DİYARBAKIR

Güneydoğu Anadolu bölgesinde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il.

Dicle havzasının yukarı kesiminde, nehrin sağ yakasında denizden yüksekliği 650 m. olan yüksek bir platoda, önemli ticaret ve ulaşım yolları kavşağında kurulmuştur. Şehrin eski adı Amida olup bu isim hakkında çeşitli rivayetler varsa da kelimenin nereden geldiği kesin olarak bilinmemektedir. İslâmî dönemde bu isim Âmid şeklini almış ve XVII. yüzyıla kadar hem şehir hem de onun merkez olduğu sancağın adı olarak kullanılmıştır. Osmanlılar döneminde bazan Kara Âmid adıyla da anılan şehrin daha sonraki adı olan Diyarbekir ise müslüman Araplar bölgeyi fethettikten sonra, Rebîa Arapları’nın iki büyük kabilesinden biri olup Dicle kenarlarında yaşayan Bekir b. Vâil kabilesinin yayıldığı topraklara verilen Diyâr Bekr veya Diyâr-ı Bekr adına dayanır. Bu bölge için ne


zamandan beri kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte VIII. yüzyıldan itibaren kaynaklarda geçtiği tesbit edilen Diyâr-ı Bekr Osmanlı hâkimiyeti döneminde Diyarbekir şeklini alarak Âmid şehri ve sancağı merkez olmak üzere teşkil edilen beylerbeyiliğin adı olmuş, XVII. yüzyıldan sonra ise şehir merkezi için kullanılmaya başlanmış, 1937’de Diyarbakır şekline çevrilmiştir.

Tarih. Irak ve İran’ı Akdeniz ve Karadeniz’e bağlayan yolların kavşağında kurulan şehrin milâttan önce 2300’den beri bir yerleşim merkezi olduğu, kalesinin bir kısmının milâttan önce IV. yüzyıldan kaldığı sanılmaktadır. Milâttan sonra 349’da Doğu Roma İmparatoru II. Konstantinos Sâsânîler’e karşı şehrin etrafını surla çevirterek burasını bölgenin askerî ve idarî merkezi haline getirdi. Ancak şehir 359 ve 502’de Sâsânî işgaline uğramaktan kurtulamadı.

Diyarbekir, 639’da el-Cezîre bölgesinin fethiyle görevlendirilen İyâz b. Ganm’ın ordusunun sol kanadına kumanda eden Hâlid b. Velîd tarafından zaptedildi; rivayete göre Hâlid b. Velîd’in oğlu Süleyman ve sahâbeden Sa‘saa bu sırada şehid oldu. Süleyman’ın türbesinin İçkale’de, Sa‘saa’nınkinin de şehrin ortasında Ulucami ile Hasan Paşa Hanı arasında bulunduğu, bu türbenin aynı adı taşıyan cami ile birlikte 1926’da ortadan kaldırıldığı anlaşılmaktadır. Sa‘saa’nın, Muâviye zamanında el-Cezîre bölgesinin bir kısmına âmil tayin edilen Kûfe eşrafından Sa‘saa b. Sûhân olması ihtimali üzerinde de durulmaktadır (İA, III, 606). İslâm fethiyle birlikte Diyarbekir adı verilen bölgenin en önemli şehirleri Âmid, Meyyâfârikın (Silvan), Mardin, Hısnıkeyfâ (Hasankeyf) ve Erzen idi. Ayrıca burada pek çok kasaba ve kale de bulunuyordu.

Diyarbekir bölgesi Abbâsîler devrinde, Emevî Halifesi Abdülmelik zamanından itibaren bu yöredeki Araplar arasında taraftar bulan Hâricîler’in isyanı ile karışıklıklar içine düştü. Bunun ardından çıkan Ermeni isyanları Emîr Buga tarafından bastırıldı (851). 868’de Diyarbekir bölgesi âmili Ebû Mûsâ Îsâ b. Şeyh b. Selîl eş-Şeybânî isyan ederek istiklâlini ilân edip Şeyhoğulları emirliğini kurdu. Otuz sene kadar bölgede hâkim olan bu emirlik, 899’da Halife Mu‘tazıd-Billâh’ın Âmid’i kuşatıp ele geçirmesiyle son buldu. Bu arada şehrin Harput kapısı (Dağ kapısı) civarındaki surlar da yıktırıldı. Surlar ancak X. yüzyıl başlarında Bizans tehdidi karşısında Halife Muktedir-Billâh, veziri İbnü’l-Furât ve Âmid şehri âmili Yahyâ b. İshak el-Cercerâî tarafından tamir ettirilmiş (297/909), mühendis olarak da Âmidli Ahmed b. Cemîl görev yapmıştır. Bu kuvvetli tahkimat sebebiyle çevredeki kaleler teker teker Bizanslılar’ın eline düştüğü halde Âmid müslümanların elinde kaldı. 930’da Diyarbekir ve Diyârırebîa valiliğine getirilen Hamdânîler’den Nâsırüddevle Hasan’ın 935’te el-Cezîre valiliğine tayini üzerine yerine geçen kardeşi Seyfüddevle el-Hamdânî Ali zamanında Bizanslılar’a karşı başarılı mücadele ve müdafaada bulunuldu. 966 Eylülünde de bizzat İmparator Nikaphoros Phokas idaresindeki kalabalık Bizans ordusunun şehri muhasarası sonuçsuz kaldı. 967’de Seyfüddevle’nin ölümü üzerine kısa bir süre oğlu ve bir âzatlısı tarafından idare edilen bölge, az sonra Musul Hükümdarı Ebû Tağlib el-Gazanfer’e bırakıldı. Şehir 973 ve 974’te Bizanslılar tarafından kuşatıldıysa da alınamadı. Bunun ardından 978’de Irak’ta Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle’nin hâcibi Ebü’l-Vefâ tarafından ele geçirildi; 983’te Halep Hükümdarı Sa‘düddevle’nin hâkimiyeti altına girdi. 984’ten itibaren Diyarbekir bölgesi Humeydiyye kabilesinin bir kolu olan Hârbuhtî oymağının işgaline uğradı. Bu oymağın reisi olan Bâz’ın yeğeni Ebû Ali Hasan b. Mervân (ö. 387/997) burada Mervânoğulları emîrliğini kurdu. Bu hânedandan Nasrüddevle’nin uzun süren saltanatı esnasında (1021-1061) şehrin surları tamir edildi, Dicle Köprüsü yaptırıldı; âlimler, şairler, İbn Butlân gibi hekimler de burada toplandı. Böylece şehir İslâm âleminin en büyük merkezlerinden biri haline geldi. Bu devirde yavaş yavaş Hâricîlik yerine Sünnîlik yayılmaya, Hanbelî, Mâlikî ve Şâfiî, nihayet Hanefî mezheplerinde büyük fakihler şehirde görev yapmaya başlamışlardır. Nitekim şehirde bulunan Mesûdiye Medresesi içindeki 1194 tarihli kitâbeye göre burada dört mezhebin fakihleri bir arada öğretim faaliyetinde bulunmaktaydılar.

Nasrüddevle zamanında 1046 sonlarında Âmid’e gelen Nâsır-ı Hüsrev şehrin yekpâre bir kaya üzerinde kurulduğunu, çevresinde kara taştan sur bulunduğunu, kale kapılarından doğudakine Dicle, batıdakine Rum, kuzeyindekine Ermen, güneyindekine de Tel Kapısı adı verildiğini, şehrin ortasında nereden geldiği bilinmeyen bir su olduğunu belirterek Ulucami, surlar, bunların yükseklik ve genişliği hakkında bilgi verir. Aynı tarihlerde Nasrüddevle, Doğu Anadolu’ya akınlar yapan Tuğrul Bey’in tâbiiyetini kabul etti ve bölgeye Türkmen reislerinden bazıları yerleştirildi, Âmid Kalesi’ne de Türk muhafızlar konuldu. Nasrüddevle’nin 1061’de ölümü üzerine iki oğlundan büyüğü Saîd Âmid’e, küçüğü Nizâmüddevle Nasr Meyyâfârikın’e hâkim olmuş, fakat 1070’te sultan Alparslan Âmid’e geldiğinde ikisi birlikte onu karşılayarak itaat arzetmişlerdi. 1084’te Melikşah, Fahrüddevle Muhammed b. Cehîr’i Diyarbekir’in zaptı ile görevlendirdi; bir süre kuşatmadan sonra kendisi Meyyâfârikīn üzerine yürüyen Fahrüddevle’nin oğlu Zaîmürrüesâ Ebü’l-Kāsım kaleyi ve şehri Mayıs 1085’te aldı. Fahrüddevle Melikşah tarafından Diyarbekir valiliğine getirildi. Bölgedeki kale ve şehirler Türkmen emîrlerine, boy ve oymaklarına iktâ edildi. Selçuklular’ın ilk devirlerinde Âmid’de idarecilik yapan kişilerin isimlerine kale kitâbelerinde ve Ulucami’de rastlanmaktadır.

Melikşah’ın ölümünden sonra Mervânîler’den Nâsırüddevle Mansûr 1093 Nisan ayında şehri ele geçirmeye teşebbüs ettiyse de başarılı olamayarak Diyârırebîa’ya kaçtı ve orada vefat etti; naaşı Âmid’e getirilip hanımının yaptırdığı türbeye gömüldü. 1095’te Âmid Türk emîrlerinden Sadr’a verildi. Onun kısa bir süre sonra ölümü üzerine kardeşi İnal bu şehre emîr tayin edildi ve 1183’e kadar buraya hâkim olacak İnaloğulları hânedanını kurdu. Bu sülâle zamanında 1119’da Ulucami yanmış, sonra tamir edilmiş, 1122’de de Ergani’de bakır madeni keşfedilerek işletilmesine başlanmıştı. 1142’den sonra ise Âmid Emîri İl Aldı’nın veziri Nisanoğlu Müeyyedüddin idareyi ele geçirdi, ardından da kendi neslinden gelenler İnaloğulları Beyliği sona erinceye kadar Âmid’i yönettiler. 1151’de bu beylik, Mardin ve Meyyâfârikīn Artuklular’ın hâkimiyetini kabul etti. Daha sonra Selâhaddîn-i Eyyûbî, Hısnıkeyfâ Artuklu Emîri Nûreddin Muhammed’in tahrikleri sonucu 579 (1183) yılı başında Âmid önlerine gelerek şehri kısa bir kuşatmadan sonra ele geçirdi. Bu seferde bulunan İmâdüddin el-Kâtib el-İsfahânî’nin bildirdiğine göre o tarihte şehirde halı, kilim ve çadır imal ediliyor, ayrıca çok zengin bir de kütüphane bulunuyordu. Bu kütüphane daha sonra Mısır’a götürülmüş, şehrin idaresi de Nûreddin


Muhammed’e verilmiştir (Şeşen, III, 302). Bu kuşatma esnasında Mardin, Ahlat, Erzen ve Bitlis hâkimleri de elçiler göndererek Selâhaddin’e bağlılıklarını bildirdiler. Ağustos 1185’te Meyyâfârikīn’in Selâhaddin tarafından alınması, Hısnıkeyfâ’nın da onun tâbiiyetini kabul etmesiyle bütün Diyarbekir çevresi Eyyûbîler’in hâkimiyetine girmiş oldu. Aynı tarihte Nûreddin Muhammed’in vefatı üzerine yerine oğlu II. Sökmen geçti. Bu hükümdar zamanında Âmid’de Mesûdiye Medresesi yaptırılmış ve babası gibi o da şehrin surlarını tamir ettirmişti.

Âmid 5-18 Ekim 1232 tarihleri arasında tekrar Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Kâmil I. Nâsırüddin tarafından kuşatılarak alındı. 638 (1240-41) yılında da Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyâseddin Keyhusrev Âmid’i zaptetti. Burası 1257’de kısa bir süre için Meyyâfârikīn Hâkimi el-Melikü’l-Kâmil II. Nâsırüddin’in eline geçtiyse de 1259’da Hülâgû tarafından alındı ve Moğollar’a tâbi olan Anadolu Selçuklu Devleti’ne geri verildi. Bununla birlikte Moğollar bütün Diyarbekir havalisine hâkim oldular. 1303’te Gazan Han Diyarbekir bölgesini Mardin Artuklu Sultanı el-Melikü’l-Mansûr II. Necmeddin Gazi’ye verdi, 1317’de ise şehirde büyük bir isyan çıktı. Bunun sebebi, güneybatıdan sürekli yapılan Moğol akınları yüzünden çevrenin yağmalanması, şehirde fiyatların iki katına yükselmesi, köylünün tarlalarını terkederek başka yerlere göç etmesi, hıristiyan halktan alınan vergilerin arttırılmasıdır. Ayaklanma Artuklu Hükümdarı Şemseddin Sâlih tarafından bastırıldı, ancak bu arada şehir büyük bir tahribata uğradı. Ertesi sene görülen kıtlık Âmid ve çevresinde büyük zararlara yol açtı. 739 (1338-39) yılında Musul, Sincar, Erbil ve Mardin’in de dahil olduğu Diyarbekir bölgesinin yıllık gelir ve gideri, bir İlhanlı belgesinde 134.800 ve 144.800 dinar olarak gösterilmiştir. İlhanlı Devleti’nin dağılmasından sonra Celâyirliler ve Çobanlılar arasında mücadelelere sahne olan Diyarbekir yöresine 1343-1353 yılları arasında Sutayoğulları’ndan İbrâhim Şah hâkim olduysa da onun ölümü üzerine bölge Celâyirliler’in idaresine girdi.

25 veya 26 Nisan 1394’te Timur tarafından zaptedilerek yağma edilen şehir 1401’de Karayülük Osman Bey’e verildi ve böylece bölgede Akkoyunlu hâkimiyeti başlamış oldu. 1409, 1411 ve 1418’de Karakoyunlu Hükümdarı Kara Yûsuf Bey burayı kuşatıp almaya teşebbüs ettiyse de başarılı olamadı. 1423’te oğlu İskender, 1433’te Mısır Memlük Sultanı Barsbay aynı âkıbete uğradı. Karayülük Osman Bey’in 1435’te ölümünden sonra Âmid Akkoyunlu şehzadeleri Ali Bey, Hamza Bey ve Ali Bey’in oğlu Cihangir Bey’in eline geçmiş, aralarındaki mücadelelere sahne olmuştu; Karakoyunlular da Cihangir Bey zamanında Âmid’i birkaç defa muhasara etmişler, fakat alamamışlardı. Uzun Hasan Bey zamanında Karakoyunlu ülkeleri tamamen Akkoyunlular tarafından işgal edildikten sonra devletin merkezi Âmid’den Tebriz’e nakledildi. Bununla beraber Âmid bu devletin Diyarbekir vilâyetinin merkezi olma özelliğini korudu. Yâkub Bey ve Kāsım b. Cihangîr Âmid’de valilik yaptılar. 1504’te çok kısa bir süre Âmid’i ele geçiren aynı aileden Elvend’in ölümü üzerine Zeynel Bey b. Ahmed Bey b. Uğurlu Mehmed bu çevrede hükümran olmuş, fakat bu da çok kısa sürmüş, Elvend Bey’in divan reisi Emîr Bey Âmid’i idaresi altına almıştır. 1507’de Şah İsmâil’in Dulkadıroğlu Alâüddevle Bey üzerine yaptığı sefer sırasında Emîr Bey Şah İsmâil’e itaatini sunarak idaresi altındaki yerleri ona teslim etti. Safevî hükümdarı da Diyarbekir valiliğini Ustaclu Muhammed Han’a verdi. Ancak onun Âmid şehrine girmesi iki sene sonra gerçekleşebildi; çünkü şehrin idaresi daha önce ağabeyi Emîr Bey tarafından kendisine bırakılmış olan Kayıtmaz burayı terketmedi. 1510’da Alâüddevle Bey’in Âmid’i ele geçirme teşebbüsleri ise Ustaclu Muhammed Han’a yenilmesiyle sonuçsuz kaldı. 23 Ağustos 1514 Çaldıran Savaşı’nda Safevîler’in yenilmesi, muharebe sırasında yöre valisi Ustaclu Muhammed Han’ın ölmesi, meşhur tarihçi İdrîs-i Bitlisî’nin Doğu Anadolu’daki faaliyetleri sonucu yöredeki Sünnî beylik ve aşiretlerin birer birer Osmanlı tâbiiyetini kabul etmeleri üzerine Âmid ahalisi de ayaklanarak şehirdeki Safevî kuvvetlerinin bir kısmını öldürdü, bir kısmını da şehirden çıkardı. Halk Osmanlı Hükümdarı Yavuz Sultan Selim’e biatini bildirdi. Bu olay üzerine Âmid bir yıl kadar Safevî kumandanlarından Kara Han tarafından kuşatıldı. Şehre Osmanlılar, dergâh-ı âlî müteferrikalarından aslen Âmidli olan Yiğit Ahmed kumandasında takviye gönderdiler. Fakat şehir ancak Bıyıklı Mehmed Paşa ve Rum Beylerbeyi Şâdî Paşa idaresindeki esas Osmanlı birliklerinin yetişmesi üzerine kurtarılabildi. Kara Han’ın kuşatmayı kaldırarak Mardin istikametine çekilmesiyle 10 Eylül 1515’te şehir Osmanlı idaresine girmiş oldu.

Osmanlı idaresine girdikten hemen sonra yapılan tahrire göre 1518’de şehir dört kapı ve bunlara göre adlandırılmış dört mahalleye (Bâb-ı Mardin, Bâb-ı Rûm, Bâb-ı Cebel ve Bâbü’l-Mâ) sahipti. Bu mahallelerde 1220 müslüman, 1093 gayri müslim aile ile (hâne) 237 vergi mükellefi mücerred (bekâr) oturmaktaydı. Mahallelerden en kalabalığı Bâbü’l-Mâ adını taşıyanıydı ve burada gayri müslimler çoğunluktaydı. Aralarında yirmi sekiz hâne, üç mücerred nüfusa sahip küçük bir yahudi grubu da yer alıyordu. Şehrin nüfusunun % 54’ünü müslümanlar teşkil etmekteydi. Aynı tarihte şehirde bir darphâne, bir kirişhâne, birer de boyahâne, macunhâne, tabakhâne, bozahâne ve başhâne bulunuyordu. Şehirdeki boyahânenin yıllık gelirinin 150.000


akçe olması, şehirde dokumacılığın ne kadar ileri gitmiş olduğunu gösterir (BA, TD, nr. 64, s. 216 vd.). Bu gelir 1568’de 213.617 akçeye yükselmiştir. Ayrıca Diyarbekir beylerbeyiliğine bağlı pek çok yerde de boyahâneler vardı. Diyarbekir’in bilhassa kırmızı kök boya ile boyanmış iplikleri meşhurdu.

1540 tarihli Tahrir Defteri’ne göre Âmid’in nüfusunda büyük bir artış olmuş, müslüman nüfusun % 13 oranında artmasına karşılık gayri müslim nüfustaki artış nisbeti % 95’e ulaşmıştı. Bunun sebebinin Hazro, Sasun, Atak, Genç, Muş, Eğil, Hısnıkeyfâ gibi yerlerden şehre göçler ve yerleşmeler olmasıdır. Buralardan gelen gayri müslimler cemaatler halinde birer kiliseye bağlı olarak kaydedilmiştir (BA, TD, nr. 200, s. 34-55). Bunlar yirmi altı cemaat teşkil etmişler, yahudiler de Nastûrî kilisesine mensup olarak gösterilmişlerdir. Bu tarihte şehirde kırk iki müslüman mahallesi vardı. Bunlar adlarını Câmi-i Kebîr ile birer Akkoyunlu eseri olan Şeyh Matar Camii’nden, Hacı Abdurrahman, Hoca Ahmed, İbrâhim Bey gibi mescidlerden almışlardır. Diğer bir mahallenin ismi Balıklı Tekke’dir. Bu tekkenin Uzun Hasan Bey’e ait bir zâviye olduğu bir belgede belirtilmektedir (BA, MAD, nr. 19.661, s. 3). Burada artık sur kapılarına göre adlandırılmış mahalle isimlerine rastlanmamaktadır. En kalabalık mahalleler Câmi-i Kebîr ve Hoca Ahmed mahalleleridir. 1540’ta kapanan darphâne 1575’te tekrar açılmıştır. 15 Eylül 1548’de Kara Âmid’e gelen Fransız seyyahı Chesneau’nun şehrin nüfusunun ekseriyetinin Ermeni ve Ya‘kubî olduğunu söylemesi, hıristiyan nüfusun çevreden vuku bulan göçlerinden kaynaklanmış olmalıdır.

Şehirde Osmanlı ümerâsı tarafından yaptırılan cami, han ve benzeri eserlere fetihle birlikte rastlanmaktadır. Bunlardan birisi Fâtih Paşa Camii adını taşımakta olup Bıyıklı Mehmed Paşa tarafından inşa ettirilmiştir. Şehrin 1514-1515’te Kara Han tarafından kuşatılması sırasında yardıma gelen Yiğit Ahmed Bey de bir mescid yaptırmış, bunun etrafında bir mahalle oluşmuştur. XVI ve XVII. yüzyıllarda Âmid’de Diyarbekir beylerbeyileri Hüsrev Paşa 1521-1528, Hadım Ali Paşa 1534-1537, İskender Paşa 1551, Behram Paşa 1564-1572, Melek Ahmed Paşa 1587-1591 ve Defterdar Ahmed Paşa da 1594 yıllarında birer cami inşa ettirmişlerdir. Deliller Hanı (1527, Hüsrev Paşa), Hasan Paşa Hanı (1574-1575), Çifte Han da aynı yüzyıldan kalan önemli yapılardır. Şehrin iç kalesinde biri Artukoğulları’ndan kalan, diğeri Bıyıklı Mehmed Paşa tarafından yaptırılan ve XVII. yüzyılda Evliya Çelebi’nin övgü ile söz edip 150 odalı, birkaç divanhâneli olarak tanımladığı iki saray vardır. Artuklu Sarayı’nın, 1766’da bu şehri ziyaret eden Carsten Niebuhr’un tepe üzerinde, sadece temel duvarları kalan eski sahiplerin sarayı olarak tanımladığı yapı olduğu anlaşılmaktadır. Bu tepe halen Virantepe adını taşımaktadır. XVIII. yüzyıl sonlarında Diyarbekir’de içerisinde cami, pek çok konakların, hizmetli odalarının bulunduğu büyük bir saraydan bahsedilmektedir. Ancak bu sarayla Bıyıklı Mehmed Paşa Sarayı arasındaki ilişki bilinmediği gibi bu sonuncusunun da izi kalmamıştır. Sadece yeri İçkale’nin kuzeydoğu köşesi olarak belirlenebilmektedir. Matrakçı Nasuh’un Irakeyn Seferi dönüşünde (1535) Kara Âmid’i tasvir eden minyatüründe İçkale’de görünen büyük yapılar bu saraya ait olmalıdır. Şehirde, önünde avlusu ile görünen Ulucami dışında beş cami farkedilmekte, birçok başka büyük bina da görülmektedir. Aynı yıl 10 Ekim’de Kanûnî Sultan Süleyman bu şehre gelmiş ve bir süre kalmıştır (Celâlzâde, vr. 276ª). İçkale’de birisi Dicle’ye açılan Oğrun kapı, diğeri değirmenlere giden Küpeli kapı, son ikisi de şehre açılan Fâtih ve Saray kapıları bulunmaktaydı. XIX. yüzyıl başlarında Oğrun kapının adı Aşağıkale kapısı veya İçkale kapısına, Küpeli kapı’nınki de Yeniçarşı kapısına dönüşmüş, saray kapısı da Fettah kapısı adını almıştı.

Şehrin XVI. yüzyılda doğuda Van-İran, güneydoğuda Mardin-Musul-Bağdat, güneybatıda Siverek-Urfa-Halep, kuzeybatıda Malatya-Sivas karayollarının merkezi durumundaki konumu, buraya ticarî bir önem ve iktisadî bir güç kazandırmıştır. Buradan geçen transit mallar arasında siyah ve beyaz esirler, İran (Yezd), Avrupa (Frengî), Rum (Anadolu) kumaşları, ipekliler, demir ve benzeri madenî eşyalar, baharat, sabun, çeşitli yiyecek maddeleri önemli bir yer tutuyordu. Bunların her birinden alınacak vergiler kanunnâmelerde belirtilmiştir. Transit mallardan bazan Van’da bâc (gümrük) alınması Âmid hazinesinin zararına olduğundan şikâyetlere yol açmış, önlenmesi istenmiştir (BA, MAD, nr. 2775, s. 1430).

Aynı yüzyılda Âmid şehrinde bir de güherçile imalâthanesi bulunmakta, buradan Halep ve Trablusşam’a işlenmiş güherçile gönderilmekteydi (BA, MD, nr. 5, s. 380; BA, MAD, nr. 2775, s. 196). 1566’da Erciş Kalesi’nin yeniden yapılışında kullanılmak üzere gereken toplar (50 adet darpzen) Diyarbekir’de döktürülmüş, bu iş için Hısnıkeyfâ’dan toprak, Kiğı’dan demir getirtilmiş, şehrin kalesinin mahzenlerindeki kalay da kullanılmıştır (BA, MD, nr. 5, s. 317; BA, MAD, nr. 2775, s. 709).

Diyarbekir’de bağcılığın da geliştiği, 1540’ta şehirdeki meyhânenin yıllık gelirinin 270.000 akçeye ulaşmasından anlaşılmaktadır. Bu tarihlerde meyhâne şarap imal edilen yerdir ve gayri müslim unsurlar tarafından işletilmektedir (BA, TD, nr. 200, s. 58). Ayrıca hayvancılık merkezi durumunda olan şehirdeki koyun pazarı mukataası 1566’da İbrâhim adlı bir Ermeni tarafından idare edilmekte ve buradan İstanbul’a Türkmen koyunları gönderilmekteydi. XVI. yüzyılın ikinci yarısında vilâyet hazinesinin çok zengin olduğu, 1560’ta Rumeli Beylerbeyi Mustafa Paşa’ya ödünç olarak 100.000 altın, 1565 yazında da Basra’ya “kul mevâcibi” için 30.000 sikke filori gönderilmesinin emredilmiş olmasından anlaşılmaktadır (BA, MAD, nr. 2775, s. 25 ve 1430; MD, nr. 3, s. 263).

1613’te buraya gelen Polonyalı Simeon indiği Hasan Paşa Hanı’nı üç katlı,


kâgir, 500 beygiri barındırabilecek iki ahırlı, şadırvanlı, pek çok odalı bir yapı olarak tarif eder. Bunun yanında Kuyumcular Hanı olduğunu, şehirde iki Ermeni kilisesi bulunduğunu, aşçı, kebapçı, ekmekçi, bakkal, kasap gibi esnafın çoğunu, hancıların, darphâne ve gümrük hizmetlerinde çalışanların önemli bir kısmını Ermeniler’in oluşturduğunu, Şemsîler’in de Mardin kapısındaki ibadethânelerinde cumartesi günleri toplanarak eğlendiklerini yazar. Ayrıca bunların bir kısmının idarecilerin zoru ile kiliselere bağlandığını, bir kısmının da başka yerlere göç ettiğini belirtir. Nitekim Şemsîler’in Süryânî kilisesine bağlandıklarını XVIII. yüzyıl sonlarında İnciciyan da doğrular. Simeon Diyarbekir’in meyvelerini, özellikle kavununu metheder, bunların İstanbul’a saraya gönderildiğini söyler (Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi, s. 98-101).

Evliya Çelebi, 1655-1656’da Âmid’in kırk yedisi müslüman, yedisi Ermeni elli dört mahallesi olduğunu belirtir; şehrin bir kısım camilerinden, mescidlerinden, medrese ve hanlarından bahseder. XVII. yüzyılın ilk yarısında yaptırılan Nasuh Paşa Camii ve ona bitişik medreseden (Servisehî Hatun), Kara Mustafa Paşa Camii’nden söz etmez. Onun bahsettiği Hüsreviye Medresesi, Beylerbeyi Hüsrev Paşa’nın cami ile birlikte yaptırdığı, XVI. yüzyılda ünlü âlim ve tarihçi Muslihuddîn-i Lârî’nin de müderrislik yaptığı medresedir. Evliya Çelebi, Hasan Paşa Hanı’ndan başka Mardin kapısı dibindeki Bezirgân Hanı’ndan, içerisinde pek çok esnafı barındıran 1008 dükkânlı bir bedestenden de bahseder. Bu yapı, harap olduğu için 1900 tarihlerinde Diyarbekir Valisi Hâlid Bey tarafından tamir ettirilen, 800 dükkânlı ve “çarşû-yı kebîr” diye tavsif edilen bina olmalıdır. Bezirgân Hanı da Hüsrev Paşa’nın 1527-1528’de yaptırdığı binadır.

Şehirde Gülşenî ve Nakşibendî tarikatları yaygındır. Gülşenî tarikatının kurucusu İbrâhim’in babası Âmidli olup kendisi de bu şehir yakınlarında doğmuş, 1533’te vefat etmiştir. XVII. yüzyıl ortalarında Âmid’de 146 saray ve pek çok hamam bulunduğu da verilen bilgiler arasındadır. Diyarbekir’in tarım mahsulleri yanında kuyumculuğu, kılıç, bıçak, hançer işçiliği, kırmızı bezi, “gülşeftâlû” sahtiyanı da meşhurdu. Aynı tarihlerde Diyarbekir’e gelen Tavernier kırmızı marokenlerinden övgüyle söz eder.

1766’da Âmid’i ziyaret eden Carsten Niebuhr şehrin bir planını yapmıştır. Bu tarihte İçkale’deki Oğrun kapısı kapatılmış ve şehirde on altı minare sayılabilmiştir. Bunların çoğu yuvarlak, birkaçı dört köşelidir. Bundan da Osmanlı yapılarının çoğaldığı anlaşılabilir. Niebuhr, dokuz yıl kadar önce yani 1757’de şehirde büyük bir kıtlık olması yüzünden halkın ekserisinin başka yerlere göçtüğünden, şehirdeki evlerden 16.000’inin meskûn olduğundan, çoğunun da boş bulunduğundan bahseder. Caddeler taş kaplama ve temizdir. Şehirde Ermeniler, Ya‘kubîler, yahudiler (çok az) olmakla beraber bunlar nüfusun ancak dörtte birini teşkil ederler. Şehrin surlarının batısında mezarlıklar ve yazın içlerinde kar saklanan yığınlar vardır.

1816’da Diyarbekir’e gelen Buckingham şehrin nüfusunu 50.000 kişi olarak tahmin eder; bunun büyük bir çoğunluğunu asker, devlet memuru, tüccar ve sanatkâr olmak üzere Türkler’in oluşturduğunu, Ermeniler’in ikinci sırada bulunduğunu, Ermeniler’in yarısının (500 aile) Katolikliği kabul ettiğini yazar. Niebuhr zamanında da şehirde bir Katolik dinî cemaatin olduğu bilinmektedir. Niebuhr onların yanında kalmıştır. Buckingham Süryânîler’in 400 aile kadar olduğunu, yahudilerin Bağdat, Halep ve İstanbul’a göç ettiklerini ve onlardan ancak birkaç düzine ev kaldığını, az sayıda da Rum bulunduğunu belirttikten sonra şehirde yirmi beş cami, iki Ermeni, içerisinde iki İtalyan rahibin oturduğu bir Katolik, birer Süryânî ve Rum kilisesiyle bir küçük sinagogun mevcut olduğundan da bahseder. Şehirde ayrıca yirmi hamam, on beş kervansaray veya han bulunduğunu bildirerek bunlardan bazılarının isimlerini verir. Diyarbekir’in özellikle ipeklilerinden, pamuklu dokumalarından, deriden yapılmış eşyalarından söz eder ve dokuma tezgâhlarının Hasan Paşa Hanı’nda toplandığını belirtir (Buckingham, s. 213-215).

Şehir XVIII. yüzyılda salgın hastalıklar dolayısıyla oldukça sıkıntılı günler yaşadı. 1712’de, 1762’de ve yüzyılın sonunda üç büyük veba salgını oldu, pek çok kişi hayatını kaybetti; aynı salgın 1816 ve 1827’de tekrarlandı. 1843’teki kolera salgını ise uzun bir süre devam etmiş, bu sebeple vergilerin azaltılması istenmişti. Son büyük kolera salgını Ağustos 1879’da meydana gelmiştir. Bölgenin mâruz kaldığı tabii âfetler arasında kıtlık da vardır. 1805, 1810, 1817 ve 1845 yıllarında peşpeşe kısa aralıklarla kuraklık olması ve iyi ürün alınamaması köylerin boşalmasına sebep oldu. Şehirdeki esnaf da bu âfetlerden etkilendi, çevre şehirlere mal gönderilemez oldu (Yılmazçelik, s. 211-215). 1825-1843 arasında yollarda asayişsizlik hüküm sürmekte, kervanlar sık sık soyulmaktaydı. Şehirde ise zaman zaman aynı yüzyılda askerî gruplar ayaklanmışlar, bazı işyerlerinin tahribine sebep olmuşlardı.

Diyarbekir’de XVII-XIX. yüzyıllarda valilik yapan bazı paşalar çeşitli hayır eserleri bırakmışlardır. Nasuh Paşa (1606-1611), Silâhdar Murtaza Paşa (1631-1633), Kara Mustafa Paşa (1644 ve 1650), İsmâil Hakkı Paşa (1868-1875) birer cami, Köprülü Abdullah Paşa (1717-1720) bir dârülkurrâ, Sarı Abdurrahman Paşa (1763-1766) bir kütüphane yaptırmıştır. Süleyman Paşa da (1815-1816) şehir surlarını tamir ettirmiştir. Bu tamirde, o tarihlerde çevredeki asayişsizliklerden dolayı şehri koruma altına alma düşüncesinin rolü olmalıdır.

1900 yıllarında vali bulunan Hâlid Bey ise büyük çarşı dışında pek çok cami, mescid ve medreseyi yeniden yaptırmış, bazılarını da tamir ettirmiştir. Aynı tarihte Diyarbekir vilâyetinin ihracatının 242.800, ithalâtının 274.100 Osmanlı lirası olduğu, ihraç malları arasında koyun, keçi gibi kasaplık hayvanların, buğday, pirinç, yağ gibi yiyecek maddelerinin; ithal malları arasında da ipek, kalay, çivit, petrol, kahve, şeker, boya ve sabunun bulunduğu görülmektedir. Şehirden ipekli ve keten dokumaların ihracının çok azaldığı da tesbit edilebilmektedir. Bu durum ve boya ithali şehirdeki dokuma sanayiinin gerilediğini gösterir. Yabancı memleketlere Diyarbekir’den mazı, deri, yapağı, ipek kozası, kürk ihraç edilmektedir.

Diyarbekir Eyaleti ve İdarî Yapı. Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra Âmid merkez olmak üzere Diyarbekir beylerbeyiliği kurularak 4 Kasım 1515’te Bıyıklı Mehmed Paşa’ya verildi. Mayıs 1517’de Mardin Kalesi’nin de Osmanlılar’ın eline geçmesiyle Diyarbekir bölgesindeki Hısnıkeyfâ, Ergani, Ruha (Urfa), Siirt gibi bütün kaleler ve önemli merkezler aynı idare altında toplanmış bulunuyordu. 1518 yılında yapılan tahrire göre Diyarbekir beylerbeyiliğine bağlı on iki sancak vardı: Âmid, Mardin, Sincar, Berriyecik, Ruha, Siverek, Çermik, Ergani, Harput, Arapgir, Kiğı ve Çemişkezek (BA, TD, nr. 64). Kısa bir süre sonra Âmid ve Mardin birleştirilmiş, Berriyecik bir kaza olarak Mardin sancağına bağlanmış, Musul,


Deyrirahbe, Âne ve Hît sancakları da Diyarbekir beylerbeyiliğine dahil edilmiş, böylece on dört sancaklı bir beylerbeyilik haline gelmiştir. Bu beylerbeyilikte 1522 yıllarında 16 kale, 29 şehir (nefs), 2876 karye, 1039 mezraa, 17 ada ve 465 dolap (bedesten içindeki küçük dükkân) vardı. Bu son iki yerleşim mahalleri Deyrirahbe, Âne ve Hît sancaklarında bulunuyordu. Bunlar Fırat üzerinde veya kenarındaki küçük yerleşim birimleriydi. Aynı tarihte beylerbeyiliğe bağlı sancaklardaki devlet görevlileri, müstahfız, dizdar gibi askerlik hizmetindekiler, vakıf mensupları da dahil olmak üzere 101.691 hâne dolayında idi (BA, TD, nr. 998, s. 279). Bu sancaklar dışında bazı resmî belgelerde birer sancak olarak gösterilen, fakat yurtluk-ocaklık sistemiyle idare edilen Atak, Palu, Eğil, Çapakçur, Sasun, Tercil, Kulp, Bitlis, Cizre, Genç, Cüngüş, Hısnıkeyfâ gibi birimler de beylerbeyiliğe bağlıydı. Bağdat’ın fethinden sonra Âne ve Hît ile Musul sancaklarının Bağdat beylerbeyiliğine, Urfa’nın da bazan Diyarbekir’e, bazan da Rakka eyaletine bağlandığı ve onun merkez sancağını oluşturduğu görülmektedir. XVI. yüzyıl ortalarından sonra Bitlis de Van beylerbeyiliğine bağlanmıştır.

XVII. yüzyılın ortalarında ise Cizre (Cezîre-i İbn Ömer), Eğil, Genç, Palu ve Hazo birer hükümet olarak Diyarbekir beylerbeyiliğine bağlı gösterilmiştir. Hazo Harput değil Sasun’un bir başka adıdır (Birken, s. 189; Bruinessen-Boeschoten, s. 123-125).

1670-1671’de Diyarbekir valiliği yapan Silâhdar Ömer Paşa’nın adamlarının eyaletteki sancaklardan, bu arada Eğil, Palu gibi hükümet türü idareye sahip bulunan birimlerden cerîme ve öşür toplamaları, bir kısmından da “tahvil parası” almaları, bu tür idarî yapıya sahip olan mahallerin merkezî otorite ile bağlarını göstermesi bakımından çok ilgi çekicidir (Kunt, s. 20-21).

Evliya Çelebi’ye göre Diyarbekir beylerbeyiliği seferde cebelü*leriyle 30.000 asker çıkarmaktadır, bunun 2000’i Âmid sancağındandır.

Diyarbekir vilâyeti XIX. yüzyılda birçok değişikliğe uğradı; son olarak 1869’da Diyarbekir, Ma‘mûretülazîz (Elazığ), Siirt ve Mardin sancaklarından müteşekkildi. Evvelce birer sancak olarak Diyarbekir vilâyetine bağlı pek çok yer de kaza haline getirildi. Ergani, Palu ve Malatya’nın Ma‘mûretülazîz; Siverek, Lice, Silvan ve Re’sül‘ayn’ın Diyarbekir; Cizre ve Nusaybin’in Mardin sancaklarına bağlanması bu duruma iyi birer örnek teşkil eder.

İkinci Meşrutiyet döneminde Diyarbekir vilâyeti biri merkez, diğerleri Siverek, Mardin ve Ergani olmak üzere dört sancağa ayrıldı.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, TD, nr. 64, s. 216 vd.; nr. 200, s. 34-55, 58; nr. 998, s. 279; BA, MD, nr. 3, s. 263; nr. 5, s. 317, 380; BA, MAD, nr. 2775, s. 25, 196, 709, 1430; nr. 19.661, s. 3; Nâsır-ı Hüsrev, Sefernâme (trc. Abdülvehhap Tarzi), İstanbul 1967, s. 12-14; Matrakçı Nasuh, Sefer-i Irâkeyn, s. 238, 279, 280; tıpkı basım, vr. 102ª; Celâlzâde, Tabakātü’l-memâlik, vr. 276ª; Muhyî-yi Gülşenî, Menâkıb, bk. İndeks; Ayn Ali, Kavânîn-i Âl-i Osmân, s. 29-31; Le voyage de Monsieur d’Aramon (nşr. Ch. Scheffer), Paris 1887, s. 92-93; Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi 1608-1619 (trc. H. Andreasyan), İstanbul 1964, s. 98-101; M. von Oppenheim, Inschriften aus Syrien, Mesopotamien und Kleinasien, Leipzig 1909, s. 71-100; M. van Berchem – J. Strzygowski, Amida, Heidelberg 1910; F. Sarre – E. Herzfeld, Archäologische Reise im Euphrat und Tigris-Gebiet, Berlin 1911, II; S. Flury, Islamische Schriftbänder Amida-Diarbekr, Paris 1920; Gabriel, Voyages, s. 85-205; J. Sauvaget, “Recueil d’inscriptions arabes”, a.e., s. 310-338; Diyarbekir Salnâmesi 1286 ve 1318; Ali Emîrî, Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid, İstanbul 1327; a.mlf., Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyyesi, İstanbul 1337, s. 57-70; Barkan, Kanunlar, s. 130-148; Basri Konyar, Diyarbekir Yıllığı, Ankara 1936; C. Niebuhr, Reisebeschreibung nach Arabien (nşr. Dietmar Henze), Graz 1968, II, 400-405; E. Honigmann, Bizans Devleti’nin Doğu Sınırı (trc. Fikret Işıltan), İstanbul 1970, bk. İndeks; J. S. Buckingham, Travels in Mesopotamia, London 1971, s. 213-215; Metin Sözen, Diyarbakır’da Türk Mimarisi, İstanbul 1971; H. Petermann, Reisen im Orient 1852-1855, Amsterdam 1976, II, 28-30; Andreas Birken, Die Provinzen des Osmanischen Reiches, Wiesbaden 1976, s. 189; Ara Altun, Anadolu’da Artuklu Devri Türk Mimarisinin Gelişmesi, İstanbul 1978, tür.yer.; J. B. Tavernier, Les six voyages en Turquie et en Perse (nşr. S. Yerasimos), Paris 1981, II, 24-27; İ. Metin Kunt, Bir Osmanlı Valisinin Yıllık Gelir-Gideri, Diyarbekir 1670-71, İstanbul 1981; Suraiya Faroqhi, Towns and Townsmen of Ottoman Anatolia 1520-1650, Cambridge 1984, s. 52-53, 153, 164, 185, 223; M. Mehdi İlhan, “Diyarbakır Fatihi ve Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa”, Atatürk ve Diyarbakır, Diyarbakır 1981, s. 137-162; a.mlf., “1518 Tarihli Tapu Tahrir Defterine Göre Âmid Sancağından Timâr Dağılımı”, TED, XII (1981-82), s. 85-100; a.mlf., “Some Notes on the Settlements and Population of the Sancak of Amid according to the 1518 Ottoman Cadastral Survey”, TAD, XIV (1983), s. 415-436; a.mlf., “Bıyıklı Mehmed Paşa’nın Doğu Anadolu’daki Askerî Faaliyetleri”, TTK Bildiriler, IX (1988), s. 807-817; a.mlf., “Onaltıncı Yüzyıl Başlarında Amid Sancağı Yer ve Şahıs Adları Hakkında Bazı Notlar”, TTK Belleten, LIV/209 (1990), s. 213-222; a.mlf., “Studies in the Medieval History of Diyarbekr Province: Some Notes on the Sources and Literature”, a.e., LIII/206 (1989), s. 199-240; G. Väth, Die Geschichte der artuqidischen Fürstentümer in Syrien und der Ğazīra’l-Furātīya (496-812/1102-1409), Berlin 1987; Martin van Bruinessen – Hendrik Boeschoten, Evliya Çelebi in Diyarbekir (nşr. Klaus Kreiser), Leiden 1988; Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş I: Anadolu’nun İdarî Taksimatı, Ankara 1988, s. 102-103, 117, 198, 255; T. A. Sinclair, Eastern Turkey: an Architectural and Archaeological Survey, London 1989, III, 161-195; İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbekir (doktora tezi, 1991), Fırat Üniversitesi; Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara 1991, bk. İndeks; a.mlf., “Onaltıncı Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbekir”, BTTD, sy. 7 (1968), s. 76-80; a.mlf., “İmâd es-Serâvî ve Eseri”, TD, sy. 20 (1965), s. 73-86; a.mlf., “Diyarbekir Beylerbeyiliği’nin İlk İdarî Taksimatı”, a.e., sy. 23 (1969), s. 23-34; a.mlf., “XVI. Yüzyılda Güney-doğu Anadolu’nun Ekonomik Durumu”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri (nşr. Osman Okyar – Ünal Nalbantoğlu), Ankara 1975, s. 71-102; a.mlf., “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında”, Prof.Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 269-277; Ramazan Şeşen, “İmâd al-din al-Kâtib al-İsfahânî’nin Eserlerindeki Anadolu Tarihiyle İlgili Bahisler”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, III, Ankara 1971, s. 249-369; Ali Sevim, “Diyarbekir Bölgesinin Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na Katılması”, Atatürk Konferansları V: 1971-1972, Ankara 1975, s. 299-307; Halil İnalcık, “Osmanlı Pamuklu Pazarı, Hindistan ve İngiltere-Pazar Rekabetinde Emek Maliyetinin Rolü”, Gelişme Dergisi, II, Ankara 1981 (özel sayı), s. 1-65; Mehmet Ali Ünal, “XVI ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyaletine Tabi Sancakların İdarî Statüleri”, Ziya Gökalp Dergisi, sy. 44 (1986), s. 31-40; Jean-Louis Bacqué-Grammont, “Un rapport de Fîl YaǾkûb Paşa, Beylerbey du Diyâr Bekir, en 1532”, WZKM, LXXVI (1986), s. 35-41; a.mlf., “Cinq lettres de Husrev Paşa, Beylerbey du Diyâr Bekir (1522-1532)”, JA, CCLXXIX (1991), s. 239-265; a.mlf., “Quinze lettres d’Uzun Süleymân Paşa, Beylerbey du Diyâr Bekir (1533-1534)”, Anatolia Moderna, I, Paris 1991, s. 137-186; Yılmaz Kurt, “XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Diyarbekir Eyâletinde Sanayi ve Ticaret”, TİD, V (1990), s. 191-200; Mükrimin H. Yınanç, “Diyarbekir”, İA, III, 605-626; M. Canard – Cl. Cahen, “Diyār bakr”, EI² (İng.), II, 343-345; D. Sellwood, “Amida”, EIr., I, 938.

Nejat Göyünç




Bugünkü Diyarbakır. Dicle vadisinin sağ tarafında bulunan Diyarbakır şehrinin kurulduğu düzlükle Dicle nehri arasındaki zemin, doğu ve güneydoğuda kayalık ve dik bir kenar meydana getirmektedir. Kurulmuş olduğu yerde topografyanın gösterdiği bu elverişli şartlar şehrin etrafını kuşatan surların biçimini de tayin etmiştir. Şehrin her tarafı tarihî surlarla çevrilmiş olduğu halde lav


akıntılarının sona erdiği bazı kesimler yüksek yarlar halinde bulunduğundan (Fis kayası adı verilen yerde olduğu gibi) buralarda sur yapmaya gerek görülmemiştir. Kabaca dikdörtgen biçimindeki Diyarbakır surları, Anadolu’daki benzeri yapıların en büyüğü ve en sağlam şekilde ayakta kalmış olanıdır. Bu surların kuşattığı alanın doğu-batı doğrultusundaki uzunluğu 1700 m., kuzey-güney doğrultusundaki genişliği ise 1300 metredir. Duvarlarının kalınlığı yer yer 3-5 metreyi bulan surların toplam uzunluğu 5 kilometredir. Surların üzerinde yerden 8-12 m. yükseklikte bulunan ve “devriye yolu” adı verilen bir yol bütün şehri çevreler. Bu yolu dışarıya doğru 70 cm. kalınlığındaki bir mazgal duvarı korumaktadır. Surların üzerinde çeşitli şekillerde (yuvarlak, dört köşe, bazıları çok köşeli) yetmiş sekiz burç sıralanır. Surun güneybatıdaki dönemeç yerine de üç takviye burcu eklenmiştir (Ulu Beden, Yedi Kardeş, Kiçi Burcu).

Bu surlar, sur içi ve sur dışı olmak üzere günümüz Diyarbakır şehrini birbirinden ayırır. Sur içindeki kesim, daha çok tarihî eserler ve dar sokaklar boyunca sıralanmış kendine özgü Diyarbakır evleriyle dikkati çeker. Surlar içindeki kesimin kuzeydoğu köşesinde İçkale bulunur. Bu köşe şehirden yarım daire şeklinde bir duvarla ayrılmıştır. İçkale’nin içinde de Virantepe denilen yerde surlarla çevrili bir kesim daha bulunmaktadır. İçkale’de, Dicle tarafına doğru açılan küçük bir gizli kapı ile (Oğrun kapı) kuzeyde gene dışa açılan Fetih kapısı, şehre doğru açılan Saray ve Küpeli adlı kapılar vardır. İçkale içindeki önemli tarihî eserler, Hz. Süleyman veya Nâsıriyye Camii adlarıyla da bilinen Kale Camii (1160), Artukoğulları dönemine ait saray kalıntıları (1203), Osmanlı döneminden kalan ve XIX. yüzyıla ait olan bazı resmî yapılarla eski bir kilisedir.

Eski Diyarbakır’ın asıl yerleşme ve ticaret alanı sur içinin İçkale dışında kalan kesimleridir. Burada kuzeydeki Dağ Kapı’dan (Harput Kapısı) güneydeki Mardin Kapısı’na kadar doğru bir çizgi şeklinde uzanan cadde (Gazi caddesi) eski Diyarbakır’ın can damarıdır. Şehrin başlıca ticaret yerleri bu cadde ile bu caddeyi kesen ve batıdaki Urfa kapısı ile doğudaki Dicle kapısı arasında uzanan cadde (batı kesimindeki adı Melek Ahmed Paşa caddesi, doğu kesimindeki adı Balıkçılarbaşı caddesi) üzerindedir. Bu yollara açılan ikinci derecedeki eksenler üzerinde de ticaret yerleri sıralanır. Kuzey-güney doğrultusundaki Gazi caddesinin Dağ Kapı yakınında batıdan gelen Ali Emîrî caddesiyle kesiştiği yerde oluşan Dörtyol çevresi şehrin modern çarşısının çekirdeğini teşkil eder. Dörtyol mevkii, hem şehrin çeşitli semtlerine giden yolların çıkış noktası olması, hem de ticaretle uğraşanların başlıca toplanma yeri durumunda bulunması sebebiyle şehrin en canlı kesimini oluşturur. Ana ticaret ekseninin hemen hemen ortasına rastlayan ikinci Dörtyol mevkii (Balıkçılarbaşı Dörtyol) eski çarşı geleneğinin sürdürüldüğü yerdir. Bu çevrede Yemeniciler çarşısı, Demirciler çarşısı, Ayakkabıcılar çarşısı, Buğday pazarı ve eski ev eşyalarının satıldığı Sipahi pazarı gibi belli meslek gruplarının bir araya gelerek oluşturduğu ayrı ayrı çarşılar yer alır.

Sur içinde iş merkezinden mahallelere geçilince sokakların çok daraldığı göze çarpar. Evlerin bitişik düzende sıralandığı bu sokakların bazıları ancak yüklü bir hayvanın geçebileceği kadar dar tutulmuştur. Gölge kesafetinin çok fazla olduğu bu dar sokaklarda Diyarbakır’ın aşırı yaz sıcaklarının etkisi azalmış olur (en sıcak ay ortalaması 31°, şimdiye kadar rastlanan en yüksek sıcaklık 21.7.1937 tarihinde 46°.2). Esasen eski Diyarbakır’da sadece sokaklarda değil bu sokaklara açılan evlerin inşa tarzında da hep iklim ve coğrafya şartları düşünülerek hareket edilmiştir. Diyarbakır evlerinde, şehrin yaz sıcakları ile kış soğuklarının evin içinde mümkün olduğu kadar az hissedilmesi için özel düzenlemeler yapılmış ve bu evlerin iç avlusuna birer havuz eklenmiştir. Günümüzde pek azı orijinal şekliyle ayakta kalan bu evlerden Cahit Sıtkı Tarancı’nın evi ile Ziya Gökalp’in evi restore edilerek müze haline getirilmiştir. Aynı şekilde Mustafa Kemal Paşa’nın 1916-1917 yıllarında 16. Kolordu kumandanı sıfatıyla görev yaparken bir süre kaldığı ev de Atatürk Müzesi olarak düzenlenmiştir. Diyarbakır şehrinde mevcut çok sayıda tarihî eser de sur içindeki kesimde bulunur. İçkale dışında kalan kesimde bulunan birçok cami arasında en büyüğü ve en ünlüsü Ulucami’dir. İslâm fethinin ardından eski bir kilise yerinde inşa edilen bu cami Selçuklu döneminde Sultan Melikşah’ın emriyle 1091 yılında onarılmıştır. Çok geniş bir alan kaplayan bu camiden başka Ömer Şeddad Camii (halk arasında Hz. Ömer Camii denir, inşa tarihi 1150-1151), Nebî Camii (Peygamber Camii, 1530), Safâ Camii (İparla Camii, XV. yüzyıl), Hoca Ahmed (Ayni Minare Camii, 1499), Şeyh Mutahhar (halk arasında Şeyh Matar, 1500), Lala Bey (XV. yüzyıl), Şeyh Yûsuf (XVI. yüzyıl), Fâtih Paşa (1516-1520), Hüsrev Paşa (1521-1528), Ali Paşa (1534-1537), İskender Paşa (1551), Behram Paşa (1564-1572), Melek Ahmed Paşa (1587-1591), Defterdar (1594), Nasuh Paşa (1606-1611), Kürt İsmâil Paşa (1868-1875) camileri şehrin önemli camileridir. Ayrıca çok sayıda mescid (1056 tarihli Mervânî Mescidi, XVI. yüzyıla ait Cağaloğlu Mescidi,


Salos Mescidi, Kavvâs-ı Kebîr ve Kavvâs-ı Sagır mescidleriyle XVII. yüzyıla ait Dabanoğlu Mescidi) şehrin sur içindeki mahallelerine dağılmış vaziyettedir. Akkoyunlu dönemine ait İbrâhim Bey Mescidi, Tâceddin Mescidi, Hacı Büzürg Mescidi bunlar arasında en tanınmış olanlarıdır.

Eski bir kültür merkezi olan Diyarbakır’da medrese mimarisinin de güzel örneklerine rastlamak mümkündür. Bunlardan bazıları günümüze ulaşmamış olsa da Zinciriye Medresesi (1198), Mesûdiye Medresesi (1194), Ali Paşa Medresesi (1537), Muslihüddîn-i Lârî Medresesi (XVI. yüzyıl) ayakta kalan eserlerdendir. Sur içinde bulunan tarihî eserler bu sayılanlarla sınırlı değildir. Bunlara çok sayıda türbe ve han da ilâve edilebilir. Türbelerden Sultan Şücâ (1208-1209), Şeyh Yûsuf el-Hemedânî (XV. yüzyıl), Şeyh Abdülcelîl (XVI. yüzyıl), Lala Bey (XVI. yüzyıl), yapım tarihleri belli olmayan Sarı Saltuk ve Zincirkıran türbeleri, halk arasında Karadeniz türbesi olarak tanınan Mîr Seyyaf Türbesi (yapım tarihi belli değil), Fâtih Paşa (1522), İskender Paşa (1565’ten önce) ve Özdemiroğlu Osman Paşa (1585) türbeleri en tanınmış olanlarıdır. Hanlar arasında, Mardin Kapısı’ndan şehre girilince ana cadde üzerinde bulunan Deliller Hanı ile (Hüsrev Paşa Hanı da denir, 1527-1528) bunun biraz kuzeyinde aynı cadde üzerinde bulunan Hasan Paşa Hanı (1574-1575), bunun biraz güneyinde sokak içindeki Çifte Han (XVI. yüzyıl) ve Ulucami yakınında bulunan Yenihan (1788-1789) en iyi şekilde korunarak günümüze ulaşmış olanlardandır. Bunlardan Deliller Hanı restore edilerek 1990 yılında turistik bir otel haline getirildi.

Sur içine sıkışıp kalan Diyarbakır’ın sur dışına çıkarak genişlemesi projesi, ilk defa XIX. yüzyılın ikinci yarısında burada valilik yapan Hatunoğlu Kürt İsmâil Paşa tarafından düşünüldü ve sur dışında vilâyet konağı, hastahane, kışla gibi bazı binalar yaptırıldıysa da şehir halkı alıştığı sur içinde kalmayı tercih etti. Diyarbakır’ın sur dışında tam anlamıyla genişlemesi Cumhuriyet döneminde mümkün olmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında 1925’teki Şeyh Said isyanının ilk hedeflerinden biri olan Diyarbakır şehri 7 Mart 1925 tarihinde kuşatılmış, fakat isyancıların surlardan içeriye girmesi mümkün olmadan şehir bu tehlikeyi birkaç saat süren kuşatma ile atlatabilmiştir. Diyarbakır halkının henüz surlar içinde yaşadığı bu dönemde yapılan ilk sayımda (1927) nüfusun 31.511 olduğu tesbit edildi. 1928 yılında kurulan ve çalışma alanı Ağrı, Diyarbakır, Elazığ, Urfa, Bitlis, Van, Hakkâri ve Mardin illerini içine alan Birinci Genel Müfettişlik’in merkezi Diyarbakır oldu. Kendisine geniş bir alanın bir anlamda idare merkezi rolünü veren bu olayın ardından 23 Kasım 1935’te demiryolunun buraya ulaşmasından sonra Diyarbakır geniş bir alanın ticaret merkezi olma rolünü üstlendi.

Şehrin ve bu şehrin merkez olduğu ilin adı 1937 yılına kadar Diyarbekir iken bu tarihte Atatürk’ün direktifiyle Diyarbakır olarak değiştirildi.

1935 sayımında nüfusu 34.642’ye ulaşan şehrin sur dışındaki gelişmesi ise demiryolunun Diyarbakır’a ulaşmasından sonra başlamıştır. Genel Müfettişlik ve bazı devlet dairelerinin sur dışına çıkmasıyla bu yoldaki yayılma hareketi başladı, fakat bu yayılma 1950 hatta 1955 yılına kadar çok zayıf kaldı. 1950 yılına kadar Bağlar semtindeki yazlık evlerden başka Yenişehir semtinde bazı resmî binalar, lise, birkaç öğretmen evi ve yirmi civarında memur evi yapılmıştı. 1940’ta 42.555 olan nüfus 1945’te biraz gerilemiş (41.087), 1950’de 45.053’e, 1955’te de 61.224’e yükselmiştir. Fakat bu nüfusun büyük bir kısmı hâlâ sur içinde oturuyordu. 1955’lerden başlayarak sur dışındaki Yenişehir kesimi hızla gelişmeye, çok katlı blok apartmanlarla dolmaya başladı. Şehrin sur dışındaki gelişmesi batıdaki İstasyon, kuzeybatıdaki Bağlar ve kuzeydeki Ofis semtine doğru olmuştur. Bu gelişmeler sırasında sur içindeki ticaret merkezine ek olarak Yenişehir kesiminde de yeni ticaret merkezleri doğdu (Elazığ caddesi gibi). Alan üzerindeki gelişmeye paralel olarak şehrin nüfusu da hızla artarak ilk defa 1965 yılında 100.000’i geçti (102.653) ve 1970’te 150.000’e çok yaklaştı (149.566). 1970’teki nüfusun % 60’ı sur dışında, % 40’ı sur içinde yaşıyordu.

Sanayi faaliyetlerinin gelişmesi (Tekel içki fabrikası, halı ve yünlü fabrikası, un, çeltik, buz, tuğla, kiremit, bisküvi fabrikaları...), şehrin Dicle Üniversitesi (Kuruluşu 1973) adlı bir kültür kurumuna kavuşması ve Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin de merkezi olması Diyarbakır’ın daha da hızlı büyümesine yol açmış, nüfusu 1985’te 305.940, 1990’da 381.144 olmuştur. Otuz mahalleye (on beş mahalle sur içinde, on beş mahalle sur dışında) yayılmış olan bu nüfusun % 74’ü sur dışındaki Yenişehir’de, % 26’sı sur içindeki eski Diyarbakır’da yaşıyordu.

Sur içinin tarihî eserler bakımından zenginliğine karşılık sur dışındaki kesim bu yönden hayli fakirdir. Buradaki önemli eserler arasında, Dicle üzerindeki on


gözlü köprü ile (1064-1065) bu köprüye bakan Gazi Köşkü sayılabilir. Diyarbakır şehrinin idarî merkez, kültür, ticaret ve sanayi merkezi olma özellikleri yanında sahip olduğu tarihî eserlerin bolluğu sebebiyle turistik merkez olma özelliği de son yıllarda çok belirginleşmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait 1992 yılı istatistiklerine göre Diyarbakır’da il ve ilçe merkezlerinde 200, kasaba ve köylerde 1119 olmak üzere toplam 1319 cami bulunmaktadır. İl merkezindeki cami sayısı ise 99’dur.

Diyarbakır şehrinin merkez olduğu Diyarbakır ili Malatya, Elazığ, Bingöl, Muş, Batman, Mardin, Şanlıurfa ve Adıyaman illeriyle çevrilmiştir. Merkez ilçeden başka Bismil, Çermik, Çınar, Çüngüş, Dicle, Eğil, Ergani, Hani, Hazro, Kocaköy, Kulp, Lice ve Silvan adlı on üç ilçeye ayrılmıştır. 15.355 km² genişliğindeki Diyarbakır ili sınırları içinde 1990 sayımının sonuçlarına göre 1.094.996 kişi yaşıyordu. Nüfus yoğunluğu ise 71 idi.

BİBLİYOGRAFYA:

Ahmet Necdet Sözer, Diyarbakır Havzası, Ankara 1969; Metin Sözen, Diyarbakır’da Türk Mimarisi, İstanbul 1971; Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi (1918-1938), Ankara 1983, s. 432; Ortalama, Ekstrem Sıcaklık ve Yağış Değerleri Bülteni, Ankara 1984, s. 220; 1990 Genel Nufus Sayımı (nşr. DİE), Ankara 1991; Emrullah Güney, Diyarbakır ve Yöresinde Doğa-Kültür Turizmi, Diyarbakır 1991; Şevket Beysanoğlu, Kültürümüzde Diyarbakır, Ankara 1992; Hasan Reşit Tankut, “Diyarbakır Adı Üzerine Çalışmalar”, Türk Dili-Belleten, sy. 29-30, İstanbul 1938, s. 69-112; Ahmet Ardel, “Güneydoğu Anadolu’da Coğrafi Müşahedeler”, Türk Coğrafya Dergisi, sy. 21, İstanbul 1961, s. 140-148; Besim Darkot, “Diyarbekir”, İA, III, 601-605.

Metin Tuncel