinci büyük şehir olan Edirne, özellikle sanat şaheseri camileriyle ayrı bir şöhrete sahiptir. Burada ilk cami I. Murad’ın emriyle tesis edilen, II. Murad zamanında yanına bir medrese yaptırılan, Kaleiçi’nde Keçeciler Kapısı yolu üzerinde kiliseden bozma Halebî Camii’dir (Çelebi Camii). Ayrıca yine Kaleiçi’nde kiliseden bozma bir başka cami daha vardı; burası Fâtih Sultan Mehmed tarafından yeniden yaptırılmış, XVIII. yüzyılda ise yıkılmıştı. XIV. yüzyıldan kalma yegâne cami 1399 tarihli Yıldırım Camii’dir. Edirne’nin gelişme gösterdiği XV. yüzyılın ilk yarısında bazı büyük âbideler inşa edilmiştir. Emîr Süleyman tarafından inşası başlatılan (1402) Eskicami I. Mehmed zamanında tamamlanmış ve Ulucami adını almıştır. Burası Üç Şerefeli Cami’nin inşasından sonra Câmi-i Atîk adıyla anılmıştır. II. Murad tarafından 1436’da Muradiye mahallesinde Sarayiçi’ne bakan tepede önce bir mevlevîhâne olarak yaptırılan, sonra da cami haline getirilen Muradiye Camii, kale dışında Manyas mevkiinde hadis tedrisi için yaptırılıp cami haline getirilen 1435 tarihli dârülhadis, II. Murad tarafından 1438’de başlanıp 1447’de tamamlanan Üç Şerefeli Cami bu yüzyıla ait diğer önemli eserlerdir. II. Bayezid’in Tunca kenarında yaptırdığı cami, tabhâne, dârüşşifâ, medrese ve imaretten ibaret külliyesi ise ayrı bir öneme sahiptir (1484-1488). XV. yüzyılda inşa edilen diğer mâbedler arasında Gazi Mihal (1422), Beylerbeyi (1429),


Şah Melik (1429), Mezid Bey (1442), Kasım Paşa (1479) camileri sayılabilir.

XVI. yüzyılda Edirne’nin en güzel mimari eserleri Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Bunlar arasında sonradan yıkılan Taşlık Camii, Defterdar Camii ile Şeyhî Çelebi Camii ve nihayet onun muhteşem eseri Selimiye Camii en önemlileridir. Medrese, dârülkurrâ, sıbyan mektebi ve muvakkithânesiyle muhteşem Selimiye Camii, önceleri Kavak Meydanı denilen Edirne’ye hâkim bir yerde inşa ettirilmiştir. Edirne’nin ayrıca bir ilim merkezi olduğu birçok medresenin bulunmasından da anlaşılmaktadır. Külliyelerde mevcut olanlardan başka burada Üç Şerefeli Cami avlusunda II. Murad tarafından kurulan Saatli Medrese, Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Peykler Medresesi de bulunuyordu. Ahmed Bâdî Efendi eserinde Edirne’de kırktan fazla medrese ismi sayar. Şehirde ayrıca birçok han, hamam, bedesten ve çarşı da yaptırılmıştı. I. Mehmed’in Eskicami’ye vakıf olarak inşa ettirdiği on dört kubbeli, dört kapılı bedesten (1418), II. Murad’ın Batpazarı’ndaki eski bedesteni, Kurşunlu Han ve Tahıl Hanı, Mimar Sinan yapısı kemerli büyük arasta, yine Mimar Sinan’ın Büyük ve Küçük Rüstem Paşa hanları, Sokullu adına yaptırılan Taşhan, XVII. yüzyılda Vezir Ekmekçizâde Ahmed Paşa’nın yaptırddığı han (1609) ve kervansaray, Sinan’ın Semiz Ali Paşa adına inşa ettiği altı kapılı Ali Paşa Çarşısı (1569) bunlar arasında en önemlileridir. Bunların yanında Edirne’de birçok çeşmenin bulunduğu ve Tunca ile Meriç üzerinde köprülerin yaptırıldığı bilinmektedir.

Edirne tarihî âbideleri yanında önemli bir kültür merkezi olma özelliğine de sahipti. Padişahların Edirne’de ikametleri, saray çevresinde önemli bir kültür muhiti oluşmasına yol açıyordu. Buradaki ilim ve irfan muhitinde yetişmiş pek çok meşhur şahsiyet vardır. Bunlar arasında şeyhülislâmlardan Kemalpaşazâde Şemseddin Ahmed, Ahmed Şemseddin Efendi, Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi, Gülşenî tarikatının pîrlerinden Şeyh Hasan Sezâî-yi Gülşenî, mevlevîhâne kurucularından Celâleddin ve Cemâleddin çelebiler (II. Murad devri), Fâtih devri şairlerinden Hacı İvazpaşazâde Atâî, II. Selim devri şairlerinden hekim Sinanoğlu Atâî, tezkire sahibi Sehî, eş-Şekāǿiku’n-numâniyye mütercimi Mecdî, İbretnümâ-yı Devlet müellifi Kesbî, tarihçi Oruç Bey, Edirne tarihçileri Abdurrahman Hibrî, Cevrî İbrâhim ve Örfî Mahmud Ağa sayılabilir.

Edirne, hakkında eser yazılan nâdide şehirlerden biridir. Târîh-i Edirne adıyla da anılan Hikâyet-i Beşir Çelebi, Abdurrahman Hibrî’nin Enîsü’l-müsâmirîn’i, Ahmed Bâdî Efendi’nin Riyâz-ı Belde-i Edirne’si, Örfî Mahmud Ağa’nın Târihçe’si bu şehirle ilgili eserlerdendir. Edirne’nin gelişmesinde rol oynayan önemli şahsiyetler arasında ise I. Murad devri meşhur mutasavvıflarından Yahşi Fakih, ilk Rumeli beylerbeyilerinden Gümlüoğlu, Şeyh Bedreddin Mahmud, Çelebi Sultan Mehmed’in hocası Sofu Bayezid, I. Mehmed ve II. Murad devri şahsiyetlerinden Şah Melik Paşa, mutasavvıflardan Şeyh Şücâüddin Karamânî, Kazasker Veliyyüddin b. İlyâs, Hasan Paşa, Çelebi Mehmed’in kızı Ayşe Hatun, Timurtaş Bey, Şarabdar Hamza Bey, Fâtih devri ulemâsından Fahreddîn-i Acemî, Evliya Kasım Paşa, Hazinedarbaşı Sinan Bey, tabip Abdülhamîd-i Lârî zikredilebilir.

Bugünkü Edirne. Osmanlı hâkimiyeti döneminde Rumeli eyaletini teşkil eden yirmi dört sancaktan Çirmen livâsına bağlı olan, daha sonra XIX. yüzyılda mutasarrıflık, ardından da valilik merkezi durumuna gelen Edirne, Lozan Antlaşması sonrası yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin bir sınır şehri özelliğini kazandı. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında nüfusu oldukça azalmış olan şehir 1940’a doğru yeniden toparlandı ve nüfusu 45.000’i geçti. Ancak bu nüfusun çoğu II. Dünya Savaşı tehlikesi karşısında bölgeye yığılan askerlerden oluşuyordu. Nitekim 1945’te askerlerin çekilmesi yanında daha önceki savaş tehlikesi dolayısıyla nüfusu 29.000’e düşmüştü. 1950’lerden sonra yeniden canlanma başlamış ve 1960’ta 40.000’e çok yaklaşan nüfusu 1980’de 71.914’e, 1985’te 86.909’a, 1990’da ise 102.345’e ulaşmıştır. Edirne iktisadî yönden yakın çevresinin önemli bir tarım ürünleri pazarlama merkezidir. Endüstri de daha ziyade tarım ürünlerinin işlenmesine dayanır. Özellikle sanayinin teşviki nüfus artışını da beraberinde getirmiştir. Burada Trakya Üniversitesi’nin kurulmuş bulunması, eski kültür ve eğitim merkezi olma özelliğini kazandırmada önemli bir adım olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait 1992 yılı istatistiklerine göre il ve ilçe merkezlerinde yetmiş, kasaba ve köylerde 282 olmak üzere Edirne’de toplam 352 cami bulunmaktadır. İl merkezindeki cami sayısı ise otuz üçtür.

Edirne şehrinin merkez olduğu Edirne ili Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale illeri ve ayrıca Bulgaristan ve Yunanistan sınırları ile çevrilmiştir. Merkez ilçeden başka Enez, Havsa, İpsala, Keşan, Lalapaşa, Meriç, Süleoğlu ve Uzunköprü adlı sekiz ilçeye ve on dokuz bucağa ayrılmıştır. Sınırları içerisinde 266 köy bulunmaktadır. 6276 km² genişliğindeki Edirne ilinin 1990 sayımına göre nüfusu 404.599, nüfus yoğunluğu ise 64 idi.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, TD, nr. 77, 370, 648, 729; B. de la Broquière, Le Voyage d’outremer (ed. Ch. Schefer), Paris 1892, s. 169-173; Khalkokondylas, Histoire de la Décadance de l’Empire Grec et Ztablissement de Celuy des Turcs, Paris 1620, s. 14-17; H. Dernschwam, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü (trc. Yaşar Önen), Ankara 1988, s. 44-46, 333, 831-834; O. Gh. de Busbecq, Türkiyeyi Böyle Gördüm (haz. A. Kurutluoğlu), İstanbul, ts. (Tercüman 1001 Temel Eser), s. 34; Beşir Çelebi, Risâle, İÜ Ktp., TY, nr. 451; Abdurrahman Hibrî, Enîsü’l-müsâmirîn, İÜ Ktp., TY, nr. 451; Örfî Mahmud, Edirne Tarihi, İÜ Ktp., TY, nr. 3612; Ahmed Bâdî, Riyâz-ı Belde-i Edirne, Beyazıt Devlet Ktp., nr. 10391-10393; Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi 1608-1619 (trc. H. Andreasyan), İstanbul 1964, s. 23-24, 169-173; A. de Motraye, Travels, London 1732, I, 280-281; Chevalier d’Arvieux, Mémoires, Paris 1735, IV, 498-500; Deshayes de Coutmenin, Voyage de Levant fait par le Commandement du Roy en l’année 1621, Paris 1824, s. 78-80; Pouqueville, Voyage de la Grèce, Paris 1836, I, 14; Moltke, Briefe Über zustände und Begebenheiten in der Türkei, Berlin 1841, s. 100 vd.; Şevket, Edirne Salnâmesi, Edirne 1310; V. Langmantel, Hans Schiltberger’s Reisebuch, Tübingen 1885, s. 7; Philippe du Fresne-Canay, Le Voyage du Levant, Paris 1897, s. 45-46, 133; Rifat Osman, Edirne Rehnümâsı, Edirne 1336; a.mlf., Edirne Sarayı, Ankara 1957; Mükrimin Halil [Yınanç], Düstürnâme-i Enverî: Medhal, İstanbul 1929, s. 43-46; O. Nuri Peremeci, Edirne Tarihi, İstanbul 1940; Oktay Aslanapa, Edirne’de Osmanlı Devri Âbideleri, İstanbul 1949; M. Tayyib Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı, İstanbul 1952; a.mlf., “Edirne”, İA, IV, 107-127; a.mlf., “Edirne Hakkında Yazılmış Tarihler ve Enîsü’l-müsâmirîn”, Edirne: Edirne’nin 600. Fethi Yıldönümü Armağan Kitabı, Ankara 1965, s. 77-117; a.mlf., “Edirne Şehrinin Kurucuları”, a.e., s. 161-178; Semavi Eyice, “Bizans Devrinde Edirne ve Bu Devre Ait Eserler”, a.e., s. 39-76; Halil İnalcık, “Edirne’nin Fethi (1361)”, a.e., s. 137-160; Bekir Sıtkı Baykal, “Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilâlar”, a.e., s. 178-198; Salih Zorlutuna, “XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’nin Sahne Olduğu Şâhâne Sünnet ve Evlenme Düğünleri”, a.e., s. 265-296; H. Sadi Selen, “Yazma Cihannümâ’ya Göre Edirne Şehri”, a.e., s. 303-310; F. Th. Dijkema, The Ottoman Historical Monumental Inscriptions in Edirne, Leiden 1977; Rıfkı Melûl Meriç, “Edirne’nin Tarihî ve Mimârî Eserleri Hakkında”,


Türk San’atı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, I, İstanbul 1963, s. 439-536; Ö. L. Barkan, “Edirne Askerî Kassamına Âit Tereke Defterleri (1545-1659)”, TTK Belgeler, III/5-6 (1968), s. 1-479; E. Zachariadou, “The Conquest of Adrianople by the Turks”, Studi Veneziani, XII, Venice 1970, s. 210-217; Haim Gerber, “The Waqf Institution in Early Ottoman Edirne”, AAS, XVII (1989), s. 29-45; Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılın Başlarında Edirne’nin Demografik Durumu Hakkında Bazı Bilgiler”, TTK Bildiriler, III (1989), s. 1415-1424; [bu madde müellifin bibliyografyadaki çalışmaları esas alınarak Feridun Emecen tarafından düzenlenmiştir].

M. Tayyib Gökbilgin




MİMARİ. Edirne Trakya’nın en stratejik yerinde kurulmuş bir Roma “castrum”u iken bu kalenin içinde gelişmiş bir Bizans şehrine dönüşmüş, 1361’e doğru Türk idaresine geçtikten sonra hızla bir Türk şehri özelliği kazanmıştır. Kısa bir süre içinde surların dışına taşarak sultanlar, vezirler ve halktan hayır sahiplerinin kurdukları vakıflarla büyük bir müslüman Türk şehri kimliğine bürünmüştür. Ayrıca bir saray kompleksi yapılmış, şehrin içindeki büyük bir kilise camiye çevrilmiş, bir taraftan daha başka cami ve mescidler inşa edilirken diğer taraftan da Avrupa yönüne giden ana yol üzerinde bulunduğundan büyük han ve kervansaraylar inşa edilmiştir. 1453’te fethedildikten sonra İstanbul Osmanlı Devleti’nin yeni başşehri olmasına rağmen Edirne de devletin eski başşehri olarak ehemmiyetini kaybetmemiştir. Ayrıca padişahlar zaman zaman buradaki sarayda yaşamaya devam ettiklerinden Edirne’nin imarı da sürmüştür. Meselâ II. Ahmed (1691-1695) sultanlığı döneminde bütün hayatını burada geçirmiş, İstanbul’a hiç gitmemiştir.

Edirne’deki mimari eserler, önce 1146’da (1733-34) Üç Şerefeli Cami yanından başlayıp Kanatlı Köprü’ye ve Ekmekçizâde Ahmed Paşa Kervansarayı’na kadar uzanan büyük yangınla harap olmuş, arkasından 1165 Ramazanında (Temmuz 1752) meydana gelen zelzelede büyük ölçüde tahribe uğramış, fakat bu felâketlerin ardından tamir edilmişlerdir. XIX. yüzyıl başlarından itibaren ise Rus ordusunun Trakya’ya inmesiyle şehir tekrar büyük bir tahribata uğramıştır. Edirne ilk Rus işgalini Safer 1245’te (Ağustos 1829) görmüş, fakat savaşsız teslim olduğundan saray dışındaki eserlere fazla zarar verilmemişti. Ancak 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Edirne tarihinin en büyük felâketlerinden biriyle karşılaşmıştır. Bu defa Edirne Sarayı bir daha ayağa kaldırılamayacak şekilde tahribe uğramıştır. Ayrıca 1912-1913 Balkan Savaşı, yarattığı acılar ve eski eserlerde bıraktığı izler bakımından önceki işgali de aştı. Bundan sonra Edirne’nin bütünüyle harap olduğu ve içindeki eserlerin âdeta yıkılmaya bırakıldığı görülür. Nitekim bu yıllarda bir taraftan şehrin aşağı mahalleleri ve Tunca kıyılarındaki camiler taşkınlardan zarar görürken diğer taraftan özellikle 1940’lı yıllarda, Balkan Savaşı facialarından ürken halkın aynı hadiselerin tekrarlanacağı endişesiyle şehirden göç etmesi ve nihayet 1953’teki zelzele şehrin ve buradaki eserlerin büyük ölçüde tahribine sebep olmuştur. Bunun yanında 1930-1940 yılları arasında Vakıflar İdaresi tarafından pek çok eserin satılması ve bunları alanların binaları yıktırarak arsalarına ev yaptırmaları ile Edirne’nin vakıf yapılarının büyük kısmı yok olmuştur. Mimar Sedat Çetintaş 23 Temmuz 1940 tarihinde yazdığı raporda, “üçüncü derecede görülüp lüzumunda yıktırılması câiz görülen binalar” olarak altmış beş eserin adını yazmıştır. Rıfkı Melûl Meriç tarafından tesbit edildiğine göre 1928-1948 yılları arasında bazıları arsa halinde olan 120 cami ve tekke satılmıştır.

Evliya Çelebi, XVII. yüzyılın ilk yarısı içinde Edirne’de on dördü sultanlar, 300’ü vezirler ve âyan tarafından yapılmış 314 cami bulunduğunu bildirir. Ancak mescidler ve zâviyelerle bu sayının 1700’ü bulduğunu yazması bir abartmadır. O. Nuri Peremeci, Edirne hakkında değerli bir tarih yazmış olan Ahmed Bâdî Efendi’nin bu 300 kadar camiden 224 tanesinin adını tesbit ettiğini ve haklarında bilgi topladığını belirtmiştir (Edirne Tarihi, s. 79). Kendisi ise elli bir caminin kısa açıklamalarla adlarını verir. Oktay Aslanapa yalnız yirmi üç camiden bahsetmiştir. Edirne’deki her türlü tarihî eserin adını veren, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün düzenlediği bir listede 157 çeşitli eserin adı yer almıştır (Edirne’de Osmanlı Devri Âbideleri, s. 178-184). Edirne’nin son gördüğü felâket 1953 yılındaki zelzeledir. Bunun sonucunda tarihî eserlerden birçoğunda yeni tahribatlar olmuş, Gazi Mihal Camii gibi bazıları ise bundan sonra uzun yıllar kendi haline terkedilmiştir.

Esası Roma dönemine inen Edirne Kalesi’nin duvarları 1752’de henüz duruyordu. Nitekim zelzeleden sonra bu surun Kafes Kapısı adındaki bir kapısının Sultan I. Mahmud tarafından 1166’da (1752-53) tamir ettirildiğini bildiren kitâbesi mevcuttur: “Şâh-ı şâhân-ı cihân etti binâ/Çün Kafes Kapısı olmuştu harâb/Dedi mevkut ile Urfî târîh/Hân-ı Mahmûd eseridir bu bâb, 1166”. Manyas Kapısı da aynı yıl tamir edilmiştir: “Bin yüz altmış beşte vâkı‘ zelzele bâhükm-i Hak/Nice âbâdânı vîrân eylemişti nâ-gehân/... Bâb-ı Manyas’ı cedîd etti velî Mahmûd Han”. Ancak Edirne Kalesi’nin taşları XIX. yüzyılda şehirdeki kamu binalarının yapımında kullanıldığından bugün kaleden ve kapılarından iz kalmamış gibidir.

Edirne Sarayı. Edirne’de I. Murad tarafından yaptırılan ilk sarayın


Selimiye Camii’nin bulunduğu yüksek yerde veya yakınında olduğu ileri sürülmektedir. Evliya Çelebi kendi zamanında bu sarayın mevcut olduğunu ve Mûsâ Çelebi tarafından etrafının bir duvarla çevrildiğini bildirir. Yine onun yazdığına göre Kanûnî Sultan Süleyman da bu sarayı tamir ettirmiş ve acemi oğlanlarına tahsis etmiştir. Bu eski saraydan günümüze kadar bir iz kalmamakla beraber Selimiye Camii’nin üst tarafındaki Saray Hamamı denilen çifte hamam harabesinin bu saraya ait hamamın kalıntısı olduğu kabul edilmektedir.

Sarayiçi adı verilen yerdeki Edirne Sarayı ise İstanbul’dakinin düzen bakımından bir benzeri olup oradaki bölümlerin eşleri burada da bulunuyordu. Yalnız Edirne Sarayı İstanbul’dakine nazaran daha geniş bir sahaya yayılmıştı. Burada 119 oda, yirmi bir divanhâne, yirmi iki hamam, on üç mescid, on altı büyük kapı, on üç koğuş, dört kiler, beş matbah, on dört kasır bulunduğu ifade edilmektedir (Aslanapa, s. 147). Ayrıca saray kompleksi Tunca kıyısında olduğundan kenarı merdiven şeklinde rıhtımlarla sınırlanmış, hatta akarsu yatağının dibi de mermer döşenmişti. Sarayın sınırları içinde birçok havuz ve çeşme de bulunuyordu. Esas Edirne Sarayı’nın şehrin dışında, Tunca ırmağının iki kolu arasında kalan ada üzerinde 854 (1450) yılında II. Murad tarafından kurulmasına başlanmıştır. Önce sadece bir kasır halinde yapılan bu saray kompleksi daha sonra Fâtih Sultan Mehmed zamanında genişletilmiş ve Sarây-ı Cedîd-i Âmire adını almıştır. Kanûnî Sultan Süleyman, Hadîka-i Hâssa denilen saray bahçesi arazisini Tunca üzerine kurulan bir köprü ile bağlamış, bunun üstünden saraya getirilen su da geçirilmiştir. Kanûnî zamanında Terazi Kasrı ile Adalet Kasrı’nın da yapıldığı Rifat Osman Bey tarafından ileri sürülür. Kanûnî 945’te (1538-39) çok süslü bir de divanhâne inşa ettirmiştir. II. Selim ise Hasbahçe’nin kuzeyinde Mamuk veya Mumuk adı verilen bir kasır yaptırmıştır. I. Ahmed de sarayda bazı yenilikler yaptırarak burada bir ara duvar üzerine bir kasır inşa ettirmiş, bayram törenlerinin Alay Köşkü denilen bu yapının önünde yapılması âdet olmuştur. Beyâzî Mehmed Bey’in tarihinde, “Emredip sa‘y ile üç günde binâ ettirdi/Bu makam-ı ferah-efzâ-yı güzîni nâgâh” denildiğine göre üç günde yapılan bu kasrın ahşaptan hafif bir bina olduğu anlaşılır. Aynı yıllarda Ekmekçizâde Ahmed Paşa da eski ahşap köprünün yerine kâgir bir köprü yaptırarak sarayı dışarıya bağlamıştır.

II. Osman tarafından Alay Köşkü yakınında yüksekçe bir yerde Bayırbahçe Kasrı adı verilen bir kasır yapılmıştır. Fakat Edirne Sarayı’nın en parlak dönemi IV. Mehmed’in saltanat yıllarına (1648-1687) isabet eder. Uzun süreler burada kalan padişah sarayda pek çok yenilik yaptırmış, ayrıca bahçeler güzelleştirilmiş, Hızırlık, Iydiyye, Yıldız, Çömlek kasırları inşa edilmiş, Kum Kasrı, Kasr-ı Pâdişâhî, Arz Odası tamir ettirilmiştir. XVII. yüzyıl ortalarında Bostancıbaşı Âşık Ali Ağa’nın yazdığı küçük bir risâlede sarayın bölümleri ve kasırları hakkında bilgi verildikten başka bu risâlede kasırların planlarının da bulunduğu kaydedilmektedir. Tek yazma nüshası Rifat Osman Bey’de olan bu değerli eser Edirne’nin Bulgarlar tarafından işgalinde kaybolmuştur. Evliya Çelebi Edirne’ye 1063’te (1653) gelmiş, sarayı en parlak günlerinde görmüş ve “Der Sitâyiş-i Bâğçe-i Hâssa Ya‘nî Selâtîn-i Âl-i Osmân der Şehr-i Edirne-i Âbâdân” başlığı altında sarayı ve bilhassa onun erafını çeviren koruluğun güzelliğini uzun uzadıya anlatmıştır.

II. Ahmed sarayın Harem Dairesi’nde beş oda ve bir hazineden ibaret yeni bir bölüm yaptırmış ve 1695’te bu dairede ölmüştür. II. Mustafa da babası IV. Mehmed’in yaptırdığı daireyi tamir ettirerek genişletmiş, vâlide sultan dairesine havuzlu bir divanhâne yaptırmıştır. III. Ahmed zamanında (1703-1730) artık ihmal edilen saray 1752 ve 1753 yıllarında Edirne’ye büyük zararlar veren depremler sırasında önemli ölçüde tahrip olmuştur. Edirne Sarayı’nda son ikamet eden Padişah III. Mustafa olup 1182’de (1768-69) kısa bir süre burada kalmıştır.

Rifat Osman Bey’in tesbitine göre 1201 (1787), 1217 (1802-1803), 1222 (1807), 1226 (1811) ve 1243 (1827-28) yıllarında sarayın tamiri için keşifler hazırlanmış, fakat önemli bir şey yapılmayarak yalnız harap bazı bölüm ve daireler yıktırılmıştır. Esasen 1220 (1805-1806) yılından itibaren sarayın bazı bölümlerine askerî malzeme ve cephane depolanmıştı. Son keşfin ardından başlanan ve bir buçuk yılda tamamlanan tamirden kısa bir süre sonra Edirne’yi işgal eden Ruslar (1829) ordugâhlarını saray bahçesine kurmuşlardır. Sarayın harapça gördükleri bölümleriyle korudaki ağaçları keserek yakmışlar, ayrıca giderken de bazı eşya ile duvardaki çinileri söküp götürmüşlerdir. Sultan Abdülaziz’in Avrupa’ya yaptığı seyahatten dönerken Edirne’den de geçeceğinin bildirilmesi üzerine Vali Hurşid Paşa 1284’te (1867-68) sarayın kalan bölümlerini tekrar tamir ettirmeye başlamışsa da padişahın Edirne’ye uğramayacağı anlaşılınca Vali İzzet Paşa tarafından çalışmalar ağırlaştırılarak 1290 (1873) yılına kadar


sürdürülmüştür. Fakat bu tamirin başarılı olduğu söylenemez.

Edirne Sarayı’nın kesin mahvına 1878 yılındaki Rus işgali sebep olmuştur. Öteden beri bazı bölümlerinde askerî techizat ve cephanenin depolandığı saray, Edirne Valisi Nâmık Paşazâde Cemil Paşa ile Müşir Ahmed Eyüp Paşa’dan birinin verdiği emirle 14 Muharrem 1295 (18 Ocak 1878) günü ateşe verilmiş ve bu yangın üç gün sürmüştür. Edirne Rus işgalinden kurtulduktan sonra sarayın yanmamış bazı bölümlerindeki değerli parçalarla çiniler Vali Rauf Paşa tarafından yabancılara bağışlanmıştır. Bu şekilde yağma edilerek götürülen parçaların yirmi yedi sandık olduğu söylenmektedir. Hacı İzzet Paşa 1884’te tekrar Edirne valisi olduğunda sarayı yine ihya etmek istemişse de bu isteğini gerçekleştirmesi mümkün olmamış, ondan sonra gelen valiler Edirne’de yapılan kışlalarla diğer kamu binaları için gerekli yapı malzemesinin saray harabesinden alınmasını uygun gördüklerinden kısa sürede kalıntılar da yok edilmiştir.

Rifat Osman Bey Edirne Sarayı’nın bölüm ve dairelerinin uzun bir listesini çıkarmış olup bu listede padişah ve hareme ait dairelerden başka hizmetlilere mahsus çok sayıda bölüm de vardır. Osman Bey sekiz cami ve mescidle on sekiz hamamın adını da verir (Edirne Sarayı, s. 52-56).

Edirne Sarayı’ndan bugün hemen hemen hiçbir şey kalmamış gibidir. Yalnız yakın tarihlerde Adalet Kulesi tamir edilerek yaşatılmıştır. Cihannümâ Kasrı’nın temel izleriyle Matbah-ı Âmire’nin de harabesi günümüze kadar gelmiştir. 1950’li yıllarda Tahsin Öz tarafından bir kazı yapılmışsa da ilmî metotlarla sürdürülmediğinden fazla bilgi elde edilememiştir (ayrıca bk. SARÂY-ı CEDÎD).

Konaklar ve Evler. Osmanlı Devleti’nin İstanbul ile birlikte ikinci başşehri durumunda olan Edirne pek çok vezir ve âyan konağı ile süslenmişti. Dulkadıroğlu Süleyman Bey’in kızı ve Fâtih Sultan Mehmed’in zevcesi Sitti Şah Sultan’ın Edirne Lisesi’nin olduğu yerde bir sarayının bulunduğu, daha sonra bunun Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya geçtiği ve 1743 yılında yandığı bilinmektedir. Selimiye Camii civarında IV. Mehmed’in kızı Hatice Sultan’ın da XVII. yüzyıl sonlarında bir konağı bulunduğuna dair bazı kayıtlar vardır. 1247-1250 (1831-1835) yılları arasında Edirne valisi olan Ağa Hüseyin Paşa’nın şehrin manzaralı bir yerinde yaptırdığı büyük konakta 1262’de (1846) Sultan Abdülmecid misafir olmuştu. Zengin tavan nakışları olan bu konak Cezzâr ailesine geçmiş ve sonra yıktırılmıştır. Edirne’de bunun gibi daha pek çok konak ve evin bulunduğu kesindir. Evliya Çelebi, 1062 Zilhiccesinde (Kasım 1652) Rumeli’nden İstanbul’a dönerken uğradığı Edirne’de 340 vezir sarayı bulunduğunu bildirir ki bu abartmalı bir sayıdır. Fakat adlarını verdiği vezir saray ve konaklarından Sokullu Mehmed Paşa, Makbul İbrâhim Paşa, Timurtaş Paşa, Beylerbeyi Hüseyin Paşa, Şakşakî (?) Paşa, Ferruh Paşa, Müeyyed Paşa, Rüstem Paşa, Mahmud Paşa, Mihal Bey, Defterdar İsmâil Efendi, Ekmekçizâde Ahmed Paşa, Zağanos Paşa, Halil Paşa, İshak Paşa, Kazasker, Bostancıbaşı, Sinan Paşa konak veya saraylarının gerçekten var olduğu kabul edilmektedir. Bunların dışında Evliya Çelebi’nin yaşadığı yıllarda IV. Mehmed döneminde Köprülü Mehmed Paşa, Musâhib Mehmed Paşa, Reîsülküttâb Şâmîzâde, Rûznâmeci Ali Efendi, Vanî Efendi, kale içinde Yeniçeri Ağası, Hasan paşazâdeler saray veya konakları yapılmıştır. Bugün bunların yerleri bile belli değildir.

Halûk Şehsuvaroğlu bir makalesinde bu konaklar hakkında şunları yazar: “Bu devirde (XVII. yüzyıl) Edirne’de Eski Saray mukabilinde Musâhib Paşa Sarayı bulunuyordu. Bu sarayın divanhânesi olmadığından Edirneli Ali Ağa’ya divanhâne yaptırılmıştı. Edirne’de Üç Şerefeli Cami’nin arkasında Sokullu Mehmed Paşa’nın sarayı vardı. XVII. asırda bu saray Köprülüzâde Mustafa Paşa’ya verilmişti. Sultâniye Camii’nin arkasında Defterdar Ahmed Paşa’nın, aynı cami yanında Vezîriâzam Maktul Kara Mustafa Paşa’nın, Sarıcapaşa Çarşısı’nda vezîriâzam merhum Kara İbrâhim Paşa’nın, şıkk-ı evvel defterdarı Yûsuf Efendi’nin konakları vardı. Vezîriâzam Kara İbrâhim Paşa Konağı sonradan Rikâb-ı Hümâyun Kaymakamı Ali Paşa’nın mülkü olmuştur. Kara Mustafa Paşa’nın sarayı Edirne âyanından Sikke Emini Mustafa Ağa tarafından yaptırılmıştı ve bu bina eskiden beri “Sikke Emini Mustafa Ağa Hânesi” demekle meşhurdu. Bu hâneyi Kara Mustafa Paşa satın aldıktan sonra “ilm-i hendesesi, fikir ve ferâseti ile tab‘-ı mi‘mârına ve tarh ve icat ile müceddeden bina ve ihdas eylediği” yeni bir saray vücuda getirmişti. Halk arasında bu saray mimarisinin güzelliği ile meşhurdu. “Müteaddit mülûkâne odaları ve karşı sofaları, benzersiz hamamları vardı. Divanhânelerinin kubbe tavanları altın nakışlarla tezyin edilmişti. Emsali nâdir olan şadırvan sebil ve büyük bir havuz ile süslenmişti. Padişah, bu sarayın dillere destan olan güzelliğini duymuş ve bir gün burayı gezmek istemişti. Fakat binada İran elçisi maiyeti ile oturduğundan görememiş, elçi ve maiyeti gittikten sonra temizlenen saray, padişah tarafından gezilip beğenilmişti” (TTOK Belleteni, s. 15-16). Ancak ne yazık ki işgaller, halkın göçü, şehrin fakirleşmesi ve son yıllarda büyük yeni inşaatın artması ile bütün bunlar silinip gitmiştir. İçinde ahşap üzerine nakışlarla bezenmiş bir ev, uzun yıllar Edirne Müzesi’nde çalışan Necmi Ağabey olarak tanınan Necmi İye’nin mülkiyetinde idi. Bu evin yıkılırken çıkarılan bazı parçaları müzededir. 1912’de yıkılan Cezzârzâdeler Konağı’nın bir odasının tavanındaki resimler


arasında bir köprü tasviri de vardı” (Rifat Osman, Millî Mecmua, sy. 78 [1927], s. 1580). Edirne’de sivil mimaride iç süsleme hususunda başlı başına bir teknik ve üslûp oluştuğu ve bu usulle yapılan nakışlarla bezenen ahşap aksama “edirnekârî” denildiği bilinir. Bu konu üzerinde şimdiye kadar yeterince durulamadığı gibi köşk ve konaklardaki örnekleri de korunamamıştır. Yalnız çeşitli ev tipleri plan şemaları ile tesbit edilmiş, Rifat Osman Bey de bunlardan bazılarını desen olarak kâğıda geçirmiştir.

Edirne’de Cumhuriyet dönemi başlarına kadar sayıları oldukça çok olan azınlıklar dışında hıristiyan yabancılar da yaşıyordu. Bunlar tarafından genellikle kâgir olarak Batı Avrupa üslûbunda evler yapılmıştı. Evlerin çoğu kale içindeki mahallelerde, büyük bir kısmı da Edirne’nin sayfiyesi durumunda olan Karaağaç’taki villa tipi yapılardı. Bu sonuncular Balkan Savaşı ile yok olmuş, kale içindekiler ise yeni yapılaşma ile yavaş yavaş ortadan kalkmıştır.

Camiler ve Mescidler. a) Kiliseden Çevrilenler. Edirne’nin cami ve mescidlerinden önemli olanlar ayrıca müstakil maddelerde yer alacağından burada sadece genel bir fikir verilmesine çalışılmıştır. Edirne’nin fethinden sonra camiye çevrilen yalnız bir Bizans kilisesi bilinmektedir, bu da kale içindeki Ayasofya veya Halebî Camii’dir. I. Murad’ın camiye çevirdiği kilisenin yanına II. Murad tarafından Sirâceddin Mehmed b. Ömer Halebî’nin ilk müderrisi olduğu medrese inşa ettirilmiştir. Bu cami 1752 zelzelesinde büyük ölçüde zarar görmekle beraber uzun yıllar harabesi ayakta kalmıştır. Tuğladan, dört yapraklı yonca biçiminde olan binanın üstünde yüksek bir kubbe vardı (bk. AYASOFYA CAMİİ). Biçimi ve mimarisi, Fransız mimarı A. Choisy tarafından çizilen krokiden ve Rus konsolosu Lechine’in 1888’de çektirdiği bir fotoğraftan anlaşılan bu yapı XIX. yüzyıl sonlarında hiçbir izi kalmamak üzere yıktırılmıştır.

Edirne’de ayrıca esası Bizans dönemine ait olan Kilise Camii’nin adı geçer. Ancak bunun Fâtih Sultan Mehmed tarafından yıktırılarak yerine, iki pâyenin dayandığı altı kubbeli harimli ve son cemaat yeri beş kubbeli olan bir cami yaptırdığı bilindiğine göre bu yapının bir kilise ile hiçbir ilgisi olamaz. Tarifinden anlaşıldığına göre Fâtih’in bu camii, İstanbul’da Karagümrük’teki Atik Ali Paşa (Zincirlikuyu) Camii’nin bir benzeri olmalıdır. Cami 1752 zelzelesinde yıkılmış ve bütünüyle ortadan kalkmıştır. Esası Bizans dönemine ait olmasına ihtimal verilen bir eser de şehrin dışındaki Yıldırım Camii’dir. XIV. yüzyılın sonlarında ve o yıllardaki yerleşme alanının oldukça uzağında inşa edilen bu cami, planında da açıkça görüldüğü gibi serbest haç biçiminde bir binanın temelleri ve belki de duvar kalıntıları üzerine oturtulmuştur. Haçın iki kolu arasına duvar çekilerek ocaklı birer tabhâne odası yapılmıştır. Böylece Yıldırım Camii, ilk Osmanlı döneminin “eski viraneleri şenlendirme” politikasına uyularak tabhâneli cami haline getirilmiştir. Halen mahalle camii olarak kullanılan binanın dış duvarları ve üst yapısı tamamen Türk inşaatıdır.

b) Tabhâneli Camiler. Genellikle imaret denilen tabhâneli camiler Edirne’de oldukça fazladır. Bunların başında, II. Murad tarafından 839 (1435-36) yılında yaptırılan ve mevlevîhâne olan Murâdiye Camii gelir. Beş bölümlü son cemaat yerini takip eden, kubbe ile örtülü bir avlu fikrini devam ettiren kubbeli mekândan sonra esas namaz yeri olan ikinci kubbeli mekân yer alır. Burası çok değerli çiniler ve kalem işi nakış ve yazılarla bezenmiştir. Birinci mekânın iki tarafında ise “âyende ve revende”nin misafir edilmesine mahsus kubbeli odalar bulunmaktadır. Aynı mimari düzen, II. Murad döneminde Sinâneddin Yûsuf Paşa’nın 832’de (1428-29) vakfettiği saray içine giden cadde üzerindeki Beylerbeyi Camii’nde de görülür. Burada eski avlu geleneğini sürdüren kubbeli kapalı avlu mekânını takip eden hâkim kısmı çok değişik ve zengin bir kubbe tonoz sistemiyle örtülmüş, ayrıca duvarları evvelce malakârî nakışlarla bezenmişti. Burada da iki yanda tabhâne odaları vardır. Uzun yıllar çok harap ve yan odaları ile mihrap kısmı yıkılmış durumda kalan Beylerbeyi Camii 1960’lardan sonra restorasyonu yapılarak ihya edilmiştir. Külliye halinde olan bu eserin karşı taraftaki hamamı ile kurucusunun türbesi ise son derece harap halde durmaktadır.

Tabhâneli camilerden biri de Tunca’nın karşı kıyısında, Kapıkule yolu üstünde köprü başında bulunan Gazi Mihal Camii’dir. Kitâbesine göre 825 (1422) yılında yaptırılmıştır. Burada da beş bölümlü son cemaat yerinden geçilen kapalı avlu geleneğini sürdüren ilk mekân büyük bir kubbe ile örtülüdür. İkinci bölüm ise esas namaz mekânı olup bir beşik tonozla örtülmüştür. İki yandaki ocaklı tabhâneler kapalı avlu mekânı ile dışarıya bağlantılıdır. Minaresi ise 1752 zelzelesinden sonra yapılmıştır. Son zelzelede oldukça zarar gören cami, uzun yıllar içindeki mefruşat ve eşya kaldırılmadan öylece bırakılmış ve dolayısıyla soyulmuştur. Son zamanlarda tamirine başlanmıştır. Hazîresinde, 839’da (1435-36) ölen Gazi Mihaloğlu ile aynı aileden bazı kişilerin kabirleri bulunur. Bu tabhâneli cami bir aşhane-imaret, şimdi yıkılmış bir hamam ve bir de köprüden meydana gelen bir külliyenin merkeziydi.

Bu çeşit yapıların sonuncusu, şehrin doğu tarafında 844 (1440-41) yılında yaptırılan Mezid Bey veya Yeşilce İmareti’dir. Burada bir eksen üzerinde sekizgen kasnaklı kubbeli iki mekân vardır. Bunlardan ilki kapalı avlu geleneğini sürdüren bölümdür. Bu bölümün iki yanında yine kubbeli tabhâne odaları yer alır. Yeşilce adı bu camiye, evvelce içinin veya minaresinin çinilerle kaplı oluşundan dolayı verilmiştir. 1752 zelzelesinden ve Rus işgalinden sonra yapılan tamirlerde kapı ve pencere biçimleri


değiştirilmiştir. Balkan Savaşı’nın ardından gelen bakımsızlık yıllarında Mezid Bey Camii tarlaların ortasında yıkılmaya bırakılmış bir harabe halinde idi. 1990-1991 yıllarında tamiri yapılarak ihya edilmiştir.

c) Büyük Selâtin Camileri. Edirne’nin bir Türk şehri hüviyetini kazanmaya başladığı sıralarda, Yıldırım Bayezid’in oğullarından Emîr Süleyman’ın kısa hükümdarlığı zamanında, 805 (1402-1403) yılında ulucami olarak büyük bir ibadet yeri yapımına başlanmış, onun arkasından iktidara geçen Mûsâ Çelebi tarafından buna devam edilmiş ve nihayet cami 816’da (1413) Çelebi Sultan Mehmed döneminde bitirilmiştir. Dokuz kubbeli kare biçimindeki yapının yan kapısı üstünde bulunan kitâbesinden mimarının Konyalı Hacı Alâeddin, kalfasının da Ömer b. İbrâhim olduğu öğrenilmektedir. Eskicami olarak adlandırılan ve şehrin ortasında yer alan bu cami, Osmanlı dönemi Türk mimarisinin çok kubbeli ulucamiler tipinin bir örneği olup Filibe’de Murâdiye, Sofya’da Mahmud Paşa camileriyle benzerlik gösterir. Minare gövdelerinin üst kısımları 1752 yılından sonra şimdiki şekillerini almışlardır. Padişahlığı devrinde İstanbul’a hiç gitmeyen II. Ahmed’in kılıç kuşanma töreni bu camide yapılmıştır.

Edirne’nin ikinci büyük selâtin camii, şehrin ortasında yer alan, II. Murad’ın 841-851 (1437-1447) yılları arasında yaptırdığı Üç Şerefeli Cami’dir. Burada kubbeli, revaklı bir avlu, geniş bir son cemaat yeri ve avlunun dört köşesinde dört minare vardır. Türk yapı tarihinde birçok yeniliğin ilk defa bu eserde uygulandığı görülür. Fakat esas önemli yenilik, caminin enlemesine bir dikdörtgen biçiminde olan harim kısmındadır. Burada, ilk olarak Artuklular dönemi cami mimarisinde başlayarak Manisa Ulucamii’nde gelişen, harim mekânına büyük bir kubbenin hâkimiyeti düşüncesi daha kuvvetle kendini belli etmiştir. Üç Şerefeli Cami, İstanbul’un fethinden sonra hızla yeniliklere giden Türk mimarisinin gelişme zincirinin en önemli halkalarındandır (bk. ÜÇ ŞEREFELİ CAMİ).

Şehrin dışında Tunca kıyısında, II. Bayezid’in 889-893 (1484-1488) yılları arasında yaptırdığı büyük külliyenin de merkezini, iki yanında tabhâneleri olan tek kubbeli büyük bir cami teşkil eder. Böylece Beyazıt Camii, ilk Osmanlı döneminde çok yaygın olan tabhâneli camilerin İstanbul’daki Sultan Selim Camii ile selâtin camii tipinde uygulanmış iki örneğinden biridir. Geniş bir alanı kaplayan, medrese, dârüşşifâ, aşhane-imaret, çifte hamam ve bir de köprüden oluşan külliye Türk sanatında büyük selâtin külliyelerinin başında gelen eserlerdendir.

Edirne’yi taçlandıran Selimiye Camii ise Mimar Sinan’ın şaheseri olup II. Selim tarafından 976-982 (1568-1574) yılları arasında yaptırılmıştır. Burada harimde sekiz pâye binanın bütününe hâkim kubbeyi taşımaktadır. Dört köşedeki üçer şerefeli dört minare estetik bakımdan cami kitlesini sanki gökyüzüne yükselten unsurlardır. Bunlar öyle yerleştirilmiştir ki İstanbul’dan gelen ana sefer ve kervan yolunun çok uzak noktalarından bile sadece iki minare görülmekteydi. Ancak son yıllarda yolun biraz kaydırılması yüzünden bu özellik bozulmuştur. Selimiye Camii’nin kıble tarafında, iki medresesiyle şehre inen yamaçta dış avlu duvarı boyunca uzanan ve camiden az sonra yapılan, üstü kapalı bir yolun iki tarafında sıralanan dükkânlardan ibaret bir çarşısı (arasta) vardır. Balkan Savaşı’nda işgalci askerlerin içinde tahribat yaptıkları Selimiye Camii’nin geri çekilirken Bulgarlar tarafından havaya uçurulması düşünülmüş ve son emir Bulgar Kralı Ferdinand’dan beklenmiş, ancak kral tarih karşısında böyle bir sorumluluğu yüklenemeyeceğini bildirmiştir (bk. SELİMİYE CAMİİ ve KÜLLİYESİ).

d) Tek Kubbeli Camiler. Edirne’nin en parlak dönemi olan XV ve XVI. yüzyıllarda burada kare bir mekân üzerine tek kubbeden ibaret küçük ölçülerde çok sayıda cami yapılmıştır. Bunlardan bazılarının kubbeleri 1752 zelzelesinde çöktüğünden veya çatladığından üstleri ahşap çatı ile kapatılmak suretiyle tamir görmüştür. Bu tek kubbeli küçük camilerin yanlarında bodur gövdeli minareleri vardır. Bu minarelerin herhalde 1752 zelzelesinde kısmen yıkıldıkları, sonradan böyle kısa olarak yapıldıkları, alttaki kürsü ve pabuç kısımları ile gövdeleri arasındaki uyumsuzluktan anlaşılmaktadır. Küçük camilerin en eskisi ve sanat bakımından önemlisi, Gazi Mihal Köprüsü’nün şehir tarafındaki başında olan Şahmelek Paşa Camii’dir. 832 Ramazanında (Haziran 1429) açılan bu caminin duvarları fîrûze renginde çinilerle kaplanmıştır. Uzun yıllar bakımsız kaldığından bu çinilerin çoğu sökülmüştür. Kuşçu Doğan Ağa’nın vakfı olan 830 (1427) tarihli cami de bu grubun bir örneğidir. Saruca Paşa’nın 838’de (1434) inşa ettirdiği tek kubbeli küçük caminin ilgi çekici tarafı, Viyana bozgunu üzerine idam edilen Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile Belgrad’da idam edilen Budin Beylerbeyi Melek İbrâhim Paşa’nın kesik başlarının Edirne’de padişaha gösterildikten sonra bu caminin hazîresine gömülmesidir. Şehâbeddin Paşa’nın 840’ta (1436-37) yaptırdığı küçük cami de tek kubbeli yapılardandır. Aynı mimari tipte olan 860 (1456) tarihli Selçuk Hatun Camii, kare harim üstünde tek kubbeli cami tipinin sahip olduğu klasik orantıların âhengini belli eden bir eserdir. I. Mehmed’in kızı Ayşe Hatun tarafından Muharrem 873’te (1468) vakfedilen cami de aynı tipte olmakla beraber dış mimarisindeki klasik üslûba aykırı nisbetsizlikler, bu binanın herhalde 1752 zelzelesinin arkasından değişikliğe uğradığını gösterir. II. Murad ve Fâtih Sultan Mehmed dönemi veziri Sadrazam Evliya Kasım Paşa’nın 883’te (1478) yaptırdığı sanat değeri çok yüksek cami Tunca kıyısında bulunduğundan taşkınlarda su içinde kalmak suretiyle zarar görmektedir. Evvelce


mâmur bir çevreye sahip olan caminin ırmak kıyısında merdivenli sağlam bir rıhtımı, etrafında içinde Kasım Paşa’nın kabrinin de bulunduğu geniş bir hazîresi vardı. Dulkadıroğlu Süleyman Bey’in kızı ve Fâtih’in zevcesi Sitti Şah Sultan adına 887’de (1482) yaptırılan cami ise klasik yapı sanatının bütün nisbetli âhengine sahip bir eserdir. Kıble duvarı önünde Sitti Şah Sultan’ın kabri bulunur.

Tek kubbeli camilerin yapımı XVI. yüzyılda da devam etmiştir. Bunların en büyüğü, 920’de (1514) Hekimbaşı Lârî Çelebi tarafından yaptırılan cami olup 1752’de kubbesi yıkılmış, üstü ahşap bir çatı ile örtülmüş, 1970’e doğru yapılan restorasyonda kubbe ihya edilmiştir. Evvelce camiyi üç taraftan bir revak sarıyordu. Kadı Bedreddin Efendi adına 936 (1529) yılında, herhalde oğulları Şeyhî Çelebi ve Şeyhülislâm Kadızâde Ahmed Şemseddin tarafından inşa ettirilen cami de aslında tek kubbeli iken 1752’de kubbesi yıkıldığından üstü ahşap çatı ile örtülmüştür. Duvarları düzgün bir taş ve tuğla örgü tekniğinde, erken Osmanlı döneminde çok kullanılan bir usulde örülmüştür. Yine Tunca kıyısında ve taşkın bölgesinin içinde kalmış olan Süleymaniye Camii’nin Kanûnî Sultan Süleyman dönemi vezirlerinden Süleyman Paşa’nın hayratı olduğu kabul edilir. Bazıları ise bânisinin II. Bayezid’in vezirlerinden başka bir Süleyman Paşa olduğunu iddia etmişlerse de bu görüş pek inandırıcı bulunmamıştır. Cami 1752 zelzelesinde zarar görmüş, daha sonra tamir edilmiş olmakla beraber taşkınlarda su içinde kalması ve bakımsızlık yüzünden 1960 yılında restore edilmesine rağmen harap olmuştur. Dört sütuna dayanan üç kubbeli son cemaat yeri ve minaresi yıkılmıştır.

Aynı tarihlerde Mimar Sinan tarafından şehrin içinde, Sadrazam Mahmud Paşa’nın bir zâviyesinin yerinde onun adına tek kubbeli bir cami inşa edilmiştir. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre Süleyman Han Camii de denilen, fakat daha çok Taşlık Camii adıyla anılan bu önemli mimari eser 1940’lı yıllarda temellerine kadar yıktırılmıştır. 1961’de yalnız temel izleri görülebiliyordu. İstanbul yolu yakınında, Muharrem 967 (Ekim 1559) tarihli Hacı Süle b. Hacı Sinan Camii’nin de 1752’de kubbesi çökmüş, üstü ahşap bir çatı ile kapatılmıştır. Yukarıda adı geçen Kadı Bedreddin Efendi’nin oğlu Edirne Kadısı Şeyhî Çelebi’nin 982’de (1574) yaptırdığı cami, taş ve tuğla şeritleri halinde örülen duvarları ve âhenkli nisbetleriyle küçük fakat güzel bir eser olarak tek kubbeli camilerin en başında gelir. Benzeri duvar tekniği ve başarılı nisbetler 985’te (1577) yapılan Yahyâ Bey Camii’nde de görülür. Kanûnî Sultan Süleyman ve II. Selim dönemlerinde defterdar olan Mustafa Paşa tarafından Mimar Sinan’a inşa ettirilen caminin de 1752 yılında kubbesi yıkılmış, sonraları üstü kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtülmüştür. Âhenkli mimari nisbetler bu eserde de belirlidir. Evliya Çelebi bu camiyi “bir kubbe-i azîmli, mevzun minareli, cemâat-i kesîreye mâlik” olarak tarif eder. İnce uzun gövdeli minaresi, Edirne’nin küçük camileri arasında gerçek ölçülerini koruyabilmiş tek örnek sayılabilir.

Bunların dışında kalan küçük camilerin çoğu yıktırılarak yok edilmiştir. Şeyh Şücâ, Balaban Paşa, Selçuk Sultan, Malkoç Bey, Fîrûz Paşa, Gülbahar Hatun, Hadım Fîrûz Ağa, Mevlânâ Veliyyüddin, Fazlullah Paşa, Yâkut Paşa, Semiz Ali Paşa, İhmal Paşa, Hacı İlyas cami ve mescidleri ortadan kaldırılanlardan birkaçıdır. Yalnız II. Bayezid dönemi sadrazamlarından Atik Ali Paşa’nın camii üstü açık halde duruyordu. Hepsi de XV ve XVI. yüzyıllarda inşa edilmiştir. Edirne’de sonraki yüzyıllarda önemli bir caminin yapıldığı tesbit edilmemektedir. Bu hususta tek istisna Dârülhadis Camii’dir. Esasen II. Murad tarafından 838’de (1435) yaptırılan bu bina plan bakımından İznik’teki Yeşilcami’ye benzer. Harime girişte, üç bölümlü bir mekân iki sütunla kubbeli esas namaz mekânından ayrılmıştır. Etrafını ise üç taraftan bir revak çeviriyordu. Hiçbir bakımdan bir medreseye benzemeyen bu bina bir camidir ve görüldüğü kadarıyla 1752’den sonra bugünkü şeklini almıştır. 1907’de çekilen fotoğrafına göre bugün hayli değişmiştir. Evvelce minare tarafındaki yan duvarında 1224 (1809) tarihli bir kitâbe ve Ahmed adında bir mimarın adı tesbit edilmiştir ki bu kayıt binada önemli değişikliklerin yapıldığı bir tarih sayılabilir. Bilinmeyen bir sebeple Dârülhadis olarak adlandırılan caminin kıble duvarı dışındaki hazîresinde biri duvar tekniğine göre XV. yüzyıla ait altı köşeli açık, ikincisi kapalı ve daha geç döneme ait sekizgen planlı kubbeli iki türbe vardır. Bunlarda II. Murad’ın bir oğlu ile II. Mustafa’nın ve III. Ahmed’in oğulları ve kızlarının gömülü olduğu söylenmektedir. Hânedana mensup bu kadar çok kişinin defnedildiği bu camiye niçin bu derecede ehemmiyet verildiği araştırılmaya değer bir husustur.

Tekke ve Dergâhlar. Evliya Çelebi Edirne tekkeleri hakkında bazı bilgiler vermektedir. En başta Hızır Dede Hünkâr Tekkesi’ni anarak bunun Seferşah ve Hızır dedeler tarafından Hıdırlık denilen yerde ünlü bir Bektaşî tekkesi olarak kurulduğunu bildirir. Fakat burada uygunsuz kişilerin toplandığının ihbar edilmesi üzerine 1051’de (1641) Sultan İbrâhim’in sadrazamı Kara Mustafa Paşa, esas binası Bizans çağında kurulmuş bir manastır olan ve Gazi Mihal oğulları tarafından çeşitli binalarla büyük bir âsitane haline getirilmiş bulunan bu tekke kompleksini yıktırmıştır. Ancak IV. Mehmed buranın güzelliğinden hoşlanıp yerine bir camiyle bir kasır inşasını emretmiş ve bunlar bir sene içinde yapılmıştır. Edirne’nin bir de ünlü Güreşçiler Tekkesi vardı. Bu tekke ahşap olup derviş odaları ve matbahı bulunmaktaydı. İçinde bir müze gibi çeşitli pehlivanlık alet ve avadanları bulunan tekkenin


Ali Paşa Çarşısı yakınında Balıkçılar Kapısı iç yüzünde olduğunu yine Evliya Çelebi bildirir.

XVII. yüzyılda, Zindan Kulesi dışında küçük bir tekke Şeyh Zindânî Tekkesi olarak anılıyor ve İstanbul’daki Baba Câfer sülâlesinden İstanbul’un fethine katılmış bir velînin türbesi etrafında kurulmuş bulunuyordu. Kurtbayırı denilen yerdeki çok geniş ve zengin tekke ise bir Kadirî dergâhı idi. Günümüze sadece türbe kısmı ulaşabilen zengin bir tekke de Şeyh Sezâî-yi Gülşenî tarafından tesis edilmişti. Ağaçpazarı yakınında Hacı Ömer Ağa ile Beylerbeyi Camii’ne komşu Şeyh Mestçizâde İbrâhim Efendi Tekkesi Halvetîler’e aitti. Üç Şerefeli Cami kapısı dibinde Müezzin Sultan Tekkesi küçük bir ziyaret yeriydi. Aynı caminin mihrabı tarafında ve yolun karşısında İshâkıler’in Ebû İshak Kâzerûnî Tekkesi bulunmaktadır. XVII. yüzyılda Ulucami’ye (Eskicami) komşu Taşkent Baba Tekkesi haraptı. Güzel bir bahçe içindeki Tütünsüz Baba Tekkesi ise Ağaçpazarı civarında bulunuyordu. Ayrıca Edirne’de Üçler-Yediler, Şütürablar, Karacaahmet Sultan tekkelerinin de bulunduğunu yine Evliya Çelebi haber verir.

Murâdiye adıyla tanınan cami de esasında mevlevîhâne olarak yapılmıştır. Fakat içinde bir kaza sonunda kan döküldüğünden camiye dönüştürülmüş, avlunun kuzey tarafına yeni bir mevlevîhâne yapılmıştır. Edirne gibi Osmanlı medeniyetinin en başta gelen beldesinde hemen her tarikatın tekkesi vardı. Ancak bunların mimarilerine dair bilgi veren bir kaynak yoktur. Edirne hakkında oldukça ayrıntılı bir kitap yayımlamış olan O. Nuri Peremeci “tarihî ömürlerini yaşamış olan bu kapanmış, yıkılmış tekkeleri saymakla hiç uğraşmıyacağını” bildirerek bu konuyu inkılâpçı bir tavırla bağlamıştır. Bu sebeple Edirne tekkeleri, bunların tarihçelerini ve eğer bir şeyler kalmışsa mimarilerini inceleyecek bir araştırmacının himmetini beklemektedir.

Medreseler. Evliya Çelebi on iki kadar medresenin adını verir. Ahmed Bâdî Efendi de Riyâz-ı Belde-i Edirne adlı eserinde kırk altı medresenin adını bildirir. Bunlardan otuz bir tanesinin yerleri hakkında açıklama yapar, geri kalan on yedisinin yerleri ise eserin yazıldığı yıllarda (1889-1896) bilinmiyordu. Mimari bir varlık halinde bugüne ulaşan birkaç medresenin en başında, Üç Şerefeli Cami yanında bulunan, II. Murad’ın 841-851 (1437-1447) yılları arasında yaptırdığı Saatli Medrese ile Fâtih Sultan Mehmed’in inşa ettirdiği Peykler Medresesi gelir. Bu büyük medreseler itinalı bir işçilikle inşa edilmiştir. Peykler Medresesi’nin taçkapısı gösterişli bir ifadeye sahiptir. Avlunun etrafını on sekiz hücre sarar; ayrıca biri kapalı, diğeri eyvan halinde avluya açılan (yazlık) iki dershane-mescidi vardır. Mimari bütünlüğünü koruyan ve son yıllarda restore edilerek kurtarılan Beyazıt Medresesi büyük külliyenin bir parçası olup yapımı 893 (1488) yılına doğru bitirilmiştir. Külliyenin dârüşşifâsının dışında, ona komşu olan ve ortasında bir şadırvanlı avlu bulunan bu medrese kare biçimindedir. Kubbeli ve sütunlu bir revakın gerisinde on sekiz hücre sıralanır. Ortada girişin tam karşısında büyük kubbeli dershane-mescid yer almıştır.

Mimar Sinan’ın Selimiye Külliyesi’ne ait olarak yaptığı iki medrese caminin kıble duvarının önünde ve iki tarafında bulunmaktadır. Bunlardan soldaki, kare bir avlu etrafında pâyeli revakların gerisinde iki tarafta sıralanan on üç hücreden ve bir de dershane-mescidden oluşmuş bir dârülhadistir. İlgi çekici bir plan düşünülerek avlunun kuzey tarafına hücre konulmamış, dershane de caminin kıble duvarı önüne yerleştirilmiştir. Bunun simetriği olan Dârülkurrâ Medresesi aynı plan tertibine sahip olup küçük bir farkla köşedeki bir hücre pahlı olarak yapılmıştır. Dershaneler kare kitleleriyle medrese binasını aşarlar ve ona hâkim bir görünüşe sahiptirler. Edirne’nin diğer medreselerinin adlarını veren liste O. Nuri Peremeci’nin kitabında bulunmaktadır (Edirne Tarihi, s. 113-116).

Köprüler. Edirne’nin başlıca özelliklerinden biri de çok sayıdaki eski köprüleridir. Meriç üzerinde I. Murad tarafından ahşap bir köprü yaptırıldığı belirtilmektedir (Hoca Sâdeddin, I, 76); fakat esas önemli olanlar kâgir köprülerdir. Ayrıca Osmanlı dönemine ait olarak bazıları ahşap on iki kadar köprünün varlığı bilinir. Bunların en eskilerinden biri, Kapıkule’ye giden ana yol üzerinde Tunca’yı aşan Gazi Mihal Köprüsü’dür. Bu köprünün esasının Roma dönemine kadar indiği ve Bizans çağında da hizmet ettiği genellikle kabul edilir. Bu hususu destekleyen ipuçları köprünün bazı taşları üzerinde rastlanan Bizans işaretleridir. Ancak köprünün başında Gazi Mihaloğlu’nun cami, aile hazîresi ve hamamı bulunduğuna göre Gazi Mihaller’den Hızır Bey’in cami inşa ettirdiği yıllarda köprüyü de yeniden yaptırdığına ihtimal vermek yerinde olur. Köprü Türk döneminde önemli ölçüde değişikliğe uğramış ve tamirler görerek uzatılmıştır. Gazi Mihal Köprüsü’nün ucunda, onun devamını teşkil eden Yıldırım Köprüsü denilen dokuz kemerli bir ilâve vardır. Bu bölümün Kanûnî Sultan Süleyman döneminde 951’de (1544-45) tamir edildiğini bildiren beş beyitlik kitâbesinin tarih beyti şöyledir: “Genc-i vâfir verip yine ol şeh/Cisr-i vîrânı eyledi ma‘mûr, 951”. Sonraları Sultan İbrâhim döneminde 1050’de (1640-41) Kemankeş Mustafa Paşa bu köprünün bütününü, Evliya Çelebi’nin ifadesiyle “kendi malından nice yüz kese sarfederek” tekrar tamir ettirmiştir. Şeyhülislâm Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi’nin beş beyitlik tarihinde köprünün kısmen yıkıldığı ve bundan dolayı ihya edildiği belirtilmiştir: “... İşitip cisr-i Mihâl’e kesr ü noksân erdiğin/Kesrini harc eyleyip noksânın itmâm eyledi/Oldu bu cisr-i sevâb-encâma târîh tamâm/Mustafâ Paşa bu âlî cisri ihkâm eyledi, 1050”. Bu kitâbe, benzerlerinden çok değişik ve özenli biçimde yapılmış olan ve kendi başına bir mimari varlığı olan kitâbe köşkündedir.


1752 zelzelesinde tekrar zarar gördüğü anlaşılan köprü, Örfî Mahmud Ağa’nın tarihine göre 1171’de (1757-58) III. Mustafa tarafından tamir ettirilmiştir: “... Bu cisri yaptı Sultan Mustafâ’nın emr-i âlîsi, 1171”. Köprü Doğu’yu Avrupa’ya bağlayan yol üstünde bulunduğundan 1318’de (1900) büyük ölçüde tamirine girişilerek II. Abdülhamid’in emri, Müşir Ârif Paşa’nın gayretiyle yeniden yapılırcasına restore edilerek Hamidiye Köprüsü adıyla 1321 (1903) yılında açılmıştır. Köprünün ilk bölümü 184 m. boyunda olup on altı gözlüdür. Bunu 457 m. uzunluğunda bir sed takip eder. Yıldırım Köprüsü denilen 125 m. uzunluğundaki son bölümü ise dokuz gözlüdür. Burada, 1640-1641’de Kemankeş Mustafa Paşa’nın yaptırdığı tamir sırasında inşa edilmiş klasik üslûpta bir kitâbe ve dinlenme köşkü vardır. Geniş bir sivri kemerle köprü tabliyesine açılan bu köşkün arka tarafında daha küçük çifte kemer bulunur. Herhalde kitâbe köşkünün üzeri evvelce bir tonozla örtülü idi. Yeni İmaret Köprüsü olarak adlandırılanı şehrin oldukça uzağında olan Beyazıt Külliyesi’ni şehre bağlar (bk. BEYAZIT II CAMİİ ve KÜLLİYESİ). Köprü 126,55 m. uzunluğunda olup altı büyük gözle yanlarda küçük iki tahliye gözünden meydana gelmiştir. Rifat Osman Bey’in görüşüne göre bu köprü yakın semtler halkının camiye gitmesini kolaylaştırmak gayesiyle yapılmıştır. Sonraları bunu uzatma gereği duyulmuş ve II. Selim zamanında Yalnızgöz Köprüsü denilen bir ek inşa edilmiştir. Ancak iki köprü arasındaki arazi taşkınlarda bataklık haline geldiğinden 1070’te (1659-60) toprak kotu yükseltilerek buraya kemerli bir bölüm eklenmiştir.

Sarayiçi denilen yerde Edirne Sarayı’nın yapılması üzerine Lala Şâhin Paşa’nın oğlu Şehâbeddin Paşa burayı şehre bağlayan bir köprü ve bunun başına bir cami ile büyük bir hamam yaptırmıştır. Şehâbeddin Paşa veya Saraçhane Köprüsü olarak adlandırılan bu köprünün müzeye kaldırılmış olan Arapça kitâbesinde 855 (1451) yılı tesbit edilmiştir. İkinci kitâbesine göre ise 1113’te (1701-1702) II. Mustafa zamanında onarılmıştır: “... Fâika tekmîl olunca dediler târîhini/Eyledi ferman bu cisri yaptı Sultan Mustafâ, 1113”. Uzunluğu 120 m., genişliği 5 m. olan bu köprünün sivri kemerli on gözü vardır. Düzenli bir şekilde işlenmiş kesme taşlardan yapılmış olup ortasında mihrap biçiminde bir kitâbe köşkü ile bunun karşısında mermer korkuluklu bir dinlenme sekisi vardır.

Sarayiçi’ni şehre bağlayan ikinci köprü Tunca üzerinde Fâtih Sultan Mehmed, Hasbahçe veya sarayın 1844’ten itibaren cephanelik oluşundan dolayı Cephanelik adlarıyla da anılan köprüdür. Adalet Kulesi’nin hemen başında bulunan bu köprü muntazam işlenmiş kesme taşlardan yapılmış olup 34,20 m. uzunluğunda ve korkuluklarla birlikte 4,40 m. genişliğindedir. Ortada 8,20 m. açıklığında büyük sivri kemerli esas göz, yanlarda ise 6 m. açıklığında iki küçük göz bulunur. Tabliyesinin iki yanında kesme taştan korkuluklar vardır. Tunca üzerinde bir diğer köprü de Kanûnî Sultan Süleyman zamanında, herhalde üstlerindeki köşklerle Terazi ve Adalet kulelerinin yapıldığı sırada 961’de (1554) inşa edilmiş olmalıdır. 60 m. kadar uzunlukta olan Kanûnî Sultan Süleyman Köprüsü’nün sivri kemerli, ortadaki ikisi geniş, yanlardakiler daha dar dört gözü mevcuttur. Tabliyenin iki tarafı kesme taş korkuluklarla sınırlanmıştır. Evvelce ortada bir kitâbe köşkünün bulunduğuna ihtimal verilmektedir. Nitekim burada da yine ortada Şehâbeddin Paşa Köprüsü’ndeki gibi bir dinlenme sekisi vardır.

Timurtaş (Demirtaş) semtine geçmekte kullanılan ahşap bir köprü, Başdefterdar Ekmekçizâde Ahmed Paşa tarafından 1016 (1607-1608) yılında kâgir olarak yeniden inşa edilmiştir. Rifat Osman Bey’in yazdığına göre bir ara köprünün üstünün değiştirilmesi tasarlanmış, fakat Mimar Kemâleddin Bey buna şiddetle karşı çıkmıştır. Ekmekçizâde Ahmed Paşa Köprüsü on kemerli olmakla beraber bunlardan bir kısmı toprağa gömülmüş, ayrıca bir bölümü de yıkıldığından burası beton bir parça ile yamanmıştır. Köprünün büyük kemer veya kemerlerinin aralarında, mahmuzların üstünde ve iki yanlarında sivri kemerli küçük gözler vardır. Köprünün ortasında temelden itibaren dışarı taşan bir çıkıntı üstünde, üç taraftan sivri kemerlerle dışa açılan bir kitâbe köşkü yer alır (bk. EKMEKÇİZÂDE AHMED PAŞA KÖPRÜSÜ).

Edirne’nin son köprüsü, Karaağaç yolu üzerinde bulunan ve çok eski bir ahşap köprünün yerinde yapılmış olan Meriç Köprüsü veya Yeniköprü’dür. II. Mahmud Edirne’yi ziyaretinde 1253’te (1837) bunun kâgir olarak yeniden yapılması için emir vermiş ve inşaata onun vefatından sonra devam edilerek 1263’te (1847) bitirilmiştir. Şair Zîver Bey’in yazdığı tarih kitâbesi Yunan işgali sırasında yok edilmiş ve ancak yeni bir hattat tarafından eski metin tekrar yazılarak 1966’da yerine konulmuştur. Yeniköprü on iki sivri kemerli olup mahmuzların aralarında klasik köprülerde olduğu gibi küçük boşaltma gözleri vardır. Bunların her biri bir mahmuzun üstünde yer almıştır. Köprünün ortasında eski geleneğe uyularak bir de kitâbe köşkü yapılmıştır. Ancak burası eskilerden çok değişik bir biçimdedir. Önde yabancı üslûpta kaideli ve başlıklı ikiz sütunlu çift destek, arkada ırmak tarafında üç tek sütun mevcuttur. İki yanda ve arkada bu sütunlar kemerleri taşır; önde ise üstü alınlıklı evvelce bir tuğra bulunan kitâbe yer alır. Köşkün üstü kubbelidir; tavanında fresko olarak manzara resimleri yapılmış olması da ayrı bir özelliktir.

Hamamlar. Evliya Çelebi Edirne’de Üç Şerefeli, Tahtakale, İbrâhim Paşa, Boyacılar, İshak Paşa, Selimiye, Murad Bey, Mezid Bey, Topkapı, Bayezid Han, Mihal Bey, Ağa, Kasım Paşa, Sultan Mehmed, Beylerbeyi, Ahî Çelebi, Kazasker, Kızlarağası ve Hünkâr Sarayı hamamlarını saydıktan sonra şehirde 3150 hânedan hamamının bulunduğunu bildirir ki bu sayının çok abartmalı olduğu açıkça bellidir. O. Nuri Peremeci ise on beş hamam hakkında kısa bilgi verdikten sonra bunlara Abdurrahman Hibrî Efendi’nin Enîsü’l-müsâmirîn’inden alarak kaybolmuş on sekiz hamamın da listesini eklemiştir. Rıfkı Melûl Meriç de on dokuzu hiçbir izi kalmamış olan otuz beş hamamın adını verir. Bunların arasında Kasım Paşa çifte hamamı 1314’te (1896-97) sahibi tarafından, emsalsiz bir yapı olduğu belirtilen Beyazıt Hamamı 1311’de (1893-94) Vakıflar tarafından yıktırılmış, ayrıca Makbul İbrâhim Paşa’nın


Ağa Hamamı, yerine Cizvitler’in hastahanesi yaptırılmak üzere ortadan kaldırılmıştır. Sadrazam Mahmud Paşa’nın 865’te (1461) yaptırdığı hamam da yıkılmıştır. Bunların arasında Çukur Hamam’ın da esasının Bizans yapısı olduğu söylenir. Edirne hamamlarına dair ciddi ve derin bir çalışma yapılmadığından bu hamamların mimari özellikleri ve planları yeterince bilinmemektedir. İlter Büyükdığan, Edirne’de bugün mevcut olan hamamların listesini şu şekilde tesbit etmiştir: Saray Hamamı, Gazi Mihal Hamamı, Beylerbeyi Hamamı, Yeniçeri Hamamı, Tahtakale Hamamı, Topkapı Hamamı, Mezid Bey Hamamı, İbrâhim Paşa Hamamı, Kum Kasrı Hamamı, Abdullah Hamamı, Tahmis (Boyacılar) Hamamı, Sokullu Mehmed Paşa Hamamı. Ancak bunların çoğu harabe halindedir.

En eski hamamların başında Selimiye Camii’nin kuzeydoğusunda bulunan Saray Hamamı gelir. Bunun evvelce bu çevrede yer alan ilk Edirne Sarayı’ndan kaldığı, daha sonra halka açıldığı söylenmektedir. Bir çifte hamam olan bu yapı harap durumdadır. İçinde eskiden çok zengin olduğu anlaşılan alçı kabartma süslerin izleri görülmektedir. Gazi Mihal Camii’nin evkafından olan ve aynı addaki köprünün başında bulunan çok büyük ölçüdeki çifte hamam da bugün yıkık durumdadır. Sarayiçi’ne giden ana yolun solunda, Beylerbeyi Yûsuf Paşa Camii’nin karşısında bulunan ve aynı adı taşıyan hamam ise caminin evkafındandır. Güzel bir mimarisi olduğu anlaşılan bu çifte hamam da bugün yarı yıkık bir harabe durumundadır. Henüz duran bölümlerinde, kubbelere geçişlerde son derece zengin ve birbirinden değişik geçiş unsurları ile mukarnasların kullanıldığı görülür. Alaca Hamam da denilen Topkapı Hamamı’nın II. Murad tarafından 844’te (1440-41) yaptırıldığını bildiren Arapça kitâbesi müzede bulunmaktadır. Soyunma yerlerinin yalnız temel izi kaldığına göre bu kısımların ahşaptan olduğu anlaşılmaktadır. Bu çifte hamamın da geri kalan bölümleri yıkılmış ve yok olmaya mahkûm halde bırakılmıştır.

Edirne hamamları içinde, yine II. Murad’ın Dârülhadis Camii’ne vakıf olarak 838’de (1434-35) yaptırdığı Tahtakale Hamamı kâgir camekânlı bir çifte hamamdır. Son yıllarda restorasyonu yapılan ve şehrin merkezindeki Üç Şerefeli Cami karşısında olan Sokullu Mehmed Paşa Hamamı Mimar Sinan yapısı bir çifte hamamdır. XVI. yüzyıla ait olan bu güzel esere sonraları Taşhan denilen bir han bitiştirilmiştir. 1960’lı yıllarda meydanı genişletmek için bu hanın yıkılmasına girişilmiş, fakat faaliyetin durdurulması üzerine hanın hamam cephesine bitişik yıkıntısı da olduğu kadarı ile restore edildiğinden hamamın garip bir cephesi olmuştur. Taş ve tuğla şeritler halinde yapılan hamamın iki sütuna oturan üç kemerli zarif bir giriş revakı bulunduktan başka zengin mukarnaslı kavsaraya sahip bir kapısı vardır.

Edirne hamamları Osmanlı tarihinin ünlü kişilerinin vakıfları olarak yapılmıştır. Fâtih Sultan Mehmed ve II. Bayezid dönemlerinde dört defa sadrazam olan İshak Paşa’nın XV. yüzyılın ikinci yarısında yaptırdığı Tahtalı Hamam’ın şimdi sadece duvar kalıntıları mevcuttur. Karaca Bey’in kızı ve İbrâhim Paşa’nın zevcesi Hundi Hatun’un 899 (1494) yılında düzenlediği vakfiye ile (zeyli 908/1502-1503 tarihli) vakfettiği Kazasker Hamamı da yok olmuştur. Bu dönemde Hekimbaşı olan Ahî Çelebi’nin Eskicami yakınında inşa ettirdiği tek hamam Oğlanlı Hamam adıyla tanınmıştı. Bunun sebebi, mermer kurnalardan birinin üstünde genç bir erkek başı kabartmasının bulunmasıydı. İlkçağ’a ait bir devşirme parça olduğu anlaşılan bu kabartma hamamın edebiyata geçmesine yol açmış, hatta tanınmış bir Alman Türkoloğunun bir makalesine konu olmuştur. Evliya Çelebi de, “Güya resim canlıdır, ne taraftan baksan güler gibi görünür” diyerek bu kurnadan bahseder. 845’te (1441-42) şehid düşen Mezid Bey’in evkafından olan hamam, klasik mimarinin orantılarına sahip güzel küçük bir tek hamamdı.

Çeşme ve Sebiller. Edirne’nin su ihtiyacını karşılamak üzere şehrin 40 km. kadar uzağındaki Sinanköy ve Taşlımüsellim’deki kaynaklardan su getirilmiş olduğu bilinmektedir. XVI. yüzyılda Kanûnî Sultan Süleyman zamanında yapılan bu tesisler sonraları başka yolların da eklenmesiyle daha zengin bir duruma getirilmiştir. II. Abdülhamid devrinde Edirne valisi olan Hacı İzzet Paşa’nın bu şebekeyi 1890 yılında tamir ettirdiğine dair bir kitâbe vardır.

R. Melûl Meriç, Edirne’de 190 kadar çeşmenin varlığından bahsederek bunlardan 123’ünün adlarını ve bulundukları semtleri verir. Bu listelere göre Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Edirne’nin imarına 1077’de (1666-67) büyük himmet göstererek çeşitli yerlerde on iki çeşme yaptırmıştır. Bunlardan Selimiye Camii önünde olanı, kesme taştan klasik üslûpta sade bir yapıya sahip bir meydan çeşmesidir. Üstü kiremit kaplı bir sakıfla örtülü olan çeşmenin bir cephesindeki sivri kemeri üstünde uzun manzum kitâbe yer alır. Bu kitâbede, “Akıttı Edirne şehrinde bir su” denildiğine göre Mustafa Paşa’nın ayrıca su getirtmiş olduğu tahmin edilmektedir. Sinan Ağa tarafından da 1080 (1669-70) yılında bir su yolu üzerinde kendi, eşi ve oğlu ile kızı adına dört çeşme yaptırılmıştır. Bunlardan Beyazıt Külliyesi avlusu dışında olanı, kare planlı üstü piramit biçiminde külâhlı klasik üslûpta bir meydan çeşmesidir. Cephelerinde sivri kemerler vardır; köşeleri ise sütunçe biçiminde işlenmiştir ve bir kemerin üstünde dört beyitlik kitâbesi bulunur.

Amcazâde Hüseyin Paşa, II. Mustafa zamanında Arabacılar Meydanı denilen yerde dört yüzlü büyük bir çeşme yaptırmıştı. Özel bir su yolundan beslenen, güzel ve süslü bir yapı olan bu meydan çeşmesi 1297 (1880) yılında bir Rum’a satılmış ve sahibi tarafından yıktırılmıştır. Edirne’de Amcazâde Hüseyin Paşa’nın daha başka çeşmeleri de vardır. Oral Onur’un Edirne kitâbeleri hakkındaki eserinde, yerinde veya binası yıktırıldıktan sonra müzeye taşınmış kırk dört kadar çeşme kitâbesinin fotoğrafları ve metinleri, ayrıca ortadan kalkmış çeşmelere ait yalnız metin kopyaları bulunan yirmi yedi kitâbe yayımlanmıştır.

Türk neo-klasik üslûbunda dört cepheli bir meydan çeşmesi Karaağaç’a giden yol kenarında, küçük tren istasyonu yanında bulunmaktadır. Dört cephesinde sivri kemerli çeşmeler olan, itinalı bir işçilikle yapılmış bu güzel çeşmenin üstünü geniş saçaklı bir ahşap çatı örtmektedir. Evvelce eski askerî hastahanenin önünde iken 1971’de yeni bedesten önüne taşınan Muharrem 1334 (Kasım 1915) tarihli çeşmenin, Edirne’nin yaşadığı bir başka facianın tarihî bir


belgesi olarak ayrı bir yeri vardır. Bu çeşme kitâbesinde, 1911-1912 yıllarında koleradan 581, tifüsten 344 ve “hummâ-yi râcia”dan yetmiş iki kişinin, ayrıca üç hekimin de tifüsten “şehîden” vefat ettikleri ve bu çeşmenin şehidlere “bir vesîle-i rahmet olmak üzere” inşa edildiği bildirilmiştir.

Edirne’de bunların dışında on bir kadar sebil bulunmaktaydı. O. Nuri Peremeci bunlardan altısının durduğunu, diğerlerinin ise ortadan kalktığını yazar. R. Melûl Meriç de on üç sebilin adını verir. Bu sebillerden sade ve çok basit yapısı ile bu çeşit hayır binaları mimarisinin çok değişik örneklerinden biri, Yıldırım Camii yakınındaki 996 (1588) tarihinde Hasan b. Mustafa Çelebi ruhu için yapılan sebildir. 1971 yılında tamir edilen bu sebil mermer sövelerle çerçevelenmiş iki pencereden ibarettir.

Mezid Bey Hamamı yakınında olan Ekmekçizâde Ahmed Paşa Sebili 1009 (1600-1601) yılında yapılmıştır. Kemer alınlıklarının içleri rûmî kabartmalarla süslenerek iki cephede iki ayrı kitâbe bu bezemenin altına ve içine yerleştirilmiştir. Birinci kitâbede, sebilin üstünde bir kahvehane bulunduğunun belirtilmesi oldukça gariptir. Sebil üçüncü bir kitâbeden anlaşıldığına göre 1193’te (1779) bir Edirne mollası tarafından tamir ettirilmiştir. Oral Onur ayrıca, 1212 (1797-98) yılında Derviş Emin Baba’nın yaptırdığı, fakat yıkıldıkları için sadece kırık kitâbeleri müzede bulunan iki sebilin kitâbe metinlerini yayımlamıştır. Bunların tarih manzumeleri Edirneli şair Kesbî’ye aittir. Saraçhane Sebili’nin de mermer levhalar halinde beş parçadan ibaret kitâbeleri müzededir. Mimari özellikleri tesbit edilemeyen bu sebil R. Melûl Meriç’e göre 1285’te (1868-69) yıktırılmıştır. Yapı, kitâbesinden öğrenildiği kadarı ile II. Mahmud döneminde Edirne Valisi Esad Muhlis Paşa tarafından 1243’te (1827-28) ihya edilmiştir. Aynı valinin, yine eski bir sebilin yerinde 1262’de (1846) ihya ettirdiği sebil ise mimarisi bakımından fazla önemli değildir. Yalnız kitâbesinde, “Biri işte bu sebil ki harâb olmuş iken/Bende-i Muhlis üç def‘adır eyler inşâ” denilmesi biraz gariptir. Üç Şerefeli Cami hazîresi duvarında 1216’da (1801) Filibeli Çelebi Ağa tarafından oğlu Edhem’in ruhu için yaptırılmış bir sebil vardır. Aynı yerde Hekimbaşı Yûsuf Efendi adına 1106’da (1694-95) inşa edilmiş bir sebil daha bulunmaktadır. Eskicami’nin muvakkithânesi olan küçük yapının da esasında sebil olduğu söylenir. Kitâbesini yazan hattatın imzasının altındaki tarih 1195’tir (1781). 1242 (1826-27) tarihli kitâbe ise muvakkithâneye aittir.

Bedesten ve Çarşılar. Osmanlı şehirlerinin çoğunda olduğu gibi Edirne’de de ticaretin merkezini bir bedesten teşkil ediyordu. Eskicami’nin evkafı olarak I. Mehmed’in XV. yüzyılın ilk çeyreğinde yaptırdığı bedesten bütün benzerlerinin en büyükleri arasında yer alır. Taş ve tuğla dizileri halinde yapılmış olup dikdörtgen planlıdır ve üstü iki sıra halinde on dört kubbe ile örtülmüştür. 1315’te (1897-98) Müşir Ârif Paşa’nın yardımıyla, son olarak da 1965’te tamir edilmiştir (bk. BEDESTEN). Evliya Çelebi Edirne’de “eski bedesten” denilen ikinci bir bedestenden de bahseder. 1063’te (1653) şehre geldiğinde bu bedestenin iki kubbesinin yıkılmış halde olduğunu belirttiğine göre 1752 zelzelesinden sonra daha da harap duruma girdiği düşünülebilir. I. Murad yapısı olduğuna ihtimal verilen bu bedesten XIX. yüzyıl ortalarında tamamen ortadan kalkmıştır.

Selimiye Camii yapıldıktan sonra buraya hem gelir hem de cemaat sağlamak gayesiyle caminin şehre bakan tarafında yaptırılan arasta ise Selimiye Külliyesi’nin bir parçası olarak tasarlanmıştır. Yani bu arasta sonradan eklenmiş değil Mimar Sinan’ın düşünüp cami bitirildikten sonra inşa edilen ve onunla bir bütün olan yapıdır. Arasta XVII. yüzyılda Haffaflar Çarşısı idi. 255 m. uzunluğunda olan bu çarşının içinde 124 dükkân bulunur. 1291’de (1874) Ârif Paşa’nın gayretiyle restore edilmiştir. Uzun yıllardır metrûk ve harap halde bulunan arasta yakın tarihlerde tamir edilip tekrar çarşı olarak açılmıştır.

Sadrazam Semiz Ali Paşa’nın 976’da (1568-69) yaptırdığı çarşı da esasında Ali Paşa’nın vakıflarına gelir sağlama düşüncesiyle inşa edilmiş bir arastadır (bk. ALİ PAŞA ÇARŞISI). Burası da üstü tonoz örtülü bir orta yolun iki yanında sıralanan tonozlu ve yola sivri kemerlerle açılan dükkân gözlerinden oluşmuştur. Selimiye’nin alt tarafında Yemişkapanı adı verilen büyük bir han vardı. II. Ahmed döneminde 1018 (1609-10) yılında yapılan bu han iki katlı, üst kat odaları kubbeli ve tonozlu, ortası avlulu ve eski Edirne fotoğraflarında görülen büyük bir yapı idi. Bütünüyle yıkılıp ortadan kaldırılmıştır. Balkapanı, Unkapanı, Nahılhanı, Araplar (Esircihanı) hanları da bugün izleri kalmayacak şekilde yok olan eserlerdendir.

Kervansaray ve Hanlar. Edirne kervansarayları arasında en büyüğü ve mimari bakımdan en değerlisi Rüstem Paşa’nın Mimar Sinan’a yaptırdığı binadır. Bir orta avlu etrafında iki katlı revaklar ve bunların arkalarında sıralanan hücrelerden meydana gelmiştir. Avlunun ortasında genellikle diğer han ve kervansaraylarda olduğu gibi altında şadırvanın yer aldığı bir de mescid bulunuyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Edirne’nin işgalinde bu mescid yıkılmıştır. Rüstem Paşa Hanı çeşitli esnaf tarafından oldukça harap halde kullanılırken 1960’lı yıllarda büyük çapta bir restorasyondan sonra otele dönüştürülmüştür. Ancak restorasyon sırasında avludaki bu mescidin ihyası ihmal edilmiştir.

Gebze’deki büyük külliyesinden başka Edirne’de de çok sayıda vakıf eserleri olan Çoban Mustafa Paşa’nın 931 (1524-25) yılında yaptırdığı bina İkikapılı Han olarak adlandırılmıştır. Arapça kitâbesinde yapımı için 1.301.920 dirhem harcandığı belirtilen bu çok önemli tarihî eser maalesef 1935 yılı civarında belediye tarafından yıktırılmıştır. Edirne’nin mimari bakımdan en ilgi çekici kervansarayı hiç şüphe yok ki Ekmekçizâde Ahmed Paşa’nın yaptırdığı eserdir. Buna yanındaki camiden dolayı yanlış olarak Ayşekadın Hanı denilmiştir. Kapısı üstündeki uzun manzum kitâbeye göre Ahmed Paşa tarafından I. Ahmed’in isteği üzerine 1018’de (1609-10) yaptırılmıştır. Mimarının Sultan Ahmed Camii’ni de inşa eden Sedefkâr Mehmed Ağa olduğu ileri sürülür. Mimari özellikleri itibariyle bir bakıma Büyükçekmece’dekine benzer. Ancak bunun ortasında sekizgen biçiminde merkezî bir mekân vardır ve üstünün açık mı, kapalı


mı olduğu tartışma konusu olmuştur. İki yanlarda ise uzun ve üstleri çifte meyilli çatılarla örtülü mekânlar yer alır. Bu şekliyle Ahmed Paşa Hanı’nın yakın bir benzeri, şimdi Bulgaristan sınırları içinde kalmış olan Harmanlı yakınında bulunuyordu (bk. EKMEKÇİZÂDE AHMED PAŞA KERVANSARAYI).

Edirne’de mevcut birçok han değişik zamanlarda yıkılıp yerlerine çeşitli kamu binaları inşa edilmiştir. Meselâ Araplar Hanı yerine Askerî Rüşdiye, Halil Paşa Hanı yerine Müşirlik Dairesi, Gümrük Hanı yerine Dâire-i Askeriyye, Hacı Alemüddin Hanı yerine telgrafhâne ve otel, Mezid Bey Hanı yerine Rumeli Oteli, Çubukçular Hanı yerine belediye bahçesi yapılmıştır.

Türbe ve Mezarlıklar. Edirneli Arapzâde İlmî Efendi kırk bir velî türbesinin adını verir. R. Melûl Meriç bu hususta, “Bu kırk bir türbeden başka Edirne’de cami, mescid ve tekke hazîrelerinde, müstakil kabristanlarda ve muhtelif yerlerde ruhaniyetlerinden istiâne edilen pek çok zevatın kubbeli, kubbesiz, kâgir, hımış ve ahşap türbeleri vardı. Ancak Hacı İzzet Paşa Türbesi’nin yapıldığı yıla kadar inşa edilmiş olan bu türbelerin yüzde doksan-doksan beşi bugün yoktur; bulundukları yerler ya arsadır, yahut üzerlerine yeni binalar inşa olunmuştur” diyerek bunun arkasından altmış iki türbede yatanların adlarını bildiren bir liste vermiştir. Edirne’nin eski kabristan arazileri ise özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında birçok şehirde olduğu gibi parsellenerek satılmış ve yerlerine binalar yapılmıştır. Edirne’nin tarihî bakımdan önemli ve mezar taşı sanatının güzel eserlerinden olan XV. yüzyıla ait kabirlerinden bir kısmı Gazi Mihal Bey Camii hazîresinde bulunmaktadır. Dârülhadis Camii hazîresinde 876’da (1471-72) ölen Karamanoğlu Mehmed Bey’in kabri, mihraplı baş ve ayak şâhidelerinden başka Selçuklu mezarları gibi bütün yüzeyleri girift bir hatla işlenmiş manzum yazılarla kaplanmış bir sandukaya sahiptir. I. Mehmed’in vezirlerinden Bayezid Paşa’nın, II. Murad’ın vezirleri Balaban Paşa ile Hasan Paşa’nın, Fâtih Sultan Mehmed ve II. Bayezid devirleri vezirlerinden Fazlullah Paşa ile Kasım Paşa’nın, Kıbrıs’ın fethinde yararlıkları olan Muzaffer Paşa’nın, 1072’de (1661-62) sefere çıkarken yolda ölen Tevkiî Mustafa Paşa’nın kabirleri buradadır. Viyana bozgunu üzerine Belgrad’da idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kesik başı Saruca Paşa Camii hazîresine gömülmüştür. Şâhidesinde şu dörtlük yazılıdır: “Ser-i Serdâr-ı Ekrem Sadr-ı A‘zam Mustafa Paşa/Edip rihlet civâr-ı evliyâda eyledi me’vâ/Kusuru yoğ iken sa‘y ü gazâda min-vechi’n-nevâ/Şehîd ü hem saîd oldu ola firdevse ebed-süknâ, 1095”. Budin Kalesi’ni kahramanca müdafaa eden, fakat bazı kişilerin hışmına uğrayan Melek İbrâhim Paşa da 1097’de (1685-86) idam edilmiş ve başı aynı yere Kara Mustafa Paşa’nın yanına gömülmüştür. Ancak her iki mezarın 1938’de yerleri değiştirilmiştir. 1694-1695 yılları arasında sadrazam olan ve idam edilen Sürmeli Ali Paşa’nın mezar taşı ise Kasım Paşa Camii hazîresinden çıkarılarak müzeye konulmuştur. Üç Şerefeli Cami hazîresinde, 1105’te (1693-94) ölen Cizyedar Abdullah Paşa ile aynı yıl vefat eden Osman Paşa’nın, 1110’da (1698-99) ölen Bozoklu Mustafa Paşa’nın, 1198’de (1783-84) vefat eden Osman Paşa’nın, 1311’de (1893-94) ölen Mustafa Paşa’nın, yine aynı yıl ölen Âtıf Paşa’nın kabirleri vardır. Bu sonuncunun mezarı, XIX. yüzyılda benzerlerine çok rastlanan biçimde lahit kısmı Osmanlı arması ile süslü, baş şâhidesi ise sancak şeklinde mermerden yapılmıştır.

Kısa süre sadrazam olan Damad Mehmed Emin Paşa 1183’te (1769-70) idam edildiğinde Piyade Kışlası yanındaki camide bulunan türbeye gömülmüştür. 1198’de (1783-84) Edirne’de ölen Numan Paşa Eskicami civarında, 1253’te (1837) haksız şekilde idam edilen Pertev Paşa Seyyid Celâlî Türbesi’nin yanına gömülmüştür. Aynı yerde, Edirne valilerinden 1281’de (1864) ölen Süleyman Refet Paşa ile 1282’de (1865) vefat eden Mehmed Ârif Paşa’nın da mezarları bulunmaktadır. Yine Edirne valilerinden olup 1310’da (1892-93) ölen Ahmed İzzet Paşa’nın Üç Şerefeli Cami yanında bir türbesi vardır. Edirne mezarlıklarından parsellenerek satılanların metre kare olarak ölçüleri ve bunları satın alanların adları R. Melûl Meriç’in makalesinde bulunmaktadır (Türk Sanat Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, I, 484-485). Bu büyük şehrin mezarlıklarında tarih veya sanat bakımından önemli birçok taşın câhil ve eski kültüre değer vermeyen idarecilerin elinde yok edildiği anlaşılmaktadır. Fakat Mimar Sinan’ın torunu Fatma Hanım için yaptırdığı, başka benzeri olmayan sanduka biçimindeki mezar nasılsa bu katliamdan kurtulmuştur. Yeniçeriliğin kaldırılması sırasında bilhassa İstanbul’da tahrip edilen yeniçeri mezar taşlarından pek çok sayıda üsküflü şâhide bulundukları yerlerden sökülerek Edirne Müzesi’ne konulmuştur.

Diğer Yapılar. XIX. yüzyıl içlerinde Edirne’de hükümet konağı, belediye, askerî daireler, mektep, askerî depolar, kışlalar, hastahaneler gibi Batı mimari üslûbunda binalar da inşa edilmiştir. Bunların arasında belediye binası dikkate değer. Eski Roma şehri surunun köşe kulelerinden biri, üstüne önce 1303’te (1886) ahşaptan, 1310’da (1892-93) kâgir olarak birkaç kat halinde ilâveler


yapılmak suretiyle saat kulesine dönüştürülmüştü. Bunlar da yine Batı üslûbunda idi. Bu ilâve katlar, son zelzelede çatladığı ileri sürülerek 1953’te belediye tarafından dinamitle yıktırılmıştır. Edirne’de sanat bakımından yeni sayılacak önemli bir yapı, Karaağaç’ta Balkan Savaşı’ndan az önce yapımı tamamlanan tren istasyonudur. Mimar Kemâleddin Bey’in (ö. 1927) eseri olan Türk neo-klasiği üslûbundaki bu güzel bina uzun yıllar kullanılmamış, 1960’larda kısa süre için işletmeye açılmış, fakat daha sonra tekrar âtıl kalmış ve nihayet Trakya Üniversitesi’ne devredilerek kullanılmaya başlanmış ve kurtarılmıştır. Edirne Tren İstasyonu, klasik dönem Türk mimari organlarının modern çağın bir sanayi yapısına uygulanışının örneği olarak Türk sanat tarihinde yer alacak bir binadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Konunun genişliği sebebiyle bu bibliyografyada ancak belli başlı yayınlara yer verilmiştir.

Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârîh, I, 76; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, III, tür.yer.; Abdurrahman Hibrî, Enîsü’l-müsâmirîn fî târîhi Edirne, Edirne Selimiye Ktp., nr. 2163; Ahmed Bâdî Efendi, Rîyâz-ı Belde-i Edirne, Edirne Selimiye Ktp., nr. 2315/1-3; G. Sayger – A. Desarnod, Album d’un voyage en Turquie fait par ordre de S. M. l’Empereur Nikolas Ier en 1829 et en 1830, Paris, ts.; Rifat Osman, Edirne Rehnümâsı, Edirne 1336; Osman Nuri Peremeci, Edirne Tarihi, İstanbul 1939; Oktay Aslanapa, Edirne’de Osmanlı Devri Âbideleri, İstanbul 1949; Gündüz Özdeş, Edirne, İstanbul 1951; Ayverdi, Osmanlı Mimârîsi I, tür.yer.; a.mlf., Osmanlı Mimârîsi II, tür.yer.; a.mlf., Osmanlı Mimârîsi IV, tür.yer.; Yüksel, Osmanlı Mimârı^si V, tür.yer.; Oral Onur, Edirne Türk Tarihi Vesikalarından Kitabeler, İstanbul 1972; F. Th. Dijkema, The Ottoman Historical Monumental Inscriptions in Edirne, Leiden 1977; Edirne (haz. Kültür Bakanlığı), İstanbul 1993; Rıfkı Melûl Meriç, “Edirne’nin Tarihî ve Mimari Eserleri Hakkında”, Türk Sanat Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, I, İstanbul 1963, s. 439-536; Özkan Ertuğrul, “Edirne Yapıları”, Théma Larousse, İstanbul 1994, s. 276-277.

Saray. Rifat Osman, Edirne Sarayı (nşr. A. Süheyl Ünver), Ankara 1957; Tahsin Öz, “Edirne Yenisarayı’nda Kazı ve Araştırmalar”, Edirne: Edirne’nin 600. Fetih Yıldönümü Armağan Kitabı, Ankara 1965, s. 217-222; Sedat Hakkı Eldem, Köşkler ve Kasırlar, İstanbul 1969-73, I-II tür.yer.; A. Süheyl Ünver, “Edirne Sarayında Hamamlar”, Yücel, sy. 26 (1937); a.mlf., “Edirne Sarayında Kum Kasrı”, Arkitekt, X, İstanbul 1940, s. 253-257.

Camiler. Aptullah Kuran, İlk Devir Osmanlı Mimarisinde Cami, Ankara 1964 tür.yer.; a.mlf., Mimar Sinan, İstanbul 1986; a.mlf., “Edirne’de Yıldırım Camii, TTK Belleten, XXVIII (1964), s. 419-438; Semavi Eyice, “Bizans Devrinde Edirne ve Bu Devre Ait Eserler”, Edirne: Edirne’nin 600. Fetih Yıldönümü Armağan Kitabı, Ankara 1965, s. 39-76 (kiliseden çevrilen camiler); a.mlf., “İlk Osmanlı Devrinde Dinî-İçtimaî Bir Müessese: Zaviyeler ve Zaviyeli Camiler”, İFM, XXIII (1962-63), s. 3-80; a.mlf., “Edirne’de Selimiye”, Sanat Dünyamız, sy. 17, İstanbul 1979, s. 10-17; Oral Onur, Edirne Minareleri, Edirne 1972; Ratıp Kazancıgil, Edirne İmaretleri, İstanbul 1991; C. Gurlitt, “Die Bauten Adrianopels”, OA, I (1910-11), s. 1-4, 51-60; Kemal Altan, “Selimiye Camii ve Manzumeleri”, Arkitekt, İstanbul 1937, s. 294-297; Beyhan Karamağaralı, “Edirne Eski Camiinin Kitabeleri ve Mimarimizdeki Yeri”, VD, IX (1971), s. 331-336.

Köprüler. Cevdet Çulpan, Türk Taş Köprüleri, Ankara 1975, s. 88, 107, 109, 115, 139, 170, 190; a.mlf., “Köprülerde Tarih Köşkleri”, STY, II (1966-68), s. 24-35; Gülgün Tunç, Taş Köprülerimiz, Ankara 1978, s. 27, 77, 79, 105, 136, 159, 189, 197, 199; Rifat Osman, “Edirne Köprüleri-Eski Köprü”, Millî Mecmua, sy. 95, İstanbul 1927, s. 1533-1535; a.mlf., “Edirne-Sarayiçi Köprüleri”, a.e., sy. 97 (1927), s. 1562-1564; sy. 98, s. 1579; Muzaffer Erdoğan, “Edirne Köprüleri”, Karayolları Bülteni, sy. 158, Ankara 1963, s. 24-25; İsmet İlter, “EdirneYeni Köprü”, a.e., sy. 165 (1964), s. 41-42; a.mlf., “Edirne’de Gazi Mihal ve Yıldırım Köprüleri”, a.e., sy. 180 (1965), s. 16-17.

Ticaret Yapıları ve Hanlar. Mustafa Cezar, Tipik Yapılarıyla Osmanlı Şehirciliğinde Çarşı ve Klasik Dönem İmar Sistemi, İstanbul 1985, tür.yer.; Turhan Dağlıoğlu, “Edirne’de Ayşe Kadın Hanı”, Ülkü-Halkevleri Dergisi, XII/67, Ankara 1938, s. 88-89; Ertan Çakır, “Edirne Rüstem Paşa Kervansarayı”, Rölöve ve Restorasyon Dergisi, sy. 1, Ankara 1974, s. 129-144.

Hamamlar. Doğan Kuban, “Edirne’de Bazı İkinci Murat Çağı Hamamları Mukarnas Bezemeleri Üzerine Notlar”, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya Armağan, Ankara 1976, s. 447-459; Sabih Erken, “Edirne Hamamları”, VD, X (1973), s. 403-419; İlter Büyükdığan, “Edirne Hamamlarının Restitüsyon Sorunları”, STAD, sy. 10 (1991), s. 27-34.

Sivil Mimari. Celâl Esad Arseven, Türk Sanatı, İstanbul 1984 tür.yer.; Rifat Osman, Edirne Evleri (içinde: “Dr. Rifat Osman’a Göre Edirne Evleri ve Konakları”, haz. A. Süheyl Ünver), İstanbul, ts.; a.mlf., “Edirne Âbideleri, Edirne Türk Evleri”, Millî Mecmua, sy. 78 (1927), s. 1580; Halûk Şehsuvaroğlu, “Edirne’de Sivil Mimarimiz”, TTOK Belleteni, sy. 228 (1961), s. 15-16; Süheyl Ünver, “Edirne’de Mimarî Eserlerimizdeki Tabii Çiçek Süslemeleri Hakkında”, VD, V (1962), s. 15-18; a.mlf., “Türk Sanat Tarihinde Edirnekârî Lâke İşleri ve Sanatkârları”, a.e., VI (1965), s. 15-20; Sebahattin Türkoğlu, “Edirne Müzesindeki Edirnekârî Ağaç İşlemeleri”, Türk Etnografya Dergisi, X (1967), s. 67-74.

Diğer Eserler. Yıldırım Yavuz, Mimar Kemalettin ve Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi, Ankara 1981, s. 257-264 (Edirne garı); Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, tür.yer.; Hikmet Turhan Dağlıoğlu, “Edirne Mezarları”, Türk Tarih, Arkeologya ve Etnografya Dergisi, sy. 3, Ankara 1936, s. 163-192; Semavi Eyice, “Edirne Saat Kulesi ve Üzerindeki Bizans Kitabesi”, GDAAD, VIII-IX (1980), s. 1-22.

Semavi Eyice