BEYTÜLMÂL

بيت المال

Devlet hazinesi, devlete ait mal varlığının bütünü ve bununla ilgili idarî-malî kurum.

Kelime anlamı “mal evi” olan beytülmâl bir terim olarak devlete ait malların muhafaza edildiği fizikî mekânı ifade ettiği gibi devlete ait taşınır taşınmaz malların bütününü ve bunların idaresiyle ilgili hukukî kurumu da ifade etmektedir. Bu geniş anlamıyla beytülmâl, devlete ait her türlü mal varlığının ve gelirlerin toplandığı, harcamaların yapıldığı, haklara ve borçlara ehil bağımsız bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Doğuşu ve Tarihî Gelişimi. Beytülmâlin teşkilâtlı bir malî kurum olarak ortaya çıkışı birçok araştırmacı tarafından Hz. Ömer devrine nisbet edilmekteyse de onu gerek bir fizikî mekân gerekse malî bir kurum olarak İslâm devletinin ilk kuruluş yıllarına, Hz. Peygamber’in Medine dönemine kadar götürmek mümkündür. Gerçi Mekke döneminde de Hz. Peygamber’in kendisine getirilen bağışları ya bizzat veya diğer müslümanlar vasıtasıyla muhtaçlara dağıttığı bilinmektedir. Ne var ki bu dönemde ne bir İslâm devleti ne de bu devlete bağlı bir malî kurum vardır. Yapılan şey, müslümanlar arasındaki yardımlaşmanın Hz. Peygamber aracılığıyla belirli bir düzen içinde yürütülmesinden ibarettir. Medine döneminde ise kurulan bir İslâm devleti ve bu devlete bağlı olarak yavaş yavaş oluşan bir malî yapı söz konusudur. Bu dönemde bağışların dışında devlete ait ilk önemli gelir Bedir Savaşı’nda elde edilen ganimetlerle esirlerin serbest bırakılması karşılığında alınan fidyelerdir. Bunların tamamı devlet için bir pay ayrılmadan Bedir’e katılan gazilere dağıtılmıştır. Tercih edilen görüşe göre zekât mükellefiyeti de aynı yıl başlamış, böylece ilk defa devlet tarafından düzenli vergi bu yıl toplanmıştır. Bedir Savaşı’ndan sonra ikinci ganimet Benî Kaynuka‘dan alınmıştır. Bu ganimetin beşte biri, kısa bir süre önce nâzil olan Enfâl sûresinin 41. âyetine uygun olarak devlete ayrılmış, geri kalanı gazilere dağıtılmıştır. Daha sonra Benî Kurayza yahudilerinin ganimet alınan malları da aynı şekilde paylaşılmıştır. Müslümanların elde ettikleri ilk topraklar ise Uhud’dan altı ay sonra alınan Benî Nadîr arazisidir.


Barış yoluyla alınan bu arazi Haşr sûresinin 6. âyetine göre beytülmâle intikal etmiştir. Bu dönemde henüz beytülmâl kelimesi kullanılmamakla birlikte gerek zekât gelirleri gerekse elde edilen ganimetlerle bu kurumun ilk temellerinin Hz. Peygamber tarafından atılmaya başlandığını söylemek mümkündür. Hicrî dokuzuncu yılda bu gelirlere cizye de eklenmiştir. Normal devlet gelirlerinin ihtiyacı karşılamadığı durumlarda Hz. Peygamber’in beytülmâle bağış topladığı da bilinmektedir.

Hz. Peygamber toplanan bu gelirlerin bir kısmını zekâtta olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilen sarf yerlerine harcamakta, bir kısmını da gerekli yerlere kendi takdirine göre sarfetmekteydi. Bu harcama kalemlerinin başında savaş giderleriyle yoksullara yapılan yardımlar gelmektedir. Öte yandan İslâm devletinin çeşitli bölgelerine tayin edilen memurlara, ortaya çıkmaya başlayan beytülmâlden maaş bağlandığı görülmektedir. Nitekim Mekke’nin fethinde buraya âmil (vali) olarak tayin edilen Attâb b. Esîd’e Hz. Peygamber günde bir (veya iki) dirhem maaş bağlamıştı.

Medine döneminde oluşmaya başlayan bu devlet gelirleri üzerinde Hz. Peygamber bir mal sahibi olarak değil bir kamu görevlisi, bir devlet başkanı olarak tasarruf etmiştir. Onun, zekât hurmalarından birini ağzına atan torunu Hasan’a, “Bırak, o ne Allah Resulü’ne ne de ailesinden birine helâldir” (Müsned, I, 200) demesi, zekât gelirlerinin Peygamber ailesine helâl olmamasının sonucu olduğu kadar beytülmâle ait bir malın Hz. Peygamber’in şahsî serveti gibi görünmediğinin de işaretidir. Bu bakımdan devlet başkanının mal varlığından ayrı olarak devlete ait müstakil bir mal varlığı kavramının ilk dönemlerden itibaren mevcut olduğu görülmektedir.

Devlet mallarının muhafaza edildiği fizikî bir mekân olarak da beytülmâlin ilk temellerinin Hz. Peygamber zamanında atıldığı görülmektedir. Beytülmâle ait nakit paranın Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edildiği ve bu paraları onun çeşitli örneklerde görüldüğü üzere çok kısa bir sürede elinden çıkardığı bilinmektedir (meselâ bk. Buhârî, “Zekât”, 20). Ziraî ürün türünden olan devlet gelirlerinin mescidin üst katındaki bir odada muhafaza edildiği ve gerekli yerlere bundan sorumlu olan Hz. Ömer tarafından sarfedildiği çeşitli rivayetlerden açıkça anlaşılmaktadır (meselâ bk. Müsned, V, 445; Buhârî, “Zekât”, 60; Müslim, “Zekât”, 161). Hz. Hasan kendisinin zekât hurmasını yemesiyle ilgili olayda, “Resûlullah beni ‘sadaka odası’na götürdü” demektedir. Bu oda Hz. Ömer’in sorumlu bulunduğu mescidin üst katındaki oda olmalıdır. Abdülhay el-Kettânî, Nu‘mân b. Mukarrin el-Müzenî’den yaptığı bir rivayette Müzeyne kabilesinden 400 kişilik bir heyete bu odadan azık dağıtıldığını ve hepsinin ihtiyaçlarının giderildiğini kaydeder. Kaynaklarda Bilâl-i Habeşî’nin sorumlu olduğu ve “meşrebe, gurfe, hizâne” adlarıyla anılan bir odanın daha varlığından bahsedilmektedir ki bunun Hz. Ömer’in sorumlu bulunduğu odadan ayrı bir oda mı olduğu, yoksa farklı dönemlerde aynı görevi aynı odada ikisinin üstlenmesinin mi söz konusu edildiği açık bir şekilde bilinmemektedir. Ebû Dâvûd ve Beyhakī, Hz. Peygamber’in bazı ödemelerinin onun adına Bilâl-i Habeşî tarafından yapıldığını nakletmektedirler (Ebû Dâvûd, “İmâre”, 35; Beyhakī, VI, 80). Bundan, Bilâl-i Habeşî’nin Hz Ömer’e benzer bir beytülmâl görevlisi olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Aynı şekilde zekât olarak toplanan hayvanlar da Medine yakınlarında Nakī‘ mevkiinde muhafaza edilmekte ve bunlar bizzat Hz. Peygamber tarafından sayılıp damgalattırılmaktaydı (Buhârî, “Zekât”, 6869).

Asr-ı saâdet döneminde Hz. Ömer ve Bilâl-i Habeşî’den başka beytülmâl görevlilerinin bulunduğu da bilinmektedir. Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Muâz b. Cebel bunlardandır. Bu dönemde zekât gelirlerini toplamak, muhtaçlara dağıtmak, ziraî ürünlerin miktarlarını tahmin ve zekâtını belirlemek üzere çok sayıda kişi görevlendirilmiştir. Zekât âmili olan bu kimseler de bir anlamda beytülmâl görevlisi sayılmalıdır. Çeşitli kaynaklarda Hz. Peygamber’in zekât gelirlerini ve bunların verildiği kimseleri yazan kâtiplerinin isimleri kaydedilmektedir ki Kalkaşandî’nin de Subhu’l-a‘şâ’da (I, 91) belirttiği gibi bu rivayetlerin doğru olması halinde beytülmâl divanının basit şekliyle de olsa daha Hz. Peygamber döneminde kurulduğu söylenebilir (Kettânî, II, 157-158).

Beytülmâlin bu yapısı ve işleyişi Hz. Ebû Bekir’in kısa süren halifeliği zamanında büyük bir değişikliğe uğramadan devam etmiştir. Bu dönemde toplanan zekât ve diğer devlet gelirleri Hz. Peygamber devrinde olduğu gibi fazla vakit geçirilmeden muhtaçlar için sarfedilmiştir. Halife Ebû Bekir’in Medine yakınında Sunh’ta beytülmâl için bir yer aldığı, kendisinin bir müddet burada oturduğu, daha sonra Medine’ye taşınınca beytülmâli de beraberinde Medine’deki evine taşıdığı bilinmektedir. Bu dönemde Ebû Ubeyde, Ömer b. Hattâb ve Muaykıb b. Ebû Fâtıma’nın adları beytülmâl görevlisi olarak geçmektedir. Halife olduktan sonra da geçimini sağlamak için ticaret yapmaya devam etmek isteyen Hz. Ebû Bekir’e Hz. Ömer’in, “Gel Ebû Ubeyde’ye gidelim de sana günlük şu kadar dirhem maaş versin” demesinden Ebû Ubeyde’nin bu görevi peygamber devrinden itibaren kesintisiz sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Ebû Bekir’in toplanan gelirleri bekletmeden dağıtmasının yanı sıra beytülmâl gelirlerinin sonraki dönemlere nisbetle fazla olmaması da gelişmiş bir beytülmâl kurumuna ihtiyaç göstermemiştir. Nitekim ilk halifenin ölümünde bir heyet huzurunda beytülmâli açan Hz. Ömer burada sadece 1 dinar bulabilmiştir.

İslâm topraklarının genişlemesi ve devlet gelirlerinin öncekilerle kıyas edilemeyecek derecede artması, Hz. Ömer döneminde beytülmâlin kurumlaşmasını ve İslâm devletinin malî yapısını oluşturacak şekilde teşkilâtlanmasını gerektirmiştir. Kettânî, Ebû Hüreyre’nin Bahreyn’den 500.000 dirhem değerinde mal getirmesi üzerine beytülmâle giren ve çıkan mallarla bu mallar üzerinde hak sahibi olanların düzenli bir şekilde kaydedilmesi zaruretinin doğduğunu ve Hz. Ömer tarafından bu iş için Akıl b. Ebû Tâlib, Mahreme b. Nevfel ve Cübeyr b. Mut‘im’in görevlendirilerek sonraki dönemlerde daha da gelişen beytülmâl divanının temellerinin atıldığını söylemektedir (et-Terâtîbü’l-idâriyye, I, 299). Bu devirde Medine’deki merkez beytülmâlinin dışında eyaletlerde de merkeze bağlı beytülmâllerin kurulduğu bilinmektedir. Hz. Ömer, Abdullah b. Erkam ve Muaykıb b. Ebû Fâtıma’yı merkezdeki beytülmâlde görevlendirmiş, Abdurrahman b. Ubeydullah el-Kārî’yi de bunların yardımcılığına getirmiştir. Kaynaklar, Hz. Ömer’in eyaletlere tayin ettiği valilerden ayrı olarak devlet gelirlerini tahsil etmek ve ihtiyaç fazlasını merkez beytülmâline göndermek üzere beytülmâl görevlileri tayin ettiğini kaydetmektedir. Halifenin kadılık ve beytülmâl görevlerini


bazan aynı şahsa verdiği de olurdu. Nitekim Abdullah b. Mes‘ûd’u Kûfe’ye hem kadı hem de beytülmâl sorumlusu olarak tayin etmiştir. Beytülmâlin sonraki yüzyıllarda büyük ölçüde varlığını sürdüren teşkilâtı Hz. Ömer zamanında tamamlanmış olduğundan araştırmacıların büyük bir kısmı beytülmâlin kurucusu olarak onu gösterirler.

İlk dönemlerde beytülmâlin muhafaza ve idaresinde kadıların önemli rol üstlendikleri görülmektedir. Hicrî 70-83 (689-702) yılları arasında Mısır kadısı olan İbn Huceyre aynı zamanda Mısır beytülmâlinden de sorumlu idi. Bu dönemlerde devlete ait birçok fonksiyon camide icra edildiği gibi bazı bölgelerde beytülmâl de camide korunmaktaydı. Mısır beytülmâlinin ilk devirlerde Fustat’taki Amr b. Âs Camii’nde bu iş için yaptırılan bir bölümde muhafaza edildiği bilinmektedir. Endülüs’te de sadece vakıf gelirlerinden veya müslümanların yapmış olduğu yardımlardan oluşan ve genel beytülmâlden ayrılması için “beytü mâli’l-müslimîn” denilen mallar şehirdeki en büyük camide ve başkadının nezâreti altında muhafaza edilmekteydi. Böylece beytülmâlin ikiye ayrıldığı ve genel hazinenin yanı sıra özel birtakım gelirlerin saklandığı daha dar kapsamlı bir beytülmâlin ortaya çıktığı görülmektedir. Burada genellikle şer‘î vergiler toplanmaktaydı. Beytülmâl adı daha ziyade bunun için muhafaza edilmiş ve kadıların denetim görevi de çoğunlukla bu beytülmâl üzerinde olmuştur. Diğeri ise bütün devlet gelirlerinin toplandığı ve “hizânetü’l-âmme” denilen genel devlet hazinesidir. Beytülmâlin halkın paralarını muhafaza etme fonksiyonunun olduğu da söylenebilir. Bazı kaynaklarda müslümanların emanet bıraktıkları mallardan oluşan beytülmâli genel beytülmâlden ayırmak için birinciye “beytü mâli’l-kudât” denmekte ve sadece bunun kadının idare ve nezâretinde olduğu belirtilmektedir (Tyan, s. 407). Fâtımîler’de ve Memlükler’de de beytülmâl üzerinde başkadının bir nezâret görevinin olduğu anlaşılmaktadır.

Devlet mallarının halifenin şahsî malı sayılmadığı anlayışı Hz. Peygamber döneminden itibaren mevcuttur. Hz. Ebû Bekir’in halife olduğu halde Ömer’in teklifine kadar şahsı için beytülmâlden harcama yapmadığı ve beytülmâl karşısında kendisini sadece bir kamu görevlisi olarak gördüğü bilinmektedir. Ancak halifeye ait şahsî malların beytülmâlden ayrı bir kurum olarak teşkilâtlanması (aş.bk.) sonraki dönemlerde ortaya çıkmıştır. Bu tür mallar Emevîler devrinde devlet hazinesinden ayrı mütalaa edilmiş ve Emevî halifeleri bazı harcamalarını şahsî mallarından yapmışlardır. İlk Emevî halifesi Muâviye, Sâsânî hükümdarlarının özel mülklerini kendi ailesi için muhafaza etmiş ve belirli harcamalarını bu mallardan yapmıştır. Bu malların Abbâsî halifeleri tarafından da aynı maksatla kullanıldığı ve Abbâsîler döneminde söz konusu malları idare etmek üzere özel bir divanın kurulduğu görülmektedir. Bu tür mallara “beytülmâl-i hâssa” (beytü’l-mâli’l-hâssa), devlete ait diğer mallara da “beytülmâl-i âmme” (beytü’l-mâli’l-âmme) denilmesi Abbâsîler döneminde ortaya çıkmış ve beytülmâl-i hâssa tabiri muhtemelen ilk defa Abbâsî Halifesi Hâdî tarafından kullanılmıştır. Onun zamanında beytülmâl-i âmme ve beytülmâl-i hâssadan vezir İbrâhim el-Harrânî sorumlu idi. Ayrıca beytülmâl-i hâssanın başında “sâhibü beyti’l-mâli’l-hâssa” denilen bir görevli bulunmaktaydı. İki hazine arasındaki sınır zaman zaman beytülmâl-i hâssa lehine aşılmışsa da tam tersinin vuku bulduğu ve beytülmâl-i hâssanın fevkalâde zamanlarda beytülmâl-i âmmeyi takviye için kullanıldığı da olmuştur (örnekler için bk. Mez, I, 210-211; Levy, s. 306-307). Bu ayırım daha sonraki İslâm devletlerinde de görülmektedir. Memlükler’de sultanın şahsî malları Dîvân-ı Hâs denilen ayrı bir divan tarafından idare edilir, başında bulunan kimseye de “nâzır-ı hâs” denirdi. Osmanlılar’da da aynı şekilde devlet hazinesine dış hazine, Hazîne-i Âmire, sultanın hazinesine iç hazine veya Enderun Hazinesi denilmekteydi.

Beytülmâl teşkilâtının Abbâsîler döneminde en gelişmiş düzeyine ulaştığı görülmektedir. Beytülmâle giren ve çıkanların kayıt ve idaresiyle sorumlu olmak üzere müstakil bir divan (Dîvânü beyti’l-mâl) bulunduğu gibi Dîvânü’l-harâc, Dîvânü’s-sadaka, Dîvânü’l-cünd ve Dîvânü’n-nafakat gibi divanların da beytülmâl idaresiyle yakın ilişkisi söz konusudur. Özellikle vilâyetlerdeki Dîvânü’l-harâc’lar devlet hazinesi yerine kaimdi. O bölgedeki memurların maaşları ve ordunun giderleri bu divandan karşılanır, artanlar nakit para veya mal olarak Bağdat’taki merkez beytülmâline gönderilirdi. Dîvânü beyti’l-mâl’de her grup mal için müstakil bir sicil tutulurdu (bk. DİVAN).

Osmanlılar’da beytülmâl “devlet hazinesi” anlamında kullanılmışsa da bu tabir daha sonra yerini hazine veya hazîne-i âmire terimlerine bırakmıştır (bk. HAZİNE). Ebüssuûd Efendi bir fetvasında, “Memâlik-i mahrûsenin arazisi beytülmâl için hiyâzet olunmuş arâzî-i harâciyyedir” (Akgündüz, I, 149-150) derken beytülmâl tabirini genel anlamıyla kullanmıştır. Bu mânada bazan “beytülmâl-i müslimîn” şekli tercih edilmiştir. Nitekim Budin kanunnâmesinde, “...arz-ı mîrî demekle mâruf olan arâzî-i memleket gibi rakabe-i arz beyt-i mâl-i müslimînin olup...” denmektedir (Barkan, s. 297; benzer kullanışlar için bk. s.115, 117-118, 210, 299-300, 326). Sonraları bu terim daha dar bir anlam kazanarak beytülmâl gelirlerinden sadece biri için kullanılır olmuş ve vârisi hazır bulunmayan veya bilinmeyen ölünün terekesine ve bunların muhafazasıyla görevli kuruluşa beytülmâl denilmiştir (muhtelif kanunnâmelerdeki örnekleri için bk. Barkan, s. 19, 34, 69, 80, 245, 280, 288, 317; Akgündüz, I, 181-182; II, 53, 119).

Yapısı ve İşleyişi. Klasik kaynaklarda ele alınış ve işlenişinden anlaşıldığı kadarıyla beytülmâl İslâm hukukunda sadece devlet mallarının muhafaza edildiği bir hazine olarak değil, aynı zamanda devletin taşınır taşınmaz mal varlığının bütünü ve leh ve aleyhinde hak ve borçların sabit olduğu müstakil bir kurum olarak kabul edilmiştir. Beytülmâl adına borçlanıldığı durumlarda bu borca muhatap olan, borçlanmayı yapan kamu görevlisi değil doğrudan doğruya beytülmâldir. Aynı şekilde beytülmâl gelirlerinin mülkiyeti de doğrudan beytülmâl için sabit olmaktadır. Devlet başkanının beytülmâl üzerindeki yetkisi de bir kamu görevlisi yetkisidir; dolayısıyla harcamaları kendi isteğine bağlı olmayıp kamu yararıyla sınırlıdır. Hz. Ömer, kendisinin beytülmâl karşısındaki durumunu vasînin yetim malları karşısındaki durumuna benzetmiştir. Bu anlayış İslâm tarihi boyunca esas itibariyle varlığını korumuştur. Endülüs Emevî Hükümdarı II. Abdurrahman bir sanatkâra devlet hazinesinden 30.000 dinar vermek istediğinde beytülmâl görevlisi devlet hazinesinden böyle bir bağışta bulunamayacağını kendisine hatırlatmış ve hükümdar 30.000 dinarı şahsî hazinesinden ödemek zorunda kalmıştır. Bütün


bunlara dayanarak beytülmâlin İslâm hukukunda hükmî şahsiyete sahip bir kurum gibi kabul edildiğini söylemek mümkündür. Nitekim gerek Mâverdî gerekse çağdaşı Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, beytülmâlin devlet mallarının muhafaza altında bulunduğu bir mekândan ibaret olmadığını, onun hak ve borçlara ehil bir kurum -her iki müellif de buna “cihet” demektedir- olduğunu belirtmektedirler (Mâverdî, s. 266; Ebû Ya‘lâ, s. 251).

İslâm devletinin malî yapısının temelini oluşturan beytülmâl çeşitli vergiler ve diğer gelirlerle beslenmekte ve bunlar belirli harcama kalemlerine sarfedilmektedir. Zaman içinde bu gelir ve giderlerde farklılıklar doğmuş bulunmakla birlikte yine de hiçbir dönemde değişmeyen gelir ve gider kalemleri söz konusu olmuştur.

Beytülmâlin belli başlı gelirlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: 1. Zekât. Müslüman mükelleflerden para, ticarî mal, toprak ürünleri ve hayvanlardan % 2,5 ile % 10 arasında değişen oranlarda alınan vergi. 2. Humus. Savaş yoluyla elde edilen menkul ganimetlerden beytülmâle intikal eden beşte bir oranında paylarla Hanefîler’e göre define ve madenlerden yine aynı oranda alınan hisseler. 3. Haraç. Gayri müslim toprak sahipleriyle haraç statüsüne tâbi toprakların maliki olan müslüman mükelleflerden alınan ve nisbeti değişen toprak vergisi. 4. Cizye. İslâm devleti tebaası olan gayri müslim erkeklerden alınan vergi. 5. Uşûr. İslâm devleti tebaası olan gayri müslimler (zimmî) tarafından ithal edilen ticaret mallarından % 5, yabancılar tarafından ithal edilen mallardan % 10 oranında veya mütekabiliyet esasına göre tahsil edilen vergi. Hukukçuların çoğu haraç, cizye ve uşûru fey* geliri olarak tek bir kalem halinde mütalaa etmektedirler. 6. Devlet arazisinden ve emlâkinden elde edilen gelirler. 7. Mirasçı bırakmadan ölenler ve irtidad edenlerin malları ile buluntu ve sahipsiz mallar. Mirasçısı olmayan kimsenin malları Şâfiîler’e göre miras payı, Hanefîler’e göre ise sahipsiz mal olarak beytülmâle kalmaktadır. İkisi arasındaki fark vasiyetin yerine getirilmesinde ortaya çıkmaktadır. Şâfiîler’de beytülmâlden başka mirasçı olmadığı durumda da vasiyetin terekenin üçte birini aşmaması esastır; devlet de mirasçı olduğundan vasiyetin terekenin üçte birini aşan kısmı gerçekleştirilmez. Hanefîler’de ise beytülmâl mirasçılar arasında sayılmadığı için başka mirasçı yoksa vasiyetin tamamı yerine getirilir; geri kalan mal varlığı beytülmâle intikal eder. Ayrıca Şâfiî ve Mâlikî hukukçularına göre beytülmâl mirasçı olarak asabe* ve ashâbü’l-ferâiz*den sonra üçüncü sırada yer alırken Hanefîler’e göre zevi’l-erhâm* ve mevle’l-müvâlât* gibi farklı yakınlar da mirasçı sınıfına girmekte, ancak bu gruplarda kimse bulunmadığı takdirde vasiyetlerden artakalan mal varlığı beytülmâle kalmaktadır. 9. İnfak gelirleri. Olağan üstü durumlarda müslümanlardan istenen bağışlardır. Hz. Peygamber özellikle savaş masraflarını karşılamak veya fakir ve düşkünlere yardım etmek için müslümanlardan infakta bulunmalarını istemiştir.

Beytülmâlin gelir kaynakları sadece bunlardan ibaret değildir. İhtiyaç halinde ve beytülmâlin boş olduğu durumlarda İslâm devleti gerek servet gerekse gelirler üzerine yeni vergiler koyabilir. Çeşitli İslâm devletlerinde tarih boyunca bu türden birçok vergi tahsil edilmiştir. Osmanlılar’daki avârız vergileri bunun örneklerinden biridir. Zekât ve humus dışındaki vergi oranlarını devlet başkanı zamanın şartlarına göre serbestçe belirleyebilir. Nitekim Hz. Ömer Medine pazarına mal getiren Nabatlılar’dan genelde % 10 uşûr vergisi alırken pazara getirilmesini teşvik amacıyla buğday ve zeytinyağından % 5 vergi almıştır. Emevîler ve Abbâsîler döneminde yeniden konan birtakım vergilerin yanı sıra cizye ve haraç miktarlarının da arttırıldığı görülmektedir.

Beytülmâl gelirlerini devlet başkanının harcama yetkisi bakımından ikiye ayırmak gerekir. Bazı gelirlerin naslarda belirtilen sarf yerlerine harcanması zaruri olup başka yerlere kaydırılması imkânsızdır. Meselâ nerelere sarfedileceği Tevbe sûresinin 60. âyetinde belirtilen zekât gelirlerinin başka yerlere harcanması söz konusu değildir. Bu bakımdan devlet başkanının bu tür mallardaki yetkisi yed-i emînin kendisine bırakılan emanet mallar üzerindeki yetkisine benzetilmiş ve bunun sadece sarf yerlerine ulaşıncaya kadar bu gelirleri muhafaza etmek ve zamanı geldiğinde yerlerine ulaştırmaktan ibaret olduğu ifade edilmiştir. Bununla birlikte devlet başkanının bu konuda sınırlı bir yetkiye sahip olduğu kabul edilmiştir. Nitekim devlet başkanı zekât gelirlerini Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilen sekiz gruptan istediğine dilediği oranlarda ayırabileceği gibi ihtiyaç halinde sadece bir veya iki gruba da tahsis edebilir. Yalnız Şâfiîler bu konuda farklı düşünmekte ve zekât gelirlerinin sekiz eşit parçaya bölünerek her bir gruba kendi payının verilmesini gerekli görmektedirler. Öşür her ne kadar toprak ürünlerinin zekâtı demek ise de Ebû Hanîfe’ye göre bunun mutlaka zekât gruplarına dağıtılması gerekli değildir. Devlet başkanı bu gelirleri dilediği yerlere harcama yetkisine sahiptir. Şâfiîler’e göre ise öşür gelirlerinin de zekâtta olduğu gibi sekiz grup arasında paylaştırılma mecburiyeti vardır. Ganimetten devletin hissesine düşen beşte bir pay (humus) ise Hz. Peygamber’in sağlığında Enfâl sûresinin 41. âyetine göre Hz. Peygamber’e, yakınlarına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara harcanırken Resûlullah’ın ölümünden sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman döneminde sadece son üç gruba dağıtılmıştır. Hz. Ali de kendi döneminde buna uymuştur (Ebû Yûsuf, s. 21). Hanefîler bu uygulamayı esas alarak ganimet gelirlerinin bu üç gruba harcanması gerektiğini söylerler. Âyetteki hükmün genel oluşuna itibar eden Şâfiîler’e göre ise paylaşımda bir değişiklik yoktur, sadece Hz. Peygamber’in payı devlet başkanına intikal etmiştir; diğerleri de önceden olduğu gibi Ehl-i beyt, miskin, yetim ve yolda kalmışlara sarfedilmelidir. Harcama kalemleri bakımından define ve madenlerden alınan beşte birlik pay da bu gruba girmektedir. Ayrıca Şâfiîler gayri müslimlerden elde edilen fey gelirlerinden de beşte bir pay ayırmakta ve bunu humus içinde mütalaa etmektedirler. Humus gelirlerinin harcanmasında ise devlet başkanının takdir hakkı yoktur.

Tasarruf yetkisi devlet başkanına bırakılan ikinci grup gelirlerden biri feydir. Hz. Ömer Haşr sûresinin 7-10. âyetlerinde belirtilen hak sahiplerinin bütün müslümanları içine aldığı kanaatindedir. Haraç, cizye, gayri müslimlerden alınan uşûr vergisiyle savaş veya barış yoluyla alınan gayri menkuller ve diğer devlet gelirleri de bu bakımdan fey gelirleri gibidir. Devlet başkanının bu tür malları harcamadaki takdir hakkı mal sahibinin kendi malları üzerindeki yetkisine benzetilmiştir. Bu sebeple kamu yararı gerektiriyorsa bu malları satıp nakde çevirebilir, beytülmâle ait toprakları vakıf mallarındaki hükümler geçerli olmak şartıyla kiraya verebilir, meyvelikleri ortaklık


suretiyle işletebilir. Harcama kalemlerinin tâbi olduğu bu farklı hükümleri göz önüne alan Hanefîler beytülmâli zekât, humus ve fey beytülmâli olarak üç grup halinde mütalaa etmişlerdir. Buluntu malları ise ayrı olarak düşünüp bu ayırımı dörde çıkaranlar da vardır. Devlet başkanı ihtiyaç halinde zekâtın sarf yerlerine fey gelirlerinden harcama yapabilir. Ancak zekât gelirini sarf yerleri dışına harcamak zorunda kalırsa daha sonra bu meblağı zekât beytülmâline ödemek zorundadır.

Beytülmâlin harcama kalemlerini de başlıca şu gruplar altında toplamak mümkündür: 1. Maaşlar. Beytülmâl giderlerinin en önemli kalemini oluşturan maaşlar Hz. Peygamber döneminden itibaren bu kurum tarafından karşılanmıştır. Zekât gelirlerini toplamakla görevlendirilmiş memurların (âmil) maaşları da beytülmâlden verilmekle birlikte bunlar genel gelirlerden değil zekât gelirlerinden karşılanır. 2. Ordunun giderleri. Özellikle geçmiş dönemlerde beytülmâlin en önemli gider kalemini teşkil etmiştir. 3. Diğer kamu giderleri. Genel olarak bayındırlık, eğitim, sağlık hizmetleri gibi diğer hizmetlerin masrafları bu grubu oluşturur. 4. Zekât ve humus giderleri. Zekât ve humus gelirleri Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça belirtilen kimselere dağıtılmaktadır. Zekâtta hak sahibi olanlar fakirler, miskinler, zekât memurları, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler (müellefe-i kulûb), köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış olanlardır. Humus gelirlerinde hak sahibi olanlar ise yetim, miskin ve yolda kalmışlardır. 5. Genel yardımlar. Beytülmâlden ihtiyaç sahibi halka yapılan yardımlar da önemli bir gider kalemini oluşturmaktadır. Nitekim Hulefâyi Râşidîn döneminde zekât dışındaki devlet gelirlerinden müslümanlara belli esaslar dahilinde ödemeler yapılmıştır. Hz. Ömer bu ödemeleri İslâm’a girmede öncelik ve cihada katılma esasına dayanan bir sınıflandırmaya göre yapmaktaydı. Âkıle*si olmayan veya fakir olan kimselerin diyetleri de beytülmâl tarafından ödenir.

Bu giderler karşılandıktan sonra beytülmâlde bir gelir fazlası kalırsa Hanefîler’e göre bu muhtemel masrafları karşılamak üzere beytülmâlde alıkonur. Şâfiîler’e göre ise gelir fazlası bekletilmeden kamu yararına harcanır, ancak zaruri harcamayı gerektirecek yeni ihtiyaçlar ortaya çıktığı takdirde bunları karşılamak bütün müslümanlara farzdır. Bu konuda öne sürülen üçüncü bir görüş, bu fazlalığın muhafaza edilmesi veya kamunun yararına harcanması hususunun devlet başkanının takdirine bırakılması şeklindedir.

Bugün olduğu gibi devletin belirli bir zaman dilimi içindeki gelir ve giderlerinin önceden tahmin ve tasdikini içeren bir karar anlamındaki bütçe anlayış ve uygulamasına beytülmâl kurumunun uzun tarihi içinde rastlanmamakta ise de devletin yıllık gelir ve giderlerinin birbirine denk olması, özellikle giderlerin gelirleri aşmaması gerektiği anlayışı hemen ilk dönemlerden itibaren mevcuttur. Hz. Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye gönderdiği bir yazıda yılda bir gün devlet hazinesinin tamamen boş olduğunu belirtmekte, bununla da yıllık gelir fazlasının müslümanlara tamamen intikal ettirildiğini ve gelir gider denkliğinin sağlandığını anlatmak istemektedir. İbn Ebü’r-Rebî‘, Abbâsî Halifesi Mu‘tasım-Billâh’a sunduğu eserinde gelirlerin giderlerden fazla olduğu bir devlette devlet başkanının doğru yolda, az olduğu bir devlette de yanlış yolda bulunduğunu, gelir ve giderlerin birbirine denk olmasının ise normal dönemler için makul telakki edildiğini belirtmektedir (Yeniçeri, s. 261-265).

İslâm tarihinde beytülmâlin başka fonksiyonlar da icra ettiği görülmektedir. Bunların başında onun şahıslara borç vermesi gelmektedir. Özellikle İslâm tarihinin ilk dönemlerinde beytülmâlin bu fonksiyonunun büyük işlerlik kazandığını söylemek mümkündür. Meselâ İbnü’l-Esîr, Hz. Ömer’in Hind bint Utbe’ye beytülmâlden 4000 dirhem borç verdiğini ve Hind’in bu parayı ticarî faaliyetlerinde kullandığını nakleder (el-Kâmil, III, 62). İbn Sa‘d ve Taberî bizzat Hz. Ömer’in de muhtelif vesilelerle beytülmâlden borç aldığını rivayet ederler. Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Basra valiliğinde bulunan Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, halifenin iki oğlu Abdullah b. Ömer ve Ubeydullah b. Ömer’e Basra beytülmâlinden Medine’deki merkez beytülmâline götürülmek üzere bir miktar para vermiş, onlar da bu para ile Irak’tan ticaret malı alıp Medine’ye götürmüşler ve orada satıp beytülmâlin parasını ödemişlerdir. Hz. Ömer bu ticaretten elde edilen kârın yarısını beytülmâl için alıkoymuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 200; V, 445; Buhârî, “Zekât”, 20, 60, 68-69; Müslim, “Zekât”, 161; Ebû Dâvûd, “İmâre”, 35; Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 80; Ebû Yûsuf, el-Harâc, s. 19-29, 45-51, 8294, 131-137, 142-148; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahire 1353, s. 261; İbn Sa‘d, et-Tabakāt, III, 276; Belâzürî, Fütûĥ (Rıdvan), s. 135; Taberî, Târîh, Kahire 1939, I, 1850; V, 321; Cehşiyârî, el-Vüzerâ’ ve’l-küttâb, s. 12; Kudâme b. Ca‘fer, el-Harâc (Zebîdî), s. 33-36; Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 266-268; Ebû Ya‘lâ, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 251-253; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 62; Kalkaşendî, Subhu’l-a‘şâ, I, 91; Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ’, s. 20; Muhammed Kürd Ali, el-İdâretü’l-İslâmiyye, Kahire 1934, s. 1, 8, 14; Uzunçarşılı, Medhal, s. 362-387; Barkan, Kanunlar, s. 19, 34, 69, 80, 115, 117-118, 210, 245, 280, 288, 297, 299-300, 317, 326, 354, 385; S. A. Q. Huseyni, Arap Administration, Madras 1948, s. 19-20; Mez, el-Hadâretü’l-İslâmiyye, I, 189-236; D. Sourdel, Le Vizirat ‘Abbāside, Damas 1959-60, I, 123; Hasan İbrâhim Hasan, Târîhu’l-İslâm, Kahire 1953, I, 490; a.mlf. – Ali İbrâhim Hasan, en-Nuzumü’l-İslâmiyye, Kahire, ts. (Mektebetü’n-Nehdati’l-Mısriyye), s. 221-250; E. Tyan, L’Histoire de l’organisation judiciaire en pays d’Islam, Leiden 1960, s. 404-410; Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara 1963, s. 75, 81; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 177-178, 231; a.mlf., “Budgeting and Taxation in the Time of Holy Prophet”, JPHS, III/1 (1955), s. 1-11; Reuben Levy, The Social Structure of Islam, Cambridge 1979, s. 305-327; Kose’ Morimoto, The Fiscal Administration of Egypt in the Early Islamic Period, Dohosho 1981, s. 91-139, 200-222; Celal Yeniçeri, İslâmda Devlet Bütçesi, İstanbul 1984, s. 47-55, 261-265; Abdülkerîm Abduh Hatâmile, el-Binyetü’l-idâriyye li’d-devleti’l-‘Abbâsiyye fi’l-karni’s-sâlisi’l-hicrî, Amman 1406/1985, s. 56-65; Abdülhüseyin Ali Ahmed, Beytü’l-mâl fi’l-asri’l-‘Abbâsiyyi’l-evvel (doktora tezi 1989), Mektebetü Nâdî Talebeti Katar bi’l-Kahire, nr. 15, s. 283-296; Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), I, 297-301; II, 151-169; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1990, I, 149-150, 181-182; II, 53, 119; S. M. Imamuddin, “Bayt al-Mal and Banks in the Medieval Muslim World”, IC, XXXIV/1 (1960), s. 22-30; Zekeriyya Muhammed el-Kudat, “Beytü’l-mâl fî ‘asri’r-resûl”, Abhath al-Yarmouk, IV/1, İrbid 1988, s. 7-35; Ebül’ulâ Mardin, “Beytülmâl”, İA, II, 591-593; Pakalın, I, 225-226; N. J. Coulson – R. Le Tourneau, “Bayt al-Māl”, EI² (İng.), I, 1141-1149; “Beytü’l-mâl”, Mv.F, VIII, 242-264.

Mehmet Erkal