DÂRÜSSÜNNE

(دار السنة)

Medine için kullanılan isimlerden biri.

Ashâb-ı kirâm ve daha sonraki nesiller Medîne-i Münevvere’ye duydukları sevgiyi ifade etmek üzere âyet ve hadislerden aldıkları bazı kelime ve terkipleri Medine’ye ad olarak vermişlerdir. Semhûdî bu isimlerden doksan dördünü saymaktadır (Vefâǿü’l-vefâǿ, I, 3-19). Bunların içinde “dâr” kelimesiyle yapılan terkipler epeyce fazladır. Kur’ân-ı Kerîm’de sadece “ed-dâr” kelimesiyle Medine’nin kastedildiği görülmektedir (el-Haşr 59/9). Hadislerde ise Dârülhicre, Dârüsselâme, Dârülîmân isimleri geçmektedir (Buhârî, “Menâkıbü’l-ensâr”, 46, “İǾtisâm”, 16; Münâvî, VI, 264). Bunlardan başka Dârülebrâr, Dârülahyâr, Dârüsselâm, Dârülfeth gibi isimleri de vardır.

Hz. Peygamber’in Mekke’den hicret ederek Medine’ye yerleşmesinden sonra, İslâm’ın esasını teşkil eden hükümlerin büyük çoğunluğunun bu şehirde ortaya konduğunu ve bütün dünyaya buradan yayılmaya başladığını belirtmesi sebebiyle diğer isimler arasında Dârüssünne (sünnet yurdu) ismi daha çok benimsenmiştir. İslâmiyet’in Mekke dönemi dinin öğrenilmesinden çok imanın korunması için verilen mücadele yıllarıdır. Bu devirde dinî hükümleri belirleyen âyetlerin sayısı pek az olduğu için onları açıklayan sünnet de fazla değildir. Din esaslarının bizzat Hz. Peygamber’in tatbikatıyla öğrenilmesi Medine devrinde gerçekleştiği ve başta Hulefâ-yi Râşidîn olmak üzere ileri gelen sahâbe burada yaşadığı için Resûlullah’ın sünnetini yakından görüp öğrenmek isteyen müslümanlar Medine’ye yönelmişlerdir.

Dârüssünne tabirinin ilk defa Abdurrahman b. Avf tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır. Hz. Ömer son haccı sırasında hilâfetiyle ilgili olarak bazılarının ileri geri konuştuğunu duyunca hemen o akşam bir toplantı yapmak istemiştir. Mina’da karşılaştığı Abdurrahman b. Avf ise böyle hassas bir konuyu sıradan kimselerin katılacağı bir mecliste konuşmanın doğru olmayacağını söyleyerek meseleyi görüş ve anlayış sahibi kimselerin bulunduğu “dârü’l-hicre ve’s-sünne” olan Medine’ye bırakmasını teklif etmiş, o da bu tavsiyeyi benimsemiştir (Buhârî, “Menâkıbü’l-ensâr”, 46).


Hicret yurdu ve sünnet ocağı olması sebebiyle Medine’nin sağlam görüşlü şahsiyetleri barındırdığı kanaatine Abdullah b. Ömer’de de rastlanmaktadır. Abdullah b. Zübeyr ile Abdülmelik b. Mervân kendisini istişare için yanlarına çağırdıkları zaman İbn Ömer onlara, “Gerçekten müşavere etmeyi düşünüyorsanız dârü’l-hicre ve’s-sünneye gelmenizi tavsiye ederim” diye haber göndermiştir. Medineliler’in din ilimlerindeki üstün yerini belirtmek isteyen İmam Şâfiî onların bilmediği bir hadisi zayıf saymak gerektiğini söylemiştir.

Bizzat Hz. Peygamber’in Medine’nin önemini belirtirken körüğün demirin kirini yok ettiği gibi Medine’nin de kötü kimseleri dışarı atacağını, müminlerin Medine’de toplanacağını, orayı meleklerin koruması sebebiyle veba hastalığı ile deccâlin bu beldeye giremeyeceğini, evi ile minberi arasındaki yerin cennet bahçelerinden bir bahçe olduğunu söylemesi (Buhârî, “Fezâǿilü’l-Medîne”, 2, 6, 9, 12), bunlara ilâve olarak Medine’de vefat edip yine oraya gömülmesi gibi sebepler bu şehrin sünnet yurdu olarak müslümanlar nazarındaki değerini daha da arttırmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 155; Buhârî, “Menâkıbü’l-ensâr”, 46, “İǾtisâm”, 16, “Fezaǿilü’l-Medîne”, 2, 6, 9, 12; Kādî İyâz, Tertîbü’l-medârik (nşr. Ahmed Bükeyr Mahmûd), Beyrut 1387/1967, I, 58-60, 62-63; Semhûdî, Vefâǿü’l-vefâǿ, I, 319; Münâvî, Feyzü’l-kadîr, VI, 264-265; Mir’âtü’l-Haremeyn, II, 161.

Ahmed Muhammed Nûr Seyf