DÜŞMANLIK

Farsça’da “başkasına karşı kötü niyet besleyen, kötü kalpli kimse” anlamındaki düşmandan (düşmen) gelen düşmanlık kelimesinin Arapça’daki karşılığı adâvettir. Adâvet sözlükte “zulmetmek, haklılık sınırını aşmak” gibi mânalara gelen adv kökünden türetilmiş olup genellikle sadâkatin zıddı olarak kullanılır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de adâvet ve aynı kökten gelen çeşitli fiil ve isimler meveddet,


uhuvvet, velî, halîl ve takvâ kelimelerinin karşıtı anlamlar ifade edecek şekilde kullanılmıştır (bk. Âl-i İmrân 3/103; el-Mâide 5/2; el-Kehf 18/50; Fussılet 41/34; ez-Zuhruf 43/67; el-Mümtehine 60/1-7). Hadislerde de adâvet ve aynı kökten türeyen çeşitli kelimeler yanında özellikle adüv (düşman) şeklindeki kullanımı oldukça yaygındır (bk. Wensinck, el-MuǾcem, “Ǿadv” md.).

Kur’ân-ı Kerîm’de Araplar’ın İslâm’dan önceki dönemde birbirinin düşmanı oldukları hatırlatılarak Allah’ın onların gönüllerini uzlaştırdığı ve böylece İslâm dini sayesinde dost ve kardeş oldukları bildirilmiştir (Âl-i İmrân 3/103). Kur’an’da sosyal barış ve uzlaşma, “Müminler ancak kardeştir” (el-Hucurât 49/10); “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirinin dostlarıdır” (et-Tevbe 9/71) gibi ifadelerle kategorik hükümlere bağlandığı için müslümanlar arasında düşmanlığın zuhur etmesine yol açacak tutum ve davranışların önlenmesi, kardeşlik ve dostluğun pekişmesi için tedbirler getirilmiştir. Nitekim çeşitli maddî ve mânevî hakların korunmasına yönelik ahlâkî, hukukî ve siyasî tedbirlerin öngörülmesi yanında toplumda düşmanlık duygularının kabarmasına yol açacak kötülükler de yasaklanmıştır. İçki ve kumarı yasaklayan âyette bunun gerekçesinin, “Hiç şüphesiz şeytan içki ve kumarla aranızda düşmanlık ve kin meydana getirmek ister” (el-Mâide 5/91) şeklinde ortaya konması ilgi çekicidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de şeytanın insanlar için açık bir düşman olduğu bildirilerek insanların onun peşinden gitmemesi istenmiştir (el-Bakara 2/168, 208; el-En‘âm 6/142). Ayrıca insanlar içinde müminlere karşı en şiddetli düşmanlığı besleyenlerin yahudiler ve putperestler olduğu, bunun yanında hıristiyanların müslümanlara sevgice daha yakın bulunduğu da ifade edilmektedir (el-Mâide 5/82). Şeytanın ve yahudilerin düşmanlığıyla ilgili ifadeler hadislerde de geçmektedir (bk. Nesâî, “Sehv”, 19; İbn Mâce, “Menâsik”, 56; Dârimî, “Diyât”, 2).

Kur’an’da İslâm’a ve müslümanlara karşı hasmane ve zalimane tavır takınanlar, insanların İslâm’dan haberdar olmasını önlemeye çalışanlar iki yerde “Allah’ın ve sizin düşmanlarınız” şeklinde nitelendirilmiştir. Bunların ilkinde bu şekilde anılmalarına, Hz. Peygamber’le anlaşmalar yapıp her defasında çekinmeden anlaşmalarını bozmaları gerekçe olarak gösterilmekte, yine de herhangi bir çatışma halinde yapacakları barış teklifinin olumlu karşılanması istenmektedir (el-Enfâl 8/55-61). Başka bir yerde ise, “Benim düşmanlarımı ve sizin düşmanlarınızı dost edinmeyin” denildikten sonra bunun sebebi şöyle açıklanmıştır: Çünkü müslümanlar onlara sevgiyle yaklaştıkları halde onlar gerçeği inkâr etmişler, Resûl-i Ekrem’i ve diğer müslümanları Allah’a inandıkları için yurtlarından çıkarmışlardır; ayrıca onlar elleriyle ve dilleriyle kötülük ederler. Aynı yerde, “Muhtemeldir ki Allah sizinle onlardan düşman olduklarınız arasında bir sevgi meydana getirir” denilerek müslümanlar, kendilerine zarar vermeyen gayri müslimlere iyilik ve adaletle davranmaya teşvik edilmiştir (bk. el-Mümtehine 60/1-9). Fussılet sûresinde (41/33-35) müslümanların hareketleri iyilik (hasene), kâfirlerinki ise kötülük (seyyie) şeklinde nitelendirildikten sonra, “Sen kötülüğü iyilikle önle; zira o zaman kendisiyle senin aranda düşmanlık bulunan kişi candan bir dost gibi olacaktır” denilmekte, bu iyiliğe ancak sabırlı ve nasibi bol olanların ulaşabileceği ifade edilmektedir. Fahreddin er-Râzî, nasibi bol olanları yüksek ahlâkî erdemlere sahip kişiler olarak anlar ve bu âyetlerin, insanlara hakkı kabul ettirmeye, onları düşmanlıktan vazgeçirmeye yönelik da‘vet ve irşad faaliyetlerinde sabır, sevgi ve hoşgörü ile davranmanın önemini ortaya koyduğunu belirtir (Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 127).

İslâm ahlâkçıları düşmanlık konusunu çoğunlukla dostluk ve muhabbet bahisleri içinde ele almışlarsa da konuyu özel bir başlık altında inceleyenler de olmuştur. Bunlardan Râgıb el-İsfahânî, ez-ZerîǾa ilâ mekârimi’ş-şerîǾa adlı eserinde “Adâvet” başlığı altında düşman (adüv) terimini “başkasına zarar vermek için fırsat kollayan, onun iyiliğine olan işlerin tersini yapmaya çalışan kimse” şeklinde tarif ettikten sonra gizli ve açık olmak üzere iki türlü düşman bulunduğunu belirtir. Gizli düşmanların başında şeytan gelir. Şeytan bütün daşmanlıkların sebebi olan asıl düşmandır. İkinci gizli düşman Kur’an’ın, “Nefis ısrarla kötülüğü emreder” (Yûsuf 12/53) meâlindeki âyette “nefis” kelimesiyle ifade ettiği hevâ yani beşerî arzu ve ihtiraslardır. İsfahânî, ölçüyü aşan öfke duygusunu da gizli düşman sayar. İnsanın açık düşmanı ise yine insandır. Her insanın tabiatında az çok saldırganlık, kıskançlık, bencillik gibi olumsuz duygular vardır. Bazı insanlar bu duyguların tesiriyle başkalarına karşı düşmanca niyet beslerler. Kur’an’ın “insan-şeytanlar” (el-En‘âm 6/112) dediği de bunlardır. Birtakım kimseler ise bu kadar genel ve köklü düşmanlık duyguları taşımamakla birlikte herhangi bir mânevî meziyet veya maddî üstünlük gördükleri kimseye karşı sırf bu noktalarda düşmanlık duyarlar. İsfahânî, insanlar arasındaki düşmanlıkların daha çok ilim, servet ve mevki farkı, akrabalık veya komşuluk ilişkileri gibi özel sebeplerden doğduğunu düşünmektedir. İnsanlar bu şekilde bile bile birbirinin düşmanı olabilecekleri gibi kötü bir maksat taşımadan da bir düşmanın yapacağı kötülük ve zararlara sebep olabilirler. Bu bakımdan kişinin eşi, çocukları, hatta bizzat kendi nefsi bile kendisine zarar verebilir. Şu halde onun günah ve haksızlık yapmasına sebep olan her şey düşman sayılır. Nitekim Kur’an’da, “Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, onlardan sakınınız” (et-Tegābün 64/14) meâlindeki âyette bu hususa dikkat çekilmiştir.

Bazı İslâm bilginleri ve düşünürleri düşmanlık konusunda pratik tavsiyelerde de bulunmuşlardır. Fârâbî’ye isnat edilen bir risâlede (bk. İbn Miskeveyh, s. 327-342) iki sınıf düşmandan söz edilerek bunlardan birincisinin düşmanlığının kin ve nefrete, ikincisinin ise kıskançlığa dayandığı belirtilmekte, özellikle ilk düşmanlığın daha köklü ve sürekli olması dolayısıyla bu durumda bulunanlar karşısında daima ihtiyatlı davranılması gerektiği hatırlatılmaktadır. Fârâbî’ye göre bir düşmana karşı takınılması en uygun olan tavır, fazilette ondan daha ileride olmaya çalışmaktır. Ayrıca düşmana karşı dürüst olmak, yalandan kaçınmak gerekir; zira kişinin yalan ve kusurları düşmanı tarafından daima aleyhinde kullanılabilir. İbn Hibbân el-Büstî de düşmanlıkları önlemenin en etkili yolunun sevgiyi yaygınlaştırmak olduğunu ileri sürer. Çünkü seven kıskanmaz; kıskanmayan da düşman olmaz. Özellikle dostluğu düşmanlığa dönüştürmek çok büyük bir suçtur. Akıllı insan biraz sempatik gördüğü kimseye düşman olmaz. Başkalarının kendisine düşman olmasını istemeyen kimse için en uygun yol kendisinin de başkasına düşmanlık yapmamasıdır. “Akıllı insan kötülüğe kötülükle karşılık vermez; küfür ve hakareti düşmana silâh olarak kullanmaz” (Ravzatü’l-Ǿukalâ, s. 94).


İbn Hibbân şunu da hatırlatır: “Düşmanını küçük gören aldanır” (a.g.e., s. 95). Buna benzer bir tavsiye İbn Hazm tarafından da yapılmıştır; ancak o, düşmanı olduğundan daha büyük görmemek gerektiğini de belirtir. İbn Hazm kötümser bir yaklaşımla insanın en acımasız düşmanının yine insanlar olduğunu, diğer bütün zararlı canlılardan korunmak mümkün olduğu halde insanların kötülüğünden kurtulmanın mümkün olmayacağını ifade ederken (el-Ahlâk ve’s-siyer, s. 80-81) bu görüşüyle, “İnsan insanın kurdudur” özdeyişini hatırlatmaktadır. Esasen İbn Hazm, insanın hiç düşmanı bulunmamasını da bir kusur olarak görmüştür; çünkü ancak meziyetleri olanın düşmanı bulunur. Asıl iyilik düşmanı olmamak değil düşmana haksızlık etmemektir. Ayrıca insan kendisinin görmediği, dostlarının da göstermediği kusurlarını düşmanların yergisi sayesinde öğrenip düzeltmek suretiyle düşmanından faydalanmayı bilmelidir (a.g.e., s. 70-80). Düşmanın yergi ve eleştirilerinden faydalanarak ahlâkî gelişmeyi tavsiye eden benzer görüşler İbn Miskeveyh, Gazzâlî gibi daha başka ahlâkçıların eserlerinde de görülür (bk. AYIP).

BİBLİYOGRAFYA:

Dârimî, “Diyât”, 2; İbn Mâce, “Menâsik”, 56; Nesâî, “Sehv”, 19; Lisânü’l-ǾArab, “Ǿadv” md.; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Ǿadv” md.; a.mlf., ez-ZerîǾa ilâ mekârimi’ş-şerîǾa, Kahire 1405/1985, s. 370-373; Wensinck, el-MuǾcem, “adv” md.; M. F. Abdülbâkı, el-MuǾcem, “Ǿadv” md.; İbn Hibbân, Ravzatü’l-Ǿukalâ ve nüzhetü’l-fuzalâǿ, Beyrut 1397/1977, s. 94-99; İbn Miskeveyh, el-Hikmetü’l-hâlide (nşr. Abdurrahman Bedevî), Beyrut 1983, s. 327-342; İbn Hazm, el-Ahlâk ve’s-siyer, Beyrut 1405/1985, s. 70, 80-81; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 127.

Mustafa Çağrıcı