DAYI

XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti idaresi altına giren Tunus, Trablusgarp ve Cezayir eyaletlerinde yönetimi ele geçiren kimselere verilen unvan.

Daha çok denizcilikle uğraşan Kuzey Afrika eyaletleri halkından Akdeniz’de korsanlık yaparak meşhur olmuş denizcilere de dayı unvanı verilirdi. Bunlar Akdeniz siyaseti ve ticaretinde önemli rol oynamışlardır. Garp ocakları adı verilen bu eyaletlerin yönetimi diğer eyaletlerden farklı idi. Buralara da merkezden beylerbeyiler tayin edildiği halde idarî işler daha çok divan adı verilen eyalet meclislerine bırakılmıştı. Meclislerin kendi üyeleri arasından seçtikleri başkana ise dayı adı verilirdi. Bu eyaletlerin güvenliğini sağlamak üzere görevlendirilen yeniçeri ağası ve bütün subaylarla denizcilerin reisleri divan üyesi idiler. XVII. yüzyıl başlarından itibaren sayıları giderek artan yeniçeriler çeşitli bahanelerle isyan çıkarmaya, cinayet işlemeye ve halka zulmetmeye başladılar. Bu arada Anadolu’nun ve Ege adaları halkının kabadayıları da bu ocaklara katılıyorlardı. Bazan da bu ocaklardan özel olarak gönderilen adamlar Batı Anadolu sahillerinde dolaşarak “solumadan can vermek, terlemeden para kazanmak” isteyenleri bayrakları altına girmeye çağırırlardı. Böylece zamanla yeniçeriler arasında da dayı adı verilen nüfuz sahipleri türedi.

Eyalet divanında üye olan yeniçeri subaylarıyla askerler arasındaki mücadele, sonunda Tunus’ta ihtilâl çıkmasına sebep oldu. Yeniçeri askerleri 20 Ekim 1591 günü toplantı halinde bulunan divanı basarak seksen kadar bölükbaşıyı öldürdüler. Baskından sonra çeşitli gruplara ayrılan yeniçeriler grubun başkanı seçtikleri kimseye de dayı dediler. Dayıların en nüfuzlusu ve taraftarı çok olanı memleketin yönetimine hâkim oldu. Böylece Tunus’ta merkezden gönderilen valilerin gölgede kaldığı “dayılar devri” başlamış oldu. Osmanlı Devleti de çeşitli iç ve dış meselelerle uğraştığından bu oldubittiyi kabullenmek zorunda kaldı. Hatta çok defa merkezden vali gönderilmeyerek dayı seçilen kimseye beylerbeyilik pâyesi verilmeye başlandı. Ancak bu da fazla uzun sürmedi; “emîrü’l-evtân” (vatan beyi) denilen sancak beyleri Tunus beylerbeyiliğini de kendilerine tevcih ettirerek “paşa-bey” unvanını almaya başladılar. Uzun süren beylerbeyi, dayı ve vatan beyleri mücadelesinden sonra Tunus vatan beylerinin hâkimiyetine girdi. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de dayılık ikinci dereceye düştü. Nihayet vatan beyi Hüseyin Bey 1705’te bu unvanı tamamen kaldırıp kendisine merkezden beylerbeyilik tevcih ettirdi. Böylece Tunus’ta dayılık devri kapanarak Hüseyin Bey soyundan gelen “beyler devri” başlamış oldu (bk. BEY). Tunus’ta dayı zamanla, güvenlik işlerinden sorumlu yüksek dereceli bir memurun unvanı durumuna geldi. 1860’ta Dayı Köşk Mehmed’in ölümünden sonra zaptiye reisi tayin edilerek bu uygulamaya da son verildi.

1603’ten itibaren Trablusgarp eyaletinde de yeniçerilerin baskıları sonunda dayılar hâkimiyeti başladı. Fakat 1711’de Karamanlı sülâlesinden gelen beyler yönetimi ele geçirdiler. 1835’te II. Mahmud bu ailenin hâkimiyetine son vererek eyaleti doğrudan doğruya merkeze bağladı ve Trablusgarp 1912’de İtalyanlar’ın eline geçinceye kadar Osmanlı hâkimiyetinde kaldı.

Devlet merkezine uzak olduğu için en itaatsiz eyalet olarak tanınan Cezayir’de dayılık bir ihtilâl sonucu ortaya çıktı. Başlangıçta merkezden gönderilen beylerbeyiler tarafından yönetilen bu eyalette de Yeniçeri Ocağı ve ona asker veren kuloğlu denilen askerî sınıflarla denizciler sınıfı hâkim tabakayı oluşturuyordu. Eyalet biri beylerbeyine, diğeri yeniçeri ağasına ait olan ağa divanları tarafından yönetiliyordu. Bu divanlara tanınan geniş yetkiler dolayısıyla 1618’den itibaren Yeniçeri Ocağı’nın hâkimiyeti arttı, buna karşılık valilerin nüfuzu azaldı. Ağaların keyfî idaresinden ve baskılarından sıkılan denizciler sınıfı, 1671’de reislerden birini dayı adıyla ve kaydıhayat


şartıyla ağaların yerine geçirdiler. Denizciler yeniçerilerden daha üstün oldukları için ilk dört dayı reisler arasından ve onlar tarafından seçildi. Yeniçeri divanı ise şeklen korunuyor ve toplantılarını yapıyordu. Fakat korsanların çeşitli devletlere saldırması ve bu devletlerin de Cezayir’i ablukaya almaları denizcilerin kuvvetini azalttı. Buna karşılık yeniçeriler yavaş yavaş eski güçlerini kazanmaya başladılar. Bunun sonucu olarak 1689’dan itibaren dayılar yeniçeri subayları tarafından seçilmeye başlandı. Alınan karara göre dayı umumi meclis tarafından seçilecekti. Fakat uygulama genellikle böyle olmuyordu. Dayı ölmeden veya istifa etmeden önce kimin dayı olacağı kararlaştırılmadığı zamanlarda kanlı olaylar çıkıyordu. Bu mücadelede kimin galip geldiği anlaşılıp yeşil bayrak çekilinceye kadar karışıklıklar sürüyordu. Dayının taraftarlarının el öpmesiyle seçim tamamlanır, her tarafa muhafızlar gönderilerek asayiş sağlanırdı.

Dayılık Tunus’ta ve Trablusgarp’ta kapandığı halde Cezayir’de Fransız işgaline kadar (1830) devam etti. 1671-1830 yılları arasında Cezayir’de iş başına gelen otuz dayının on altısı öldürülmüştür. Dayılık için hiçbir ehliyet ve menşe şartı aranmazdı. En âciz ve cahil yeniçeriler bile bu makama göz dikebilirdi. Fakat uygulamada askerlikten gelen dayıların seçilmeden önce ağalık veya “hüccetü’l-hayl” görevlerinde bulunmaları gerekirdi. Dayılar paşa divanına benzer bir meclisle istişare etmek zorundaydılar. İktidarları bu divanın kontrolü ile görünüşte sınırlanmış olmakla beraber gerçekte dayının mutlak hâkimiyeti vardı. Divan üyelerini ve nâzırları dayı tayin eder, adaleti o yerine getirir ve yabancı devletlerle müzakerelere girerdi. Dayılar aldıkları yeniçeri maaşından başka beylerden ve memurlardan tevcih hakkı ile korsanların ele geçirdikleri ganimetlerden pay alırlar, göreve başlayan konsoloslardan ve barış antlaşmalarının imzalanması ve yenilenmesi halinde yabancı devlet başkanlarından da hediyeler kabul ederlerdi. Ayrıca yahudi tüccarlarla ortaklık kurarak para da kazanırlardı. Devlet hazinesinden ayrı olarak özel hazineleri vardı. Fakat özel hayatları gayet sıkı bir disiplin altında idi. Dayı seçilen kimse ailesinden ayrılmak ve Cenîne Sarayı’nda solakların ve çavuşların gözü önünde yaşamak zorundaydı. Saraya kadının girmesi yasaktı. Dayı perşembe günü öğleden sonra evine gider, o gece ailesiyle kalır ve cuma günü muhafızlar tarafından evinden alınarak cuma namazına, oradan da saraya götürülürdü. Dayı öldürüldüğü zaman malı müsadere edilir, aile fertleri canlarını kurtarabilirlerse kendilerini bahtiyar sayarlardı.

Cezayir eyaletinin gelirleri yeniçerilerin tahsisatını karşılamıyordu. Bu yüzden dayılar yahudilerden borç almaya başladılar. Yahudiler dayıların önce bankerleri, sonra siyasî aracıları ve müşavirleri durumuna geldi. Batılı devletler konsoloslarına tâlimatlar vererek bu nüfuzlu yahudilerle anlaşmalarını istediler. Yahudiler kısa zamanda Avrupa ile Cezayir arasında aracılık edecek, menfaatleri doğrultusunda anlaşma yaptıracak ve savaş çıkaracak hale geldiler. Yahudi nüfuzu XVIII. yüzyılda daha da arttı. Cezayir Ocağı’nın çöküşü de buna paralel olarak hızlandı. Nihayet son dayı Cezayirli Hüseyin Paşa’nın bir alacak yüzünden Fransız konsolosunu tokatlaması Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesine sebep oldu (1830).

BİBLİYOGRAFYA:

el-Hulelü’s-sündüsiyye, Tunus Ahmediyye Ktp., nr. 4968, II, vr. 4ª, 10b, 15b; Hammûde b. Abdülazîz, el-Kitâbü’l-Bâşî, Tunus Ahmediyye Ktp., nr. 6553, I, vr. 4ª-b; Muhammed Sagır b. Yûsuf, el-Meşreu’l-melekî fî saltanati evlâdi Âli’t-Türkî, Tunus Ahmediyye Ktp., nr. 6557, vr. 6b-81b; Hüseyin Hoca, Beşâiru ehli’l-îmân bi-fütûhâti Âli Osmân, Tunus 1326/1908, s. 3-6; İbn Ebû Dînâr, el-Münis fî ahbârı İfrîkıyye ve Tûnis, Tunus 1350/1932, s. 174-197; Aziz Samih, Şimâli Afrika’da Türkler, İstanbul 1937, II, 1-31, 46-115, 136-150, 221-229; İbn Ebü’d-Diyâf, İthâfü ehli’z-zamân bi-ahbâri mülûki Tûnis ve ahdi’l-emân, Tunus 1963-66, II, 27-106; V, 42; Mehmet Maksudoğlu, Tunus’ta Osmanlı Hakimiyeti (doktora tezi, 1966), AÜ İlâhiyat Fakültesi Ktp., tür.yer.; a.mlf., “Tunus’ta Hakimiyetin Dayılardan Beylere Geçişi”, AÜİFD, XV (1967), s. 173-186; Sertoğlu, Tarih Lügatı, s. 65-66, 80, 343, 346-347; Pakalın, I, 407-408, 646-649.

Mehmet Maksudoğlu