CELÂL

الجلال

Allah’ın kahr ve gazabına delâlet eden isim ve sıfatları için kullanılan bir tasavvuf terimi.

Mutasavvıflar Allah’ın isim ve sıfatlarını celâl ve cemâl olmak üzere ikiye ayırır ve iki türlü zuhûr* ve tecellî*den bahsederler. Allah’ın kahr ve gazabına delâlet eden isim ve sıfatlarını celâl, lutuf ve rızâsına delâlet eden isim ve sıfatlarını da cemâl tabiriyle ifade ederler. Kâşânî celâli, Hakk’ın mahiyetinin bilinemeyecek bir şekilde izzet perdesiyle gizli kalması, zâtını kendinden başka kimsenin bilmemesi ve görmemesi şeklinde tarif eder. Perdelenme ve izzet celâlin özelliği olduğundan celâlde Hak açısından yücelik ve kahhâriyet, kul açısından boyun eğme ve heybet* hissetme söz konusudur. Bu tür isim ve sıfatlara sahip olması itibariyle Allah’a celîl ismi verilmiştir. Celâl Allah’ın en yüksek seviyede ululuğunu ifade eder; bu anlamdaki celâlin Allah’tan başka hiçbir kimse tarafından bilinmesi mümkün olmadığından celâl ile ilgili açıklamalardan sadece cemâl (ilâhî güzellik) ve bu cemâlin celâli (celâlü’l-cemâl) yani güzelliğin aşkınlığı anlaşılır. Akıl Allah’ın mutlak celâlini kavrayamadığından (İbnü’l-Arabî, Kitâbü’l-Celâl ve’l-cemâl, s. 2) celâl denilince mutlak değil izâfî celâl yani cemâlin celâli anlaşılmalıdır. Fahreddin er-Râzî celâl kelimesinin Allah’ın selbî sıfatlarına delâlet ettiğini söyler (Tefsîr, VIII, 25, 52).

Abdülkerîm el-Cîlî, Allah’ın celâlinin genelde O’nun yüce vasıflarını ve güzel isimlerini, özel olarak da lutuf ve kerem türünden vasıflarını ifade ettiğini söyler. Celâl ile cemâl sıfatları arasında bir yönüyle ilkine, diğer yönüyle ikincisine benzeyen rab ve rahmân gibi sıfatlar da vardır (el-İnsânü’l-kâmil, I, 75). İbnü’d-Debbâğ Allah’ın sıfatlarını celâl, cemâl ve kemâl olmak üzere üçe ayırır. Eğer Hak bir kimseye ihsan, lutuf, rahmet, iyilik, yakınlık, rızâ ve nûrâniyet, sevgi ve kerem gibi sıfatlarıyla tecelli ederse o kimse cemâl sıfatlarını temaşa halinde bulunur; izzet, kibriyâ, kahr, cebr, gazab ve kudret gibi heybet ve azamet sıfatlarıyla tecelli ederse bu tecelliye mazhar olan kişi celâl sıfatlarını temaşa eder. İlim, kudret, halk ve kayyûmiyyet gibi Allah’a mahsus sıfatları seven ve kâmil mârifete özlem duyan bir kimse kemâl sıfatlarını temaşa halinde bulunur. Cemâl sıfatı neşelenme, celâl sıfatı fâni olma, kemâl sıfatı sevme sonucunu verir.

Celâl sıfatları sâlik üzerinde heybet, cemâl sıfatları üns* tesiri meydana getirir. Celâlin sonucu korkma, sıkılma ve üzülme, cemâlin sonucu ümitlenme, rahatlama ve sevinmedir. İbnü’l-Arabî Kur’an’dan verdiği örneklerle âlemdeki her şeyin celâl ve cemâle bağlı olarak bir mütekabiliyet içinde olduğunu göstermeye çalışmıştır. Meselâ, “Allah’ın azabı şiddetlidir” âyeti (el-Bakara 2/165, 196, 211) celâli, “Allah tövbeleri kabul eder” âyeti ise (eş-Şûrâ 42/25) cemâli ifade eder. “Allah’tan gereği gibi korkun” (Âl-i İmrân 3/50) celâl, “Gücünüz yettiğince Allah’tan korkun” (et-Tegabün 64/16) cemâl içinde mütalaa edilir. “Allah’ın iki eli”nden (bk. el-Mâide 5/64) maksat da budur; Allah her şeyi bu “iki el” ile yani celâl ve cemâl ile yapar.

Kâmil insanlarla velîler Allah’ın celâl ve cemâl tecellîlerini aynı derecede gönül rahatlığıyla karşılar, “Lutfun da hoş, kahrın da hoş” der, tam bir rızâ ve teslimiyet hali içinde bulunurlar. Zira bunların ikisi de aynı kaynaktan ve özden gelir, zât mertebesinde hepsi birdir.

Mutasavvıflar genellikle insanların karakterlerini celâl ve cemâl tecellîlerinden aldıkları nasip miktarıyla açıklamışlardır. Celâl sıfatlarının tecellîsine mazhar olan kişiler celâdetli ve heybetli olduğundan böylelerine “abdülcelîl”, cemâl sıfatlarının tecellîsine mazhar olan halim selim kişilere de “abdülcemâl” denilmiş, ilkine Hz. Ömer, ikincisine Hz. Ebû Bekir örnek gösterilmiştir (ayrıca bk. CEMÂL).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “celâl”, “cemâl” md.leri; Kâşânî, Istılâhâtü’s-sûfiyye, “celâl”, “cemâl” md.leri; et-TaǾrîfât, “celâl”, “cemâl” md.leri; Tehânevî, Keşşâf, “celâl” md.; el-MuǾcemü’s-sûfî, “sıfat” md.; Zeccâc, Taksîmü esmâillâhi’l-hüsnâ, Beyrut 1979, s. 50; Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, Kahire 1973, s. 339; Beyhakī, el-Esmâǿ ve’s-sıfât, I, 83, 84; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb, Tahran 1338, s. 220, 370, 385, 429; Gazzâlî, İhyâ, IV, 290; a.mlf., el-Maksadü’l-esnâ, Kahire 1322, s. 84, 103; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, İstanbul 1308, VIII, 25, 52; a.mlf., Levâmiu’l-beyyinât, s. 342; Baklî, Şerh-i Şathiyyât, s. 303, 304, 606; İbnü’d-Debbâğ, Meşâriku envâri’l-kulûb, Süleymaniye Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 1828, vr. 22b-23ª; İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, II, 711-714; IV, 322-324, 346-348; a.mlf., Fusûś (Afîfî), s. 54; a.mlf., Kitâbü’l-Celâl ve’l-cemâl (Resâǿilü İbni’l-Arabî içinde), Haydarâbâd 1361, s. 1-7; a.mlf., Kitâbü’l-Celâl ve hiye kelimetullah (a.e. içinde), I, 13; Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil, İstanbul 1300, I, 7580; Lisânüddin, Ravzatü’t-tarîf (nşr. Muhammed el-Kettânî), Beyrut 1970, I, 288-294; İmâm-ı Rabbânî, el-Mektûbât, İstanbul 1963, I, 375; Abdülkadir Mahmûd, Dirâsât fî’l-felsefeti’d-dîniyye ve’s-sûfiyye ve’l-Ǿilmiyye, Kahire 1978, s. 347-354; Ahmed eş-Şerbâsî, MevsûǾa lehü’l-esmâüllahi’l-hüsnâ, Beyrut 1981, I, 226-230, 407-409.

Süleyman Uludağ