CASUS

الجاسوس

Arapça ces kökünden “gözetleyen, araştıran” mânasında isim olan casus kelimesi, “düşmanın sırlarını araştırıp bilgi sızdıran, düşman içinde çeşitli yıkıcı faaliyetlerde bulunan kişi” anlamına gelmektedir. Bu faaliyet sırasında göz önemli bir fonksiyon icra ettiğinden Arapça’da casusa “göz” anlamına gelen ayn adı da verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de casus kelimesi yer almamakla beraber aynı kökten gelen tecessüs fiil olarak geçmektedir (el-Hucurât 49/12).

A) Tarihçe. 1. Asr-ı Saâdet Dönemi. Hz. Peygamber İslâm devletinin başkanı olarak barış ve savaş halinde üstünlük sağlamak amacıyla düşmanın siyasî, askerî ve iktisadî faaliyetlerine dair istihbarat çalışmalarına büyük önem vermiştir. Bedir Savaşı’na başlamadan önce Kureyş ordusuyla ilgili araştırmalara bizzat katıldığı gibi önemli savaşların hemen hepsinde düşman hakkında bilgi toplayacak gözcüler göndermiş ve düşman ülkesinde yaşayarak merkeze bilgi aktaran casuslar görevlendirmiştir.

Hz. Peygamber’in istihbarat çalışmalarına verdiği önemi ve bu tür faaliyet alanlarının genişliğini gösteren örnekler olarak o dönemde görevlendirilen bazı casusları ve görevlerini zikretmek gerekir. Müslüman oldukları halde kimliklerini gizleyerek oturdukları Mekke, Evtâs, Necid ve Diyârıgatafân’dan siyasî, askerî ve iktisadî bütün önemli faaliyetleri rapor etmek üzere Ebû Temîm el-Eslemî, Abbas b. Abdülmuttalib, Enes b. Ebû Mersed, Ömer b. Sâidî ve Hüseyl b. Nüveyre el-Eşcaî; Kureyş’in daha sonra Bedir Savaşı’na sebebiyet veren Suriye kervanını takip etmek üzere Talha b. Ubeydullah ve Saîd b. Zeyd; müslüman olduğunu gizleyen Mekkeli bir demirci ile irtibat kurarak Ayyâş b. Ebû Rebîa ve Seleme b. Hişâm adlı iki müslüman mahkûmu kaçırmak üzere Velîd b. Velîd b. Mugıre; Müreysî Gazvesi öncesinde mensubu bulunduğu Benî Mustalik kabilesinin Medine’ye saldırmak için başlattığı hazırlık hakkında bilgi toplamak üzere Büreyde b. Husayb; Hâlid b. Süfyân b. Nübeyh el-Hüzelî’nin Medine’ye hücum etmek maksadıyla Urene’de taraftar toplamaya başladığına dair haberlerin aslını araştırmak ve doğru olduğu takdirde Hâlid’i öldürmek, ayrıca dört beş kişilik bir grupla beraber İslâm düşmanı yahudi Ebû Râfi‘i öldürmek üzere Abdullah b. Üneys el-Cühenî; Hendek Muhasarası sırasında, müslüman olduğunu gizleyerek müttefik ordularının arasına girmek ve bölücü faaliyetlerde bulunmak suretiyle ordu mensuplarını birbirine düşürüp ittifakın dağılmasını sağlamak üzere Benî Eşca‘ kabilesinin reisi Nuaym b. Mes‘ûd; aynı ordunun içine sızarak bilgi toplamak üzere Cübeyle b. Âmir el-Belevî ve Huzeyfe b. Yemân; yine Hendek Muhasarası sırasında Benî Kurayza yahudilerinin tutumunu öğrenmek üzere Zübeyr b. Avvâm; Hudeybiye Antlaşması ile sonuçlanan umre yolculuğuna karşı Kureyş’in aldığı tavrı tesbit etmek için Büsr b. Süfyân; Huneyn Gazvesi’nden önce Hevâzin, Sakıf, Nasr ve Cüşem gibi kabilelerin toplandıkları haberinin alınması üzerine Medine’ye karşı bir savaş hazırlığı içinde olup olmadıklarını araştırmak maksadıyla Abdullah b. Ebû Hadred; Tebük Seferi’nden önce Benî Kâ‘b kabilesini düşmana karşı kışkırtmak üzere Büdeyl b. Verka, Amr b. Sâlim ve Büsr b. Süfyân; Bedir Savaşı’nda yenik düşen Kureyş kabilesini müslümanlara karşı kışkırtıp siyasî-askerî bir ittifak teklif ettiği ve Hz. Peygamber ile yaptığı anlaşmayı bozan benzeri hareketlerde bulunduğu tesbit edilen Medine yahudilerinin reisi Kâ‘b b. Eşref’i öldürmek üzere Ebû Nâile’nin de aralarında bulunduğu bir grup ve Mekke’deki müslüman esirleri Medine’ye kaçırmak üzere Mersed b. Ebû Mersed el-Ganevî görevlendirilmişti. Hz. Peygamber’in casusları zaman zaman


ödüllendirdiği de bilinmektedir. Meselâ Kureyş kervanını takiple görevli olan Talha b. Ubeydullah ile Saîd b. Zeyd Bedir Gazvesi’ne katılmadıkları halde ganimetten pay almışlardır.

İslâmiyet’ten önce, Arabistan ticaretine hâkim olan Kureyş başta olmak üzere bütün Arap kabileleri hayatlarına ve mal varlıkları ile ticaret kervanlarına yönelik her türlü tecavüzü önlemek için casusluk faaliyetlerine önem vermişlerdir. Kureyş kabilesi İslâm’dan sonra bu faaliyetleri baş düşman olarak gördüğü müslümanlara yöneltmiştir. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Ebû Süfyân’ın liderliğinde Suriye’den gelen Kureyş kervanının aldığı sağlam istihbarat sayesinde hem Hz. Peygamber’in gönderdiği casusları, hem de kendisini bekleyen İslâm ordusunu atlatarak Mekke’ye ulaşmasıdır. Bundan dolayı Hz. Peygamber, karşı casusluk faaliyetlerini de ihmal etmemiştir. Bu yönde aldığı ilk tedbir, Tebük Gazvesi hariç bütün askerî sefer ve seriyyelerde en yakınlarına bile gerçek hedefi söylemeyerek dikkatleri başka taraflara çekmek olmuştur. Hatta Abdullah b. Cahş seriyyesinde olduğu gibi bazan gönderdiği bir askerî birliğin kumandanına bile gerçek hedefi söylemediği, eline mühürlü bir mektup vererek belli bir süre sonra okuyup gideceği yeri öğrenmesini emrettiği görülmektedir. Bunun yanında düşman adına çalışan casusların yakalanarak etkisiz hale getirilmesi çalışmaları da vardır. Meselâ Hâtıb b. Ebû Beltea’nın Mekke’nin fethi için yapılan hazırlıkları ihbar girişimi ortaya çıkarılmış, Ebû Süfyân adına casusluk yapan Furât b. Hayyân yakalanmış, Benî Mustalik Gazvesi’nden hemen önce İslâm ordusunun içine sızıp bilgi toplayan bir casus ve Huneyn Gazvesi’nden önce yine aynı görevi yapan bir başka casus öldürülmüştür. Ayrıca Hz. Peygamber’in, Hudeybiye Antlaşması ile sonuçlanan Mekke yolculuğu sırasında Kureyş hakkında bilgi toplamak için Huzâalı bir gayri müslimi görevlendirdiğine dair rivayetler, İslâm devletinin gerektiğinde gayri müslim casuslar kullanmasının da câiz olduğunu göstermektedir.

2. Sonraki Dönemler. İstihbarat faaliyetlerine Asr-ı saâdet’ten sonra da gerekli önemin verildiği görülmektedir. Hilâfet dönemi iç ve dış savaşlarla geçen Hz. Ebû Bekir ridde* olayları süresince her tarafa casuslar göndermiş, Şam ve Filistin ordularının kumandanları Yezîd b. Ebû Süfyân ile Amr b. Âs’a, diğer cephelerdeki İslâm ordularının durumunu rapor edecek ve düşman hakkında bilgi toplayacak casuslar görevlendirmelerini ve kendileriyle ilgili sırları gizlemelerini emretmiştir. Ecnâdeyn Savaşı sırasında kimliğini gizleyerek elçi sıfatıyla girdiği düşman karargâhında incelemelerde bulunan kumandan Amr b. Âs’ın, Filistin bölgesindeki Kaysâriye’nin muhasarası esnasında yakalanan düşman casuslarını elde ederek kendi hesabına çalıştırdığı da rivayet edilmektedir. Yine Hz. Ebû Bekir döneminde Şam fâtihi Ebû Ubeyde b. Cerrâh bölgede tutunabilmek için gayri müslim Nabatîler’den casus olarak faydalanmıştır. Sevâd orduları kumandanı Hâlid b. Velîd de Âlîs ve Hîre halkı ile, İranlılar’a karşı casusluk yapmaları şartıyla antlaşma yapmıştır.

Hz. Ömer istihbarat faaliyetlerine büyük önem vermiş, Ebû Ubeyde ve Sa‘d b. Ebû Vakkas gibi ordu kumandanlarına Hz. Ebû Bekir’inkine benzer tavsiyelerde bulunmuştur. Ebû Ubeyde’nin bölge zimmîlerinden Bizans ordusu içinde faaliyet gösterecek casuslar seçtiği, Hâlid b. Velîd’in de çeşitli bölgelerde casusluk ve karşı casusluk faaliyetlerinde bulunan adamları olduğu bilinmektedir. Filistin ordularının Gazze kanadı kumandanı Alkame b. Mücezziz, elçilerinin yeterli istihbaratı sağlayamaması üzerine elçi sıfatıyla girdiği düşman kalesinde bizzat bilgi toplamıştı. Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Antakya civarındaki Curcûme halkı ile (Cerâcime), ayrıca Ürdün ve Filistin’deki Sâmirîler’le cizyeden muaf tutulmaları karşılığında casusluk yapmaları hususunda anlaşmıştır. Şam’ın fethinden sonra Bizanslılar hesabına casusluk yaptıkları anlaşılan Arbessûs (Misis veya bugünkü Kozan civarı) zimmîlerini, bölgeyi bir yıl sonra veya -bütün mal varlıklarının iki katının kendilerine ödenmesi karşılığında- derhal boşaltmaları hususunda muhayyer bırakmış, birinci seçeneği tercih etmeleri üzerine de verilen süre sonunda bu yerleşim merkezini yıktırmıştır. Ayrıca gayri müslimlerin Medine’ye girişini kontrol altına almak ve giyim kuşamlarında müslümanlara benzemelerini yasaklamakla da düşman casuslarının hilâfet merkezine sızmalarını engellemeye çalışmıştır.

İstihbarat faaliyetleri Hz. Osman döneminde de devam etmiştir. Kıbrıs fâtihi Muâviye b. Ebû Süfyân’ın ada halkıyla yaptığı zimmet antlaşmasına gerektiğinde düşmanın durumunu rapor etmeleri şartını da koyduğu bilinmektedir. Daha sonra ise ortaya çıkan tefrika dolayısıyla istihbarat daha çok Hz. Ali ile Muâviye arasında gelişmiştir. Bununla birlikte Hz. Ali genel istihbarat faaliyetlerini de ihmal etmemiş ve meselâ Mısır valiliğine tayin ettiği Eşter’e her tarafa güvenilir casuslar göndermesini emretmiştir.

Emevîler devrinde istihbarat teşkilâtı daha düzenli bir yapıya kavuşturulmuştur. Bu dönemde oluşturulan Dîvânü’l-berîd’e mensup memurlar aynı zamanda istihbarat faaliyetlerini de yürütüyorlardı. Bunlar bilgi toplayarak merkeze ulaştırırken yine aynı dönemde oluşturulan Dîvânü’r-resâil mensupları da elde edilen gizli belgeleri değerlendirmek ve istihbaratla ilgili yazışmaları yürütmekle vazifelendirilmişti. Ayrıca toplumun her kesiminden casusların görevlendirildiği bu dönemde sınırlarda giriş çıkışlar da kontrol altına alınmıştı. Abbâsîler devrinde Dîvânü’l-berîd’den ayrı olarak savaş sırasında faaliyet gösterecek özel haber alma teşkilâtı (el-burudü’l-harbiyye) kurulmuştu. Büveyhîler zamanında ilk defa Muizzüddevle tarafından sâî ve gammâz adı verilen casuslar görevlendirilmiş, Fâtımîler döneminde ise bu tür faaliyetler Dîvânü’l-inşâ çerçevesinde yürütülmüştür. Casuslar doğrudan Dîvânü’l-inşâ başkanı tarafından görevlendirilir, maaşları onun tarafından ödenir ve bilgiler doğrudan doğruya ona aktarılırdı. Memlükler devrinde ilk defa I. Baybars tarafından özellikle Moğollar ve Franklar’a karşı faaliyet gösterecek yeni bir istihbarat servisi kurulmuştur. Memlük kaynaklarında bu gizli servis elemanları kasıd adıyla zikredilmektedir. Kimlikleri pek çok Memlük devlet ricâlinden dahi gizlenen, adları divanlara kaydedilmeyen bu servis elemanları doğrudan doğruya müstakil bir âmire bağlı olup raporlarını ona sunuyor ve maaşlarını gizli bir ödenekten alıyorlardı.

B) Fıkhî Hükümler. İslâm hukukuna göre İslâm devleti lehine casusluk yapmak câizdir. Hatta devletin bekası için zaruret halini alırsa bu tür faaliyetlerde bulunmak vâciptir. Nisâ sûresinin 71. âyetinde müminlere düşmana karşı tedbir almaları, Enfâl sûresinin 60. âyetinde düşmana karşı kuvvet hazırlamaları emredilmektedir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre savaşta üstün gelebilmek için barışta tedbir almak ve hazırlıklı olmak gerekmektedir. Bu ise düşmanın siyasî, askerî ve iktisadî durumunu bilmek ve gerekli tedbirleri almakla mümkündür.


Bir müslümanın düşman lehine casusluk yapmasının haram olduğu konusunda icmâ vardır. Enfâl sûresinin 27. âyetinde müminlerin Allah’a, Resul’üne ve birbirlerine karşı hainlik etmeleri, Mâide sûresinin 51. âyetinde yahudi ve hıristiyanları dost edinmeleri, Mümtehine sûresinin 1. âyetinde ise Allah’ın ve inananların düşmanlarıyla yakınlık kurmaları yasaklanmıştır. Bu âyetler ve Hz. Peygamber’in karşı casusluk faaliyetleriyle ilgili sünneti, düşman casuslarının ihbar edilmesinin vâcip olduğuna delil teşkil etmektedir.

Düşman hesabına çalışan casuslara, bunlara yardım ve yataklık edenlere verilecek cezalar konusunda değişik görüşler mevcut olup konu ile ilgili hükümler suçlunun müslüman, zimmî, harbî müste’men oluşuna göre de farklılık arzetmektedir.

1. Müslüman Casus. İmam Mâlik’ten gelen bir rivayete göre dindaşlarına zararı dokunduğu ve yeryüzünde fesat çıkmasına sebebiyet verdiği için öldürülür. Düşman lehine çalışan müslüman casusun zındık* hükmünde olduğunu ileri süren İbnü’l-Kasım, İbn Rüşd ve Sahnûn gibi Mâlikîler’e göre suçluluğu ortaya çıktıktan sonra tövbe etse bile ölümle cezalandırılır. Derdîr de bu görüşü benimsemekte, ancak suçluluğu ortaya çıkmadan önce ikrarda bulunup tövbe eden casusun tövbesinin kabul edilmesi gerektiğini söylemektedir. İbn Vehb bu görüşü daha da yumuşatıp suçluluğunun ortaya çıkmasından sonraki tövbenin de kabul edilmesini savunmakta, İbnü’l-Mâcişûn ise suçlunun bir defaya mahsus olmak üzere ta‘zir*le cezalandırılması, suçun tekerrürü halinde ise öldürülmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Eşheb el-Kaysî ve kendilerinden nakledilen diğer rivayetlere göre İmam Mâlik ile İbnü’l-Kasım bu hususta hükmün devlet başkanına ait olduğunu belirtmektedirler. İbn Kayyim el-Cevziyye’nin de içinde bulunduğu bazı Hanbelîler’e göre bu suç, gerektiği takdirde ölüm de dahil olmak üzere ta‘zirle cezalandırılır. Ahmed b. Hanbel, İbn Akıl ve İbn Teymiyye, düşmana bilgi sızdıran müslüman casusun ta‘zîren öldürüleceği görüşünü benimserken Ebü’l-Mehâsin İbnü’l-Cevzî, ancak tekrar casusluk yapacağından korkulması halinde bu cezanın verilebileceğini belirtmiştir. Bazı Mâlikîler’le Hanefîler, Şâfiîler, Zeydîler’e ve Evzâî’ye göre düşman hesabına casusluk yapan müslüman öldürülmez. Bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel ile Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ da bu görüştedirler. Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf gibi bazı Hanefîler ise bir daha işlememek üzere tövbe edinceye kadar fizikî baskı (Ar. vec‘: dayak vb.) ve uzun süreli hapsi ihtiva eden bir ta‘zir cezasının uygulanmasından yanadırlar. Muhammed b. Hasan es-Şeybânî, suçunu bizzat ikrar etmesi veya suçluluğunun sübut bulması halinde devlet başkanı tarafından fizikî cezaya çarptırılması gerektiğini söylemektedir. Bazı Mâlikîler de suçluluğunun sabit olması durumunda fiziki baskı, hapis ve sürgünü ihtiva eden bir ta‘zir cezası uygulanması görüşündedirler. İmam Şâfiî ise daha çok suçlunun kimliği üzerinde durmaktadır. Ona göre müslümanların ileri gelenlerinden güvenilir bir kişi fiilin hükmünü bilmeden bu suçu işlemişse cezalandırılmaz, bu vasıfları taşımayan biri ise ta‘zîren cezalandırılır. Sonuç olarak, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine mensup bazı âlimler, bu suça uygulanacak ta‘zir cezasının sınırını geniş tutup suçlunun ölümle cezalandırılacağını söylerken başta Hanefî ve Şâfiîler olmak üzere İslâm hukukçularının çoğunluğu fiziki baskı, hapis, sürgün gibi bir cezanın verilebileceği görüşünü benimsemişlerdir. Devlet başkanının, ta‘zir grubuna giren cezaların takdiri konusunundaki geniş yetkisi de göz önüne alınırsa cezanın uygulanması sırasında duruma göre farklı hükümler uygulama imkânının her zaman mevcut olduğu anlaşılır.

2. Zimmî Casus. İslâm devletinin gayri müslim vatandaşı olan zimmî, casusluk yapması halinde, İmam Mâlik ve talebeleri, Ahmed b. Hanbel ve Evzâî’ye, ayrıca İmâmiyye ile Zeydiyye mezheplerine göre zimmet akdini bozduğundan devlet başkanı tarafından ölümle, asılarak teşhir edilmek veya köle statüsüne geçirilmek suretiyle cezalandırılır. Ebû Yûsuf ise sadece ölüm cezasını gerekli görmektedir. Şâfiîler’in çoğunluğuna göre, eğer zimmet akdinde İslâm devletiyle ilgili sırların düşmana aktarılmasını yasaklayan bir madde bulunmuyorsa, bu suçun işlenmesi halinde akid bozulmayacağından suçlu öldürülmez. Hanbelîler de bu görüşü tercih etmişlerdir. Ebû Yûsuf dışındaki Hanefîler’le bazı Şâfiîler’e göre, zimmet akdinde böyle bir madde bulunsun veya bulunmasın, casusluk suçu akdi bozmadığı gibi suçlu da öldürülmez, ancak her iki halde de fizikî ceza uygulanır.

3. Harbî-Kâfir Casus. Gayri müslim bir devletin vatandaşı olup müste’men statüsünde bulunmayan casusların öldürülmesi hususunda ittifak vardır. Şeybânî’ye göre bulûğa ermemiş casuslar katledilmeyip fey* hükmü uygulanır.

4. Müste’men Casus. İslâm ülkesine eman*la girmek isteyen gayri müslim bir kişide ilke olarak casusluk, sabotaj, kışkırtıcılık gibi İslâm devletine zarar vermeye yönelik bir kastın bulunmaması şartı aranır. Eman akdinde, İslâm devletiyle ilgili sırları düşmana aktarmasını ya da düşman casuslarına yardım ve yataklık etmesini yasaklayan bir madde bulunmasına rağmen casusluk suçunu işlerse öldürüleceği konusunda görüş birliği mevcuttur. Böyle bir maddenin mevcut olmaması halinde Hanbelîler, Mâlikîler ve Ebû Yûsuf, bu suçla süreli bir eman akdinin bozulacağını ileri sürerek yine ölüm cezasına hükmetmekte, ancak devlet başkanının müste’men casusu köle statüsüne geçirmeyi tercih edebileceğini de söylemektedirler. Evzâî, emanın kaldırılıp casusun sınır dışı edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ayrıca Şeybânî suçluluğu kesinlik kazanmamış casus zanlısının sınır dışı edileceğini belirtir. Ebû Yûsuf dışındaki Hanefîler ile Şâfiîler ise eman akdinin böyle bir suçla bozulmayacağı, dolayısıyla suçlunun öldürülemeyeceği, ancak fizikî ceza uygulanıp hapsedileceği görüşündedirler. Sonuç olarak casusluk suçunun ta‘zir grubuna girdiği ve devlet başkanının bu konuda geniş takdir yetkisinin bulunduğu göz önüne alınırsa casusa verilecek cezanın günün şartlarına göre belirlenme imkânının her zaman mevcut olduğu söylenebilir.

İslâm kaynaklarında, kendi devleti lehine casusluk yapan bir müslümanın dinî görevlerini yerine getirirken karşılaştığı zorluklar sırasında faydalanabileceği ruhsat*lara dair bilgiye rastlanmamaktadır. Bununla ilgili literatürde tesbit edilebilen tek örnek, Medine’ye saldırmak üzere Urene’de taraftar toplamaya başlayan Hâlid b. Süfyân b. Nübeyh el-Hüzelî’yi öldürmekle görevlendirilen Abdullah b. Üneys el-Cühenî’nin ictihadıdır. İslâm hukukçuları esas itibariyle, erkânına riayet imkânı bırakmayan hastalık veya şiddetli savaş hali dışında farz namazların yürürken, kıbleden başka bir tarafa yönelerek veya ima ile edasına ruhsat vermemişlerdir. Ancak düşmanını kaçırmamak için ardından takip eden Abdullah b. Üneys’in bu


sırada ima ile namazını da kıldığı, Hz. Peygamber’in ise onun bu ictihadını onayladığı rivayet edilmektedir. Bu hususta hüküm verirken maslahat* ve zaruret*le ilgili genel kurallara başvurmanın zorunlu olduğu anlaşılmaktadır.

Uhud Gazvesi’nden hemen önce Hz. Peygamber tarafından gönderilen Ali b. Ebû Tâlib kumandasındaki keşif kolunun, ele geçirdiği iki düşman gözcüsünü bilgi vermekten kaçınmaları üzerine dövmeleri, gerektiği takdirde düşman casuslarına konuşmaya zorlamak için fizikî baskı uygulanabileceğini göstermektedir. Ancak Şeybânî’ye göre fizikî baskının suçun ispatı için uygulanması halinde meydana gelecek bir ikrar, ikrah altında gerçekleştiğinden geçerli değildir.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Cihâd”, 141, 195, “Megazî”, 9, 13, 46, “Tefsîr”, 61/1, “İstiǿzân”, 23, “İstitâbetü’l-mürteddîn”, 9; Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 161; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 98; Tirmizî, “Tefsîr”, 61; Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 146-151; Ebû Yûsuf, el-Harâc, s. 189-190; Şâfiî, el-Üm, IV, 118, 166-167; Vâkıdî, el-Megazî, II, 797-799; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 601, 614, 615-618; III, 236-238; IV, 397, 398-399; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 1661; İbn Sa‘d, et-Tabakat, II, 63; III, 105-106, 216-217, 382-383, 480, 496, 526; IV, 132-133, 199, 278-279, 280, 294, 299, 310; V, 352, 353; Belâzürî, Fütûĥ (Rıdvân), s. 159, 161, 162, 164; a.mlf., Ensâb, I, 332, 337-338, 373-374, 376, 378; III, 480, 526; IV, 299; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), II, 584-585; III, 418, 604, 605-606; Kudâme b. Ca‘fer, el-Harâc (de Goeje), s. 354-355; İbn Hibbân, es-Sîretü’n-Nebeviyye ve ahbârü’l-hulefâǿ, Beyrut 1987, s. 238, 272, 300, 324, 327, 443; Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 184-185; Ebû Ya‘lâ, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 158-159; Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 258; Serahsî, el-Mebsût, X, 85-86; a.mlf., Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, Kahire 1972, V, 2040-2044; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kurǿân, IV, 1782-1784; Kâsânî, BedâǿiǾ, VII, 113; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 370, 404, 437, 446, 460-461, 496, 497-498; III, 9, 271, 352; İbnü’t-Tıktaka, el-Fahrî, s. 270; Kurtubî, el-CâmiǾ, V, 273; XVIII, 51-53; Nevevî, el-MecmûǾ, XIX, 340-343; a.mlf., Şerhu Müslim, XII, 125-126; XVI, 55-57; Muhibbüddin et-Taberî, er-Riyâzü’n-nazira fî menâkıbi’l-Ǿaşere, Beyrut 1405/1984, IV, 277, 280, 283; Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 130; İbn Teymiyye, el-Fetâva’l-kübrâ, Beyrut 1397/1978, IV, 603; İbn Kudâme, el-Mugnî, VIII, 525; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meǾâd, II, 68, 122, 123, 127, 150, 170, 186, 190; III, 19, 215; a.mlf., Ahkâmü ehli’z-zimme (nşr. Subhî es-Sâlih), Beyrut 1403/1983, II, 713-714, 800-810; a.mlf., et-Turuku’l-hükmiyye (nşr. Muhammed Hâmid el-Fıkı), Kahire 1372/1953, s. 266; İbnü’n-Nehhâs, MeşâriǾu’l-eşvâk fî mesârîǾi’l-Ǿuşşâķ (nşr. Muhammed Hâlid el-İstanbûlî), Beyrut 1990, II, 1062, 1075-1077; Kalkaşendî, Subhu’l-aǾşâ, I, 159-162; Makrîzî, Kitâbü’s-Sülûk, I, 51-52; İbn Hacer, Fethu’l-bârî (Sa‘d), XII, 109, 164; XVI, 109-110; XVIII, 271-273; a.mlf., el-İsâbe (Bicâvî), I, 126, 132, 247, 248, 273, 288, 297-298; II, 56; V, 316; Aynî, ǾUmdetü’l-karî, Kahire 1392/1972, XII, 71-74; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, Bulak 1361, IV, 351; Hatîb eş-Şirbînî, Mugni’l-muhtâc, IV, 258, 262; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, Beyrut 1984, VIII, 81, 104; Halebî, İnsânü’l-Ǿuyûn, II, 293-294, 583, 584-585; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Bayburtlugil), s. 110; Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr, II, 182; Desûkı, Hâşiye Ǿale’ş-Şerhi’l-kebîr, II, 182, 205; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VIII, 8-11; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 249, 277, 278; Âlûsî, Rûhu’l-meǾânî, XXVIII, 66; Abdürraûf Avn, el-Fennü’l-harbî fî sadri’l-İslâm, Kahire 1961, s. 213-216; Mahmûd Şît Hattâb, el-Mustalahâtü’l-Ǿaskeriyye fi’l-Kurǿâni’l-Kerîm, Beyrut 1386/1966, I, 143-144; Azîmâbâdî, ǾAvnü’l-maǾbûd, VII, 310-317; Abdülazîz Âmir, et-TaǾzîr fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Kahire 1389/1969, s. 311-313; Ettafeyyiş, Şerhu Kitâbi’n-Nîl ve şifâǿi’l-Ǿalîl, Beyrut 1392/1972, XVII, 664 vd.; Hamîdullah, Hz. Peygamberin Savaşları, s. 227-251; a.mlf., el-Vesâǿiku’s-siyâsiyye, Beyrut 1403/1983, s. 400, 403, 470; Abdülkerîm Zeydân, Ahkâmü’z-zimmiyyîn ve’l-müsteǿmenîn fî dâri’l-İslâm, Beyrut 1402/1982, s. 240-244; Selâhaddin el-Müneccid, en-Nuzumü’d-diblûmâsiyye fi’l-İslâm, Beyrut 1403/1983, s. 103-106; Vehbe ez-Zühaylî, Âsârü’l-harb fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Dımaşk 1983, s. 388-392; a.mlf., el-ǾAlâkatü’d-devliyye fi’l-İslâm, Beyrut 1409/1989, s. 61-64; Muhammed Râkân ed-Dağmî, et-Tecessüs ve ahkâmühû fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Amman 1404/1984; Vefîk ed-Dakdûkı, el-Cündiyye fî Ǿahdi’d-devleti’l-Emeviyye, Beyrut 1985, s. 175-178; Mustafa Zeki Terzi, Abbâsiler Döneminde Askerî Teşkilât, Ankara 1986, s. 125-126; Abdullah Münâsara, el-İstihbârâtü’l-Ǿaskeriyye fi’l-İslâm, Beyrut 1407/1987, tür.yer.; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), II, 110, 121-127; Mohammad Suleman, “Espionage in pre-Islamic Arabia”, IQ, XXXII/1 (1988), s. 21-33; Yûsuf Ali Mahmûd Hüseyin, “ǾUkubetü tecessüsi’l-müslim li-sâlihi’l-Ǿadüv fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye”, Dirâsât, XV/3, Amman 1988, s. 179-210; Reuven Amitai, “Mamluk Espionage among Mongols and Franks”, AAS, XXII (1988), s. 173-181; Mv. F, X, 162-166; M. Canard, “Djasus”, EI² (İng.), II, 486-488.

Cengiz Kallek





C) Türk Devletlerinde Casusluk.

Tarih boyunca çok sayıda devlet kuran ve pek çok devletle siyasî münasebetlerde bulunan Türkler istihbarat işine büyük önem vermişlerdir. Orta Asya Türk devletlerinde casuslara çaşut, ihbara ise çaşutlama denirdi.

Eski siyaset bilimcileri, ülkenin ve halkın menfaati için casus kullanmanın gereği üzerinde durmuşlardır. Nizâmülmülk, dünyanın her yerine tüccar, seyyah, sûfî, eczacı kılığında casuslar gönderilmesini ve bunlardan ülkelerin durumları hakkında haberler alınmasını, taşradaki idarecilerin padişaha muhalefetlerine ve muhtemel isyanlarına karşı ülke içinde de casus kullanılmasını, ancak casuslara karşı da uyanık bulunulmasını tavsiye etmiştir (Siyâsetnâme, s. 110 vd.). Aynı şekilde XI-XIII. yüzyıllar arasında yazılan idarî teşkilâtla ilgili eserlerde sûfî müellifler bile ülkenin selâmeti bakımından istihbarat işinin önemini belirtmişlerdir.

Müslüman Türk devletlerinden Gazneliler’de berîd* teşkilâtı ve istihbarat işlerinin büyük önem kazandığı bilinmektedir (Beyhakī, I, 27, 386). Gazneliler’de casusluk özellikle Sultan Mahmud zamanında çok gelişmiştir. Onun casusluk faaliyetlerini yoğunlaştırdığı ülke ise Karahanlı Devleti’ydi.

Büyük Selçuklu Devleti’nin ilk yıllarında casusluk işlerine önem verilmemiş, Dîvân-ı Berîd de kaldırılmıştır. Nizâmî-i Arûzî Selçuklu idarecilerini, saltanata mahsus âdet ve kuruluşların çoğunu, bu arada haberleşme teşkilâtını kaldırmakla itham etmektedir (Çehâr Makale, GMS, XI, 24). Gerçekten kaynaklarda belirtildiği gibi casusluktan ve casuslardan hoşlanmayan Alparslan bu teşkilâtı kaldırmıştır (Bündârî, s. 67). Nizâmülmülk, İsmâilîler’in uzun süre gizli faaliyetlerde bulunduktan sonra iyice güçlenip birden bire ortaya çıkmalarını haber alma teşkilâtının bulunmayışına bağlamaktadır. Daha sonra Selçuklular’da Nizâmülmülk’ün gayretleriyle haberleşme sistemi kurulmuş, Sultan Melikşah’la veziri özel casuslar kullanmışlardır. Sultan Sencer’in Edîb Sâbir adlı şairi casusluk göreviyle Hârizm’e gönderdiği ve onun yolladığı bir resim sayesinde kendisine karşı düzenlenen bir suikastten kurtulduğu bilinmektedir (Devletşah, I, 136-137).

Büyük Selçuklu Devleti’nin uzantıları sayılan diğer Türk devletlerinde de istihbarat işine önem verilmiştir. Kirman Selçukluları hükümdarlarından Muhammed b. Arslanşah yalnız ülkesinde değil İsfahan, Horasan vb. yerlerde “sâhib-i haber” denilen casuslar bulundurmuştur. Hârizmşahlar’da casusluk teşkilâtına önem verilmiş, Haçlılar’la sürekli mücadele halinde bulunan Zengîler ve Eyyûbîler zamanında da teşkilâtın gelişmesi için büyük gayretler sarfedilmiştir. Casusluğun, hükümdarların bu işe önem verip vermeyişine göre gelişip zayıfladığı anlaşılmaktadır.

Anadolu Selçukluları’nda berîd teşkilâtı mevcut olmamakla birlikte istihbarat işlerinin artarak önem kazandığı bilinmektedir. Esasen daha Büyük Selçuklular’dan itibaren Arapça berîdin yerine


Türkçe ulak kelimesinin kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Selçuklular, önceleri Bizans İmparatorluğu’nun casusları ve İran’daki Bâtınî zümrelerin gizli fedaileriyle (bk. DÂÎ) uğraşırken XI. yüzyıldan itibaren bunlara Moğol casusları da katılmıştır. Anadolu Selçukluları özellikle Moğol casuslarına karşı Bizans’a yaklaşma ve bu devletle siyasî münasebet kurma yollarını aramışlardır. XII ve XIII. yüzyıllarda Anadolu Selçukluları’nın Bizans İmparatorluğu ile kurduğu ilişkiler, görünüşte resmî elçi, gerçekte ise casus olan görevlilerle olmuştur. Selçuklular’ın gelişmesini ve Batı’ya yayılmasını istemeyen Moğol hükümdarları daha ziyade Bâtınî casuslar kullanmışlardır. II. Gıyâseddin Keyhusrev zamanında Anadolu’da Baba İshak-ı Horasânî adlı Türkmen şeyhinin başlattığı Babaîler ayaklanmasının amacı sadece dinî değildi; Moğollar’ın Anadolu’yu ele geçirmelerine yönelik önceden tasarlanmış planlı bir hareketti. Babaî müridleri arasına giren Moğol casusları Selçuklu ordusunun başarı kazanmasını güçleştiriyordu. Nitekim o yıllarda Moğol ordusu Kösedağ’da Selçuklular’ı yenmiş ve bu devlete son vermiştir (1243).

İlhanlılar zamanında, Hasan Sabbâh’ın yolundan giderek casusluğu Bâtınîliği yayma faaliyeti için kullanan dervişlerin çalışmaları önlenmiştir. Hülâgû Han’ın kumandası altındaki Moğol ordusu, Haşhaşî casuslarının yuvalandığı Alamut Kalesi’ni almış ve gizli faaliyetlerde bulunan Bâtınîler’i ortadan kaldırmıştır.

Moğollar daha sonra Anadolu birliğini kuran, Trakya’yı alarak Balkanlar’a yayılan Osmanlılar zamanında da faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. XIV. yüzyıl sonlarında Anadolu’da yine Bâtınî düşünceleri benimseyen gizli bir akım yayılmaya başladı. Horasan taraflarından gelen ve kendilerine derviş süsü veren Bâtınîler Cengiz Han’ın haleflerince himaye edilmiş, Osmanlı, Altın Orda, Türkistan ve İran ülkelerine gönderilmiştir.

Timur devrinde, komşu ülkelerde ve halk arasında dolaşarak haber toplayan derviş, tüccar, müneccim, asker, sanatkâr, pehlivan kılığında casuslar kullanıldığı bilinmektedir. Bizzat Timur tarafından görevlendirilen bu kişiler genellikle iki koldan faaliyet gösteriyorlardı. Bunlardan biri, Osmanlı idaresindeki Anadolu beyliklerini Osmanlılar’a karşı ayaklandırmak, diğeri ise Moğol hâkimiyeti altında bulunan yerlerde yaşayan Bâtınîler’i Sünnîler arasına sokarak inanç karışıklığı çıkarmak, özellikle Alevîler’i Anadolu’nun doğusundan başlayarak Güneydoğu’ya ve Orta Anadolu’ya doğru ilerletmekti. Timur kısa sürede muvaffak olmuş, Yıldırım Bayezid zamanında hemen hemen siyasî birliği kurulmuş olan Anadolu’yu Ankara Savaşı’ndan sonra parçalamayı başarmıştır. Timur’un Ankara Savaşı’nı kazanmasında casusların büyük rolü olmuştur.

Osmanlılar zamanında, çoğu Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’sinin etkisinde kalınarak yazılmış nasihatnâme ve siyâsetnâme türündeki eserlerde casus kullanmanın önemi ısrarla vurgulanmıştır. Bu eserlerde ülke içinde olduğu gibi dış düşmanlara karşı da casus kullanılması öğütlenmiş, düşmanın durumunu bilmenin önemi ve ülkenin ancak bu sayede ayakta kalabileceği belirtilmiştir. Gerçekten Osmanlı Devleti’nin gerilemesinde, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren istihbarata gereken önemin verilmeyişinin büyük rolü olduğu bilinmektedir. Nitekim dönemin siyaset bilimcileri de bu hususa dikkat çekmişlerdir (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Nesâyihü’l-vüzerâ, s. 79).

Osmanlılar’da muhbirlik ve “nakl-i kelâm” pek hoş karşılanmamakla birlikte istihbarat, daha kuruluş yıllarından itibaren üzerinde önemle durulan bir konu olmuştur. Timur darbesinden sonra XV. yüzyılın ilk çeyreğinde tekrar toparlanan Osmanlılar dışarıda ve içeride casusluk faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Dışarıdaki faaliyetler genellikle, başta Bizans İmparatorluğu olmak üzere Macaristan Krallığı’na, Venedik Cumhuriyeti’ne ve papalığa karşı olmuştur. Osmanlılar Anadolu birliğini sağlamak için beyliklere ve özellikle Karamanoğulları’na karşı da casus kullanmışlardır. Hıristiyan dünyasıyla ilgili olarak daha ziyade yahudilerden ve özel olarak yetiştirilmiş hıristiyan casuslardan faydalanılmıştır. Genellikle İtalya’da ve Avusturya’da faaliyet gösteren bu casuslara martolos* denirdi. Bir rivayete göre martoloslar daha Osman Gazi ve Orhan Gazi zamanlarında casus ve haberci olarak kullanılmıştır (Neşrî, I, 25, 51, 174). İtalya’da görevli martolosların sadece yahudilerden olmasına özen gösterilir, böylece yahudilerin Hıristiyanlığa karşı Mûsevîlik gayretlerinden de istifade edilirdi. Özel eğitimden geçirilen hıristiyan martoloslar ise genellikle Macaristan ve Avusturya’da faaliyet gösterirlerdi. II. Murad, II. Kosova Savaşı öncesinde Doğan adlı bir martolostan düşmanın durumu hakkında bilgi edinmiştir (Âşıkpaşazâde, s. 134). Fâtih devrinde Macaristan’a yapılan akınlar sırasında görünüşte hıristiyan, gerçekte ise müslüman olan kırk martolosun kullanıldığı bilinmektedir (Anhegger, TD, sy. 1, s. 156). XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren martoloslar Anadolu’da özellikle Uzun Hasan’a karşı gerçekleştirilen seferlerde de faaliyet göstermişlerdir (Anhegger, a.e., s. 285 vd.). Martoloslar dikkat çekmemek için bulundukları ülkenin geleneklerine uygun olarak yaşarlar ve mutlaka bir işle meşgul olurlardı. Osmanlılar voynuk*ları da muhbir olarak kullanmışlardır (Ercan, s. 75, 96).

Askerî amaçlı istihbaratta Osmanlılar, daha önceki Türk devletlerinde olduğu gibi dil denilen düşman esirlerinden de istifade etmişlerdir. Savaşlarda diri olarak elde edilen ve kendilerinden orduları ve ülkeleri hakkında bilgi edinilen diller (Selânikî, I, 32; II, 645), genellikle düşman topraklarına giren akıncılar ve bunlarla birlikte akına çıkan martoloslar, bazan da timarlı sipahiler tarafından yakalanırdı (Koçi Bey, s. 25). Akıncılara bu diller kılavuzluk yaparlardı. Ancak dillerin bazan ülkeleri lehine çalıştıkları, sefer güzergâhını saptırarak Türkler’i tuzağa düşürdükleri de olmuştur. Büyük seferler için mutlaka casusların vereceği bilgilere ihtiyaç duyulurdu. Nitekim Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sigetvar seferinde (1566) Osmanlı ordusuna, Macar kalelerinde uzun süre hizmette bulunmuş Mezorich Mortan adlı bir Boşnak kılavuzluk etmiştir.

Yükseliş döneminde Osmanlılar kendi ülkelerine kırgın bazı Batılılar’dan da casus olarak faydalanmışlardır. Fâtih Sultan Mehmed’in, sarayına getirttiği İtalyan sanatçılardan ülkeleri hakkında bilgi edindiği bilinmektedir (Babinger, s. 609-612). Buna karşılık yine Fâtih zamanında çeşitli yerlerden bilgin, sanatkâr, hekim kisvesinde gelen casusların ülkeleri lehine faaliyet gösterdiği de kaydedilmektedir. Gerçekten hemen tamamı yabancı olan saray hekimleri, Batılılar için her zaman kullanılan ideal muhbirler olmuşlardır. Fâtih’in şüpheli ölümüne adı karışan Yâkub Paşa’dan, Lord Byron’ın hekimi olup daha sonra Osmanlı sarayına yerleşen İngiliz Millingen’e ve casuslara dair bir kitap yazan Mavroyani Paşa’ya kadar saray hekimleri genellikle Osmanlılar aleyhine casusluk yapmışlardır (Cevdet, V, 63-64). Elçilikler de yine Batılılar’ın kullandığı âdeta resmî


birer casusluk teşkilâtıydı (Koçi Bey, s. 66). Erken devirlerden itibaren bundan en çok Venedikliler faydalanmışlardır. Daha XV. yüzyılda bu devletin İstanbul’da balyos* adı altında dâimî elçi bulundurduğu bilinmektedir.

İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar’ın Anadolu’da ve Avrupa’da güçlenip yayılmaları, Batı’da biri papalık, diğeri krallarca yürütülen iki büyük casusluk teşkilâtının gelişmesine yol açmıştır. Katolik hıristiyan dünyasının temsilcisi olan papa, Türkler’e karşı bütün Avrupalılar’ı birliğe çağırırken kullandığı casuslar aracılığı ile bütün kiliseleri ve kralları Osmanlı Türkleri aleyhine karşı kışkırtmıştır. Merkezi İstanbul’da bulunan Ortodoks Patrikliği de papanın münasebet kurduğu bir müesseseydi. Hıristiyan dünyasını bölmek için Fâtih tarafından ihya edilip himaye gören Ortodoks kilisesi daha sonraki dönemlerde Türkler aleyhine Vatikan’la iş birliği yapmıştır.

XV. yüzyılda casusluk faaliyetlerinin en büyüklerinden birine, önce Rodos şövalyelerine sığınan, daha sonra İtalya’ya geçen ve papanın eline düşen Cem Sultan sebep olmuştur. Bu olay yıllarca Roma-Venedik ve İstanbul arasında gizli casusluk ve çıkar oyunlarına yol açmıştır.

Doğuda bir devlet teşkilâtı olarak casusluk, XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde Safevî Devleti zamanında İran’da yeniden ortaya çıkmıştır. Bu teşkilâtın amacı Sünnî Osmanlı Devleti’ni yıkmak, Şiîliği İslâm dünyasına hâkim kılmak ve bütün İslâm ülkelerini ele geçirmekti. Osmanlı kaynaklarında Râfizî, kızılbaş veya Alevî adlarıyla anılan Şiî Safevîler, Şah İsmâil’in başa geçmesiyle İran’da idareyi ele aldıktan sonra özellikle Doğu Anadolu’da faaliyet göstermişlerdir. Şah İsmâil kısa sürede burada mânevî bir nüfuz kazanmayı başarmıştır. Bunda kullandığı propagandistlerin etkin rolü olduğu kesindir. Aslında birer casus olan Şiî dâîler yalnız tekkelerde ve halk arasında değil kendilerini Bektaşîliğe nisbet eden yeniçeriler arasında da faaliyet göstermişlerdir. Dede, baba, halife, sultan, şeyh, pîr gibi sıfatlarla anılan Şiî propagandacısı casuslar, II. Bayezid zamanında sarayda bile saygı görmüş ve taraftar bulmuşlardır. “Hatâî” mahlasıyla Türkçe şiirler yazan Şah İsmâil bu sayede kısa sürede Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü sarsacak bir güce ulaşmıştır. Bu hükümdar daha da ileri giderek casusları vasıtasıyla Doğu seferi sırasında Yavuz Sultan Selim’i öldürtmek istemiş, ancak başarılı olamamıştır (Lutfî Paşa, s. 249).

Osmanlı padişahları içinde gerek ülke dahilinde gerekse ülke dışında casusluktan en çok faydalanan hükümdarlardan biri Yavuz Sultan Selim’dir. Daha şehzadeliği zamanında İstanbul’da olup bitenlerden, bu arada babası II. Bayezid’in büyük oğlu Şehzade Ahmed’i veliaht yapma niyetinden haberdar olan Yavuz Selim, Şah İsmâil’in Anadolu’daki bölücü faaliyetlerinin ne dereceye ulaştığını da biliyordu. Padişah olduktan sonra Şah İsmâil’i Çaldıran’da yenerek Anadolu’daki gizli kızılbaş faaliyetlerine geçici de olsa son vermiştir.

Kanûnî Sultan Süleyman zamanında özellikle Batı’daki casusluk faaliyetlerine önem verilmiştir. Bu hükümdar sefere çıkmadan önce martoloslardan bilgi alır, Avrupa devletlerinin durumlarını, askerî güçlerini, savaş teknik ve kabiliyetlerini öğrenir, kendi ordularını da ona göre teçhiz ederdi. Kanûnî martolosları barış zamanlarında da sürekli muhbirlik işlerinde kullanmış, böylece martolos teşkilâtına ayrı bir nitelik kazandırmıştır. Bu dönemde martolosların bir görevi de düşman devletlerin halkı arasına karışarak Türkler’in gücünü, askerî üstünlüğünü anlatmak suretiyle morallerini bozmak ve devletlerine olan güvenlerini sarsmaktı. XVI. yüzyılda Osmanlılar Batı’da kral saraylarında özellikle Slav ve Hırvat sınırlarında papazları ve asilzâdeleri de casus olarak kullanmışlardır. Kaptanıderyâ Küçük Ali Paşa’nın kardeşliği Sicilyalı Mehmed Ağa, Titus Moldariensis Clericus adıyla kırk yıla yakın Osmanlı himayesindeki Fransa kralının sarayında Osmanlı casusu olarak görev yapmıştır. Mehmed Ağa Avrupa devletleri ve özellikle Osmanlı Devleti’nin Batı’daki en büyük rakibi olan Avusturya hakkında da İstanbul’a muntazaman bilgiler göndermiştir. Öte yandan Türkler’in fethettikleri yerler halkına hoşgörülü davranmaları, yüzyıllarca oralarda tutunabilmelerinin en büyük sebebi olmuş, hatta bu yerler halkı çok defa Türkler lehine muhbirlik bile yapmışlardır. Kanûnî zamanında batıda Boğdan, Mohaç, Bosna, doğuda Erzurum, Van, Lahsa bey ve beylerbeyilerine gönderilen fermanlarda düşmanı gözetlemeleri istenirken (BA, MD, nr. 3, tür.yer.) ülke içindeki haber alma teşkilâtı da geliştirilmiştir.

XVII. yüzyıl başlarından itibaren gittikçe güçlenen ve Osmanlı tebaası Ortodokslar’ın koruyuculuğunu üstlenerek gayri müslimleri Osmanlı Devleti aleyhine karşı sürekli kışkırtan Rus Çarlığı’na karşı da bir casusluk teşkilâtı kurulmuştur. Bu teşkilâta özellikle Tatarlar alınmıştır. Ulak adıyla anılan bu haberciler karavul denilen menzillerde gözcülük yaparlar ve aldıkları bilgileri süratle merkeze ulaştırırlardı. Casus ulaklar özellikle Balkanlar’da, Rus ve İran sınırlarında kullanılmıştır. IV. Murad zamanı, Osmanlı tarihinde casusluk faaliyetlerinin yoğun olduğu dönemlerdendir. Bu hükümdarın çocuk yaşta tahta çıkması sebebiyle devlet idaresi Kösem Sultan’ın eline geçmiş, gevşek idare yüzünden Safevî Devleti doğuda casusluk faaliyetlerini arttırmış ve Anadolu Alevîleri’ni merkezî hükümete karşı isyana teşvik etmiştir. Sultan Murad 1632’de idareyi eline aldıktan sonra merkezde ve taşrada durumu düzeltmeye çalışmış, İran şahının propagandacı olan casusların birçoğunu öldürtmüş, bu arada Fener Rum Ortodoks Patrikhânesi’nin devlet aleyhine faaliyetlerini arttırması üzerine patriği astırmıştır. XVII. yüzyılda Köprülü ailesinden ıslahatçı vezirler de içeride ve dışarıda çok sayıda casus kullanmışlardır.

XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne tercüman, hekim, elçi olarak gelen, saraya giren ve padişahla yakın ilişki kuran Ermeni, yahudi, Rum gibi gayri müslimlerden başka Arap, Gürcü, Tatar, Arnavut ve Boşnak gibi müslüman unsurların içinden de casus çıktığı, hatta bunların II. Viyana Kuşatması’nda devlete karşı yıkıcı faaliyetlerde bulundukları bilinmektedir. Bunların en önemlisi, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile Tatarlar arasında cereyan eden olaydır. Kırım Tatarları arasına karışan düşman casusları, Mustafa Paşa’nın zaferden sonra yağmaya izin vermeyeceği şâyiasını yayarak onların savaşma şevklerini kırmışlardı.

XVIII. yüzyılda Osmanlılar düşmanları hakkında daha ziyade gemi reislerinden bilgi edinmişler ve Batılı devletler nezdinde dâimî elçi bulundurmamanın cezasını çok ağır ödemişlerdir. Halbuki İstanbul yüzyıllardan beri çeşitli sefirlerin ticarî ve askerî uzmanlarının âdeta bir mücadele alanı olmuştu. Bu mücadeleler bir süre sonra Şark meselesini doğurmuştur. XVIII. yüzyılda Fransa’dan getirtilen Baron de Tott ile XIX. yüzyılda Almanya’dan çağırılan Helmut von Moltke,


hem askerî uzman hem de siyasî diplomat olarak faaliyet göstermişlerdir. Bunlar bir yandan Osmanlı ordusunun ıslahı için gayret gösterirken bir yandan da bu hizmetlerini kendi ülkelerinin çıkarları için kullanmışlardır. Baron de Tott Türkler’e karşı tutumunu hâtıralarında açıkça ifade etmiştir. I. Mahmud zamanında Avusturya’dan kaçarak Osmanlı Devleti’ne sığınan Fransız asıllı Comte de Bonneval’in (Humbaracı Ahmed Paşa) durumu da şüphelidir. Osmanlılar’ı sürekli olarak Avusturya’ya karşı savaşa kışkırtan Comte de Bonneval’in hükümete sunduğu her raporun bir nüshasının Fransa’ya gönderilmesi, hayatının sonlarına doğru kendisinin de ülkesine dönmenin yollarını araması, hakkındaki casusluk şüphelerini kuvvetlendirmektedir.

I. Abdülhamid ve III. Selim dönemlerinde casusluk ve karşı casusluk faaliyetleri artmış, muhbirlik bir devlet kuruluşu haline getirilmiş, doğrudan devletten maaş alan casuslar kullanılmıştır. Casusluk önceleri hemen sadece Rum ve Ermeni gibi gayri müslimlere münhasırken bu dönemde Türkler’den de casus yetiştirilmiştir. Hâlet Efendi’nin ısrarıyla tercüman olan Kostaki’nin casusluğu ortaya çıkınca idam edilmiştir. Onun yerine Dîvân-ı Hümâyun tercümanlığına Fenerli Rum ailesinden İstavraki Efendi getirilmişse de gizli belgeler buna değil Rum asıllı müslüman Yahyâ Efendi’ye tercüme ettirilmiş, Yahyâ Efendi Bâbıâli’deki Tercüme Odası’nda yabancı dil öğrenmek isteyen gençlere Fransızca öğretmekle de görevlendirilmiştir (Şânîzâde, IV, 33). Daha sonra ise divan tercümanlıklarına müslümanlar getirilmiştir (Orhonlu, Atatürk Konferansları, V, 17).

III. Selim zamanında Avrupa’nın önemli merkezlerinde dâimî ikamet elçiliklerinin kurulmasıyla Osmanlı istihbaratında büyük bir adım atılmıştır. Zira elçilerin gizli görevi, bulundukları ülke hakkında hükümete raporlar sunmaktı. Ancak bu elçilerin yabancı dil bilmemeleri, onları çoğu casus olan Rum tercümanların yardımına muhtaç bırakmıştır (Kuran, s. 64). XIX. yüzyılda casusluk faaliyetleri öyle artmıştır ki Kabakçı Mustafa önderliğindeki isyanda âsiler bile öldürecekleri devlet ricâlini ele geçirmek için casus kullanmışlardır (III. Selim’in Hal‘ine Dair Risâle, vr. 9ª-b). II. Mahmud zamanında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa da Osmanlılar’a karşı casusluk faaliyetlerinde bulunmuştur (Atâ Bey, III, 132-134).

Osmanlı gizli polis teşkilâtı, yabancı ajanların faaliyetlerinin yoğunlaştığı XIX. yüzyıl ortalarında, İngiliz elçisi Statford Canning’in Mustafa Reşid Paşa’ya telkiniyle kurulmuş ve teşkilâtın başına Civinis Efendi getirilmiştir. Sultan Abdülmecid zamanında kurulan bu ilk polis teşkilâtı yine bu padişah zamanında kapatılmış, fakat 1863’te yeniden açılmıştır. Bu defa başına Ermeni asıllı biri getirilmiş ve o da zararlı faaliyetlerde bulunmuştur.

II. Abdülhamid devrinde Osmanlı istihbarat teşkilâtı geliştirilmiş ve modernleştirilmiştir. Yine bu dönemde Midhat Paşa Tuna valiliği sırasında burada özellikle Bulgarlar’a karşı örnek bir gizli polis teşkilâtı kurmuştur. Makedonya’daki ayaklanmalar ve gizli teşkilât için Aynaroz’a Boşnak Hasib adlı bir ajan yerleştirilmiş, bundan çeşitli ihbarlar alınmıştır. II. Abdülhamid’in özel casusları hafiye*lerdi. Bu hükümdar zamanında karşı faaliyette bulunan çoğu gayri müslim casuslar da vardı. Bunlardan yahudi asıllı Emanuel Karasu, II. Abdülhamid’e karşı kurulan casusluk teşkilâtının başına getirilmiş, padişahın tahttan indirilmesi için çalışmış ve sonunda bunu başarmıştır. II. Abdülhamid’i tahttan indiren İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin iktidarı zamanında kurulan Teşkîlât-ı Mahsûsa ise gerçek mânada çağdaş bir casusluk teşkilâtıydı.

Devlet aleyhine faaliyet gösterenlerin cezası her devirde ağır olmuştur. Nitekim İstanbul’un fethi sırasında Bizans lehine casusluk yapmakla itham edilen Vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa XV. yüzyıl ortalarında, yine casuslukla itham edilen Yorgaki adlı zimmî ise XVII. yüzyıl sonlarında ölümle cezalandırılmıştır (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât, s. 430).

BİBLİYOGRAFYA:

BA, MD, nr. 3, s. 49, 186, 384, 388, 435, 451, 509, 528; nr. 14, s. 960; TSMA, nr. E 866/5, 2434, 5116, 5801/3, 7252, 7662; Nigâr Anafarta, Osmanlı İmparatorluğu ile Lehistan Arasındaki Münasebetlerle İlgili Tarihi Belgeler, İstanbul, ts., tür.yer.; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Bayburtlugil), s. 110-126, 320; Beyhakī, Târîħ (nşr. Saîd Nefîsî), Tahran 1309, I, 27, 386; Nizâmî-i Arûzî, Çehâr Makāle (nşr. Muhammed Kazvînî), GMS, London 1910, XI, 24; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra, s. 67; Gazavatnâme-i Sultan Murad b. Mehemmed Hân (nşr. Halil İnalcık – Mevlûd Oğuz), Ankara 1978, s. 3, 4, 5, 9; Devletşah, Tezkire (trc. Necati Lugal), İstanbul 1977, I, 136-137; Âşıkpaşazâde, Târih, s. 134; Neşrî, Cihannümâ (Taeschner), I, 25, 51, 174; Hadîdî, Tevârîh-i Âl-i Osmân: 1299-1523 (nşr. Necdet Öztürk), İstanbul 1991, tür.yer.; Lutfî Paşa, Âsafnâme (nşr. Ahmet Uğur, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, IV, Ankara 1980 içinde), s. 249; Âlî, Mevâidü’n-nefâis fî kavâidi’l-mecâlis, İstanbul 1956, s. 37 vd.; Selânikî, Târih (İpşirli), I, 13, 22; II, 645, ayrıca bk. İndeks; Celâlzâde Mustafa Çelebi, Selimnâme (nşr. Ahmet Uğur – Mustafa Çuhadar), Ankara 1990, s. 367; Kitâbü Mesâlihi’l-müslimîn ve menâfii’l-mü’minîn (nşr. Yaşar Yücel), Ankara 1980, s. 59, 99; Koçi Bey, Risâle (Aksüt), s. 25, 66; Solakzâde, Târih, s. 361; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekāyiât (haz. Abdülkadir Özcan, doktora tezi, 1979), İÜ Ed.Fak., Tarih Seminer Kitaplığı, nr. 3276, s. 430; a.mlf., Nesâyihü’l-vüzerâ ve’l-ümerâ: Devlet Adamlarına Öğütler (nşr. Hüseyin Ragıp Uğural), Ankara 1969, s. 43, 79; L’Espion turc chez les princes chrétiens, La Haye 1734, tür.yer.; Baron de Tott, Türkler ve Tatarlara Dâir Hâtıralar (trc. Mehmet R. Uzmen), İstanbul, ts. (Tercüman 1001 Temel Eser), tür.yer.; III. Selim’in Hal‘ine Dair Risâle, Millet Ktp., Ali Emîrî, Tarih, nr. 333, vr. 9ª-b; Şânîzâde, Târih, IV, 33; Atâ Bey, Târih, III, 132-134; Cevdet, Târih, V, 63-64; XI, 166; XII, 179; Hüseyin Namık Orkun, Türk İstilası Devrinde Macaristan’da ve Avusturya’da Casuslar, Ankara 1939; Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 72; Franz Babinger, Mahomet II. Le Conquérant et Son Temps, Paris 1954, s. 609-612; Orhan Koloğlu, Le Turc dans la Presse Française, Beyrouth 1971, s. 106-107; Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Sultan II. Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, İstanbul 1964, s. 45 vd.; Ercümend Kuran, Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasî Faaliyetleri 1793-1821, Ankara 1968, s. 9-12, 64-65; Başlangıçtan Bugüne Kadar Dünya Casusluk Tarihi (Artel Yayınları), İstanbul 1974, s. 3-17; İsmet Miroğlu, XVI. Yüzyılda Bayburt Sancağı, İstanbul 1975, s. 149; Korkmaz Alemdar, Türkiye’de Çağdaş Haberleşmenin Tarihsel Kökenleri, Ankara 1981, s. 51 vd.; Mim Kemâl Öke, İngiliz Casusu Prof. Arminius Vambery’nin Gizli Raporlarında II. Abdülhamid ve Dönemi, İstanbul 1983, tür.yer.; Yavuz Ercan, Osmanlı İmparatorluğunda Bulgarlar ve Voynuklar, Ankara 1986, s. 75, 96; İsmail Aka, Timur ve Devleti, Ankara 1991, s. 111; Robert Anhegger, “Martoloslar Hakkında”, TM, VIIVIII/1 (1944), s. 282-300; a.mlf., “Muâlî’nin Hünkarnâmesi”, TD, sy. 1 (1950), s. 150-151, 156, 285; a.mlf., “Martolos”, İA, VII, 341-342; Yusuf Halaçoğlu, “Osmanlı İmparatorluğunda Menzil Teşkilâtı Hakkında Bazı Mülahazalar”, Osm.Ar., II (1980), s. 130; V. L. Ménage, “The Mission of an Ottoman Secret in France in 1486”, JRAS (1965), s. 112-132; Cengiz Orhonlu, “Osmanlı Devletinde Tercümanlık”, Atatürk Konferansları (1971-1972), Ankara 1972, V, 17-18; a.mlf., “Tercüman”, İA, XII/1, s. 178 vd.; Taner Timur, “Mavroyani Paşa Anlatıyor: Osmanlı Gizli Polis Örgütü Nasıl Kuruldu?”, TT, I/6 (1984), s. 414-419; Fuad Köprülü, “Berîd”, İA, II, 544 vd.; M. Canard, “Djacus”, EI² (Fr.), II, 499-500; Mahmut Şakiroğlu, “Balyos”, DİA, V, 45, 46; İbrahim Harekât, “Berîd”, a.e., V, 499, 500.

Abdülkadir Özcan