BEYLİKÇİ

Dîvân-ı Hümâyun’a bağlı Beylikçi, Ruûs ve Tahvil kalemlerinin âmiri ve reîsülküttâbın yardımcısı.

Devlete ait hak ve yetkileri ifade eden “beylik” ile Türkçe “çi” ekinden oluşan kelimenin bitikçiden gelmiş olabileceği de ileri sürülmüştür (Kāmûs-ı Türkî, s. 299). Beylikçiliğin ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ahmed Resmî Efendi 1060’tan (1650) sonra ortaya çıktığını belirtmekte ise de (Sefînetü’r-rüesâ, s. 7) daha önceki tarihlere ait belgelerde beylikçilik görevinin verildiği görülmektedir (BA, KK-Ruûs, nr. 261, s. 8). Esasen ismi farklı olsa bile beylikçiliğe benzer bir makamın Osmanlılar’da divanın teşkil edildiği tarihten beri mevcut olması kuvvetle muhtemeldir. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren nişancının devlet teşkilâtındaki önemi azalmaya başlarken reîsülküttâb ön plana çıkmış, beylikçinin de bu dönemde divan kalemlerinin âmiri olarak görev ve sorumluluğu artmıştır. Şer‘î sahanın dışında kalan divan muamelâtının düzenlenmesi, üst makamlara sunulması, divan defterlerinin tutulması, ahidnâme, ferman, hatt-ı hümâyun, nâme-i hümâyunların hazırlanması ve kontrolü hep onun sorumluluğunda idi. d’Ohsson, askerî ve mülkî nizamnâme ve kanunların hazırlanmasının, yabancı devletlerle yapılan muahedelerin muhafazasının, maliye dışındaki bütün emir ve fermanların çıkarılmasının Beylikçi Kalemi’ne ait olduğunu söylemektedir (Tableau générale, VII, 160).

Beylikçi Kalemi’nde çeşitli tarihlerde başlanılarak tutulan defterler arasında nâme-i hümâyun, mühimme, mühimme zeyli, atîk şikâyet, mukavelenâme, mühimme-i mektûm, mühimme-i Mısr, nefiy ve kısas, imtiyaz, muktezâ, kalebend, ahkâm, izn-i sefîne, tevcîhât-ı mülkiyye, kilise, şehbender, gayri müslim cemaatleri, nişan, tekaüd, kanunnâme-i askerî ve meclis-i Tanzîmat defterleri sayılabilir.

Beylikçi Kalemi’nde belgelerin yazılması ve muamelenin takibinden sorumlu olan, kalemdeki kâtiplere nezaret eden bir kesedar, kâtiplerin yazdıkları yazıları gözden geçiren bir mümeyyiz, hazırlanan emir ve hükümlerin mevcut kanunlara ve nizamlara uygunluğunu inceleyen bir kanuncu, dairedeki işler hakkında rapor tanzim eden bir i‘lâmcı bulunmakta idi. Bu görevlilerin her biri birer şubenin başı idi. Bunlardan başka serdefterci ve istenilen defterleri getirmek üzere defterciler vardı. Beylik Kalemi’nden yazılan her fermandan XVIII. yüzyıl ortalarında bir kuruş, mütesellim beratından dört kuruş resim (harc) alınır, bunun yarısı reîsülküttâba, yarısı da beylikçiye ait olurdu.

Devlet muamelâtı Dîvân-ı Hümâyun’dan önce Paşa Kapısı’na, oradan da Bâbıâli’ye intikal edince beylikçiliğin de önemi arttı. Burada muamelenin seyri belli usuller içinde olurdu. Dîvân-ı Hümâyun’da görüşülüp karara bağlanan konuların müsveddeleri kalemde hazırlanır, beylikçinin ve reîsülküttâbın kontrolünden sonra kesinleşerek temize çekilir, tuğra için nişancıya gönderilirdi. Önemli meselelerde ferman çıkarılmak için önce sadrazam bir telhis*le padişahın rızâsını alır,


oradan gelen hatt-ı hümâyuna göre Beylikçi Kalemi’nde müsvedde hazırlanır, ilgili makamlardan geçerek kesinlik kazanırdı. Beylikçi kendisine havale edilen meselenin önemine ve mahremiyetine göre açık veya gizli olarak çalışma saatleri içinde dairesinde, eğer çok gizli ise akşam evinde metni kaleme alırdı. Tamim niteliğindeki fermanları ise kalemdeki bir kâtip okur, çok sayıda kâtip aynı anda yazardı. Nitekim Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile ilgili ferman Beylikçi Pertev Efendi tarafından kaleme alınmış, yüzden fazla suret çıkarılarak pek çok yere gönderilmişti (Esad Efendi, s. 103-106).

Yabancı devletlerin elçilerinden Hariciye Nezâreti’ne gelen evrak önce Beylikçi Kalemi’ne gelir, beylikçi evraka “muktezâ” işareti koyarak incelenmek üzere kaleme havale ederdi. Buradaki uzmanlar konunun antlaşmalara, devletler arası hukuka uygunluğunu araştırarak muktezâ işareti altına ayrıntılı kayıtlar düşerler, daha sonra evrak tekrar Hariciye Nezâreti’ne gönderilirdi. Ayrıca bu nevi evrak Beylikçi Kalemi’nde muktezâ defterlerine işlenirdi.

1873 tarihli bir düzenlemeye göre Beylikçi Kalemi kesedar ve mümeyyiz idaresinde kanun memuru, iki mukabeleci, iki hulâsa memuru, başdefterî, dört defterî ve birçok kâtipten oluşuyordu. Görevliler üç sınıf halinde kırk kişiye ulaşmakta idi. Bunların dışında çok sayıda mülâzim vardı. Buradaki uygulamaya göre kanunî ve müsevvid efendiler tarafından kaleme alınan müsveddeler başdefterciye, oradan mümeyyize gider, yazışma usullerine ve eski örneklerine uygunluğu kontrol edilip düzeltmeler yapıldıktan sonra kesedar tarafından incelenir, oradan beylik kesedarına, son olarak da beylikçilik makamına sunulurdu. Beylikçinin “yazıla” kaydından sonra temize çekilir, tarih ve mühür konulur, beylik odasından “sah” işareti çekilirdi. Kalemdeki hulâsalar üzerine de aynı tarih ve işaretler konulduktan sonra sahiplerine verilmeden önce son kontrol için tekrar beylikçiye sunulurdu. Bu arada herhangi bir safhada şer‘î veya örfî mevzuata aykırılıktan şüphelenilirse şer‘î makamlardan, sadâretten, Şûrâ-yı Devlet’ten, Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye’den veya ilgili diğer dairelerden sorulup görüş alınırdı. Aynı şekilde Ruûs ve Tahvil kalemlerindeki evrak da çeşitli safhalardan geçtikten sonra beylikçi tarafından son kontrolü yapılırdı (BA, İrade-Dahiliye, nr. 46.122).

Küttâb* zümresine mensup olan beylikçi meslek için gerekli olan temel bilgileri aldıktan sonra Dîvân-ı Hümâyun ve Bâbıâli’nin çeşitli kalemlerinde ustaçırak ilişkisi ile yetişir, inşâ sanatının inceliklerini, çeşitli kavram, ibare ve hukukî mevzuatı, iç ve dış meselelere dair devlet siyasetini öğrenirdi. Bu hizmetleri sırasında ilerleyerek üstün başarı gösterenler reîsülküttâblık ve sadrazamlığa kadar yükselebilirlerdi. Çok defa teşrifatçılık görevinde de bulunduklarından devlet protokolünü çok iyi bilirlerdi. Hatta iki görevi birlikte yürütenleri de vardı. Meselâ Abdullah Nâilî Paşa’ya 1743’te beylikçiliğe ilâveten teşrifatçılık da verilmiş, kendisi daha sonra sadrazamlığa yükselmişti (Şem‘dânîzâde, I, 111).

XIX. yüzyılda beylikçiler devamlı ve geçici olarak çeşitli diplomatik görevlere de tayin edilmişlerdir. Ayrıca yabancı devlet elçileri İstanbul’a geldiklerinde yapılan görüşmelerde beylikçilerin önemli görevler üstlendikleri olurdu (BA, HH, nr. 37.935). Bu dönemde onların devam ettikleri kalemlerde bazı Batı dillerini öğrendikleri de bilinmektedir. Nitekim bu sayede 1255’te (1839) Beylikçi Şekib Efendi Londra Sefareti’nde görevlendirilmiş, Mahmud Râif Efendi, Yusuf Âgâh Efendi ile İngiltere’ye sefaret başkâtibi olarak gitmiş, dönüşte 1796’da beylikçi olmuştur. 1834-1835’te beylikçi efendi Beç’te bir süre kalarak İmparator ve Başvekil Metternich ile mülâkatta bulunmuş, gidip gördüğü yerlerin durumu hakkında Bâbıâli’ye rapor sunmuştur (BA, HH, nr. 47.262-C). Aynı şekilde Bâbıâli Tercüme Odası’ndan yetişen Ahmed Ârifî Paşa’ya Dîvân-ı Hümâyun tercümanlığına ilâveten beylikçilik de verilmiş, bir süre çeşitli diplomatik görevlerde bulunduktan sonra sadrazam olmuştur.

Beylikçiler Umûr-ı Hâriciye Nezâreti kuruluncaya kadar reîsülküttâbın başyardımcısı durumunda iken 1253’te (1837) reîsülküttâbların Hariciye nâzırı olmalarından sonra sadârete bağlanmışlar ve oradaki kalemlerin âmiri durumuna gelmişlerdir. Bu makam Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar devam etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, KK-Ruûs, nr. 261, s. 8; BA, HH, nr. 4852, 23.302-A, 37.935, 47.165, 47.262-C; BA, İrâde-Dâhiliye, nr. 46.122; Şem‘dânîzâde, Mür’i’t-tevârih (Aktepe), I, 111; Ahmed Resmî, Sefînetü’r-rüesâ, İstanbul 1269, s. 7; Esad Efendi, Üss-i Zafer, İstanbul 1243, s. 103-106; Kāmûs-ı Türkî, s. 299; Lutfî, Târih, IX, 65, 98, 102, 114; d’Ohsson, Tableau générale, VII, 160; Midhat Sertoğlu, Muhteva Bakımından Başvekâlet Arşivi, Ankara 1955, s. 14-29; H. Gibb – H. Bowen, Islamic Society and the West, Oxford 1969, I/1, s. 119, 121, 122, 125; Ahmet Mumcu, Divân-ı Hümayun, Ankara 1976, s. 7, 68, 128; C. V. Findley, Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire, New Jersey 1980, s. 74, 8386, 260, 335, 368, 382; Hammer, “XVIII. Asırda Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet Teşkilâtı ve Bâbı-âlî” (trc. Halit İlteber), İÜ Hukuk Fakültesi Mecmuası, VII, İstanbul 1941, s. 571, 583; T. Temelkuran, “Divân-ı Hümayun Mühimme Kalemi”, TED, VI (1975), s. 129-175; Pakalın, I, 221; Halil İnalcık, “Reis-ül-Küttab”, İA, IX, 674-675.

Mehmet İpşirli