BEY‘

البيع

Mülkiyeti nakleden akidlerin en yaygın olanı, satım akdi.

Giriş. Sözlükte “mübâdele” anlamına gelen bey‘ (çoğulu büyû‘), genelde alışveriş ve ticareti, İslâm hukuku terimi olarak da satım akdini ifade eder. Arapça’da bey‘ ile eş anlamlı olan şirâ hem satın alma hem de satma anlamlarını ifade etmekle birlikte satımı ifadede bey‘in, satın almada ise şirânın kullanımı yaygınlık kazanmıştır.

İslâm’ın doğuşu sırasında Mekke şehri Arap yarımadasının merkezi görünümünde olup yoğun bir ticarî faaliyete sahne teşkil ediyordu. Mekkeli Araplar arasında faizli işlemler, hür iradeyi tam yansıtmayan, hile ve kumarla karışık sembolik hareketlere dayanan alışverişler, büyük ölçüde risk ve aldanmanın bulunduğu ticarî muameleler oldukça yaygındı. Kur’an ticarî ilişkilerde karşılıklı rızâyı esas almak ve bunun bulunmadığı işlemleri gayri meşrû saymak suretiyle (bk. en-Nisâ 4/29) Câhiliye döneminin bu alışveriş türlerini ilke olarak reddetmiş, Hz. Peygamber’in sünnetinde konu daha da açıklığa kavuşturulmuş ve neticede ticarî işlemleriyle bütün borç münasebetleri sağlıklı bir zemin ve yapıya kavuşturulmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’de bey‘, teknik bir terim ve akid olmaktan çok bütün ticarî işlemleri kapsayabilen genel bir anlama sahiptir. Kur’an, Mekke’deki ticarî hayatın etkisi altında kaldığı için değil (krş. EI² [İng.], I, 1111), insanlığın ticarî işlemlerini genelde alışveriş simgelediği ve dünyevî kazancı tek hedef kabul edenleri uyarıp onlara gerçek kazancı göstermeyi amaçladığı için sık sık alışveriş konusuna temas etmiştir. Diğer taraftan Kur’an âhiret hayatında alışverişin söz konusu olamayacağını bildirmekte (el-Bakara 2/254; İbrâhim 14/31), insanlar arasında çok yaygın olan bu muamelenin onları Allah’ı hatırlamaktan alıkoymamasını istemektedir (en-Nûr 24/37). Cuma ezanının okunmasıyla alışverişin bırakılıp namaza gidilmesini emretmekte (el-Cum‘a 62/9), Allah Teâlâ’nın, kendi yolunda savaşanların canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almış olduğunu bildirmekte ve müminleri bu alışverişlerinden dolayı kutlamaktadır (et-Tevbe 9/111). Kur’ân-ı Kerîm’de faizi de bir nevi alışveriş sayanlara cevap olarak Allah’ın alışverişi helâl, faizi ise haram kıldığı bildirilirken (el-Bakara 2/275) yine bey‘ genel anlamıyla ticarî işlemler karşılığında kullanılmıştır. Bey‘in eş anlamlısı olan şirâ ile aynı kökten türeyen iştirâ kelimeleri de genellikle lugat anlamına uygun olarak “mübâdele” mânasına alınmıştır (bk. el-Bakara 2/16, 86, 90, 175, 207; Âl-i İmrân 3/177; el-Mâide 5/44; et-Tevbe 9/111).

Kur’an’ın alışverişlerde şahit bulundurmayı emreden hükmü (el-Bakara 2/282), İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından, biraz da mevcut şartların tabii sonucu olarak kesin bir emir değil de tavsiye (nedb) mahiyetinde anlaşılmıştır. Kur’an’da ahde vefâ emredilirken çok defa dünyevî akid ve sözleşmelere bağlılığı da kapsayacak şekilde genel bir anlatım tarzı benimsenmiştir (el-Bakara 2/177; en-Nahl 16/91; el-İsrâ 17/34; el-Mü’minûn 23/8; el-Meâric 70/32). Ayrıca akidlere riayet edilmesi istenmiş (el-Mâide 5/1), ölçü ve tartıda hile yapanlar şiddetle kınanmış (el-Mutaffifîn 83/ 1-3; Hûd 11/85), aldatma, haksızlık, yalan gibi kötü davranışlar yasaklanmış


ve böylece alışverişin dinî ve ahlâkî temelleri ortaya konulmuştur.

Hz. Peygamber’in sünnetinde bey‘ daha açık ve hukukî bir muhteva kazanmıştır. Resûlullah, İslâm öncesi Mekke toplumunda yaygın olan fakat aldanma, haksızlık ve sömürüye yol açan alışveriş türlerini tek tek yasaklamış, faizi belirleyerek alışverişi ve diğer borç münasebetlerini faizden arındırmış, satım akdini Kur’an hukukunun genel hükümleri ve amaçları istikametinde tashih ve tâdil etmiştir. Satım akdiyle ilgili hadislerin önemli bir bölümünün bu nevi yasak ve düzenlemeleri konu edinmesi bu sebepledir. Alışverişi İslâm ihdas etmemiş, ancak insanlığın ilk devirlerinden itibaren var olagelen bu akdi iyileştirerek olması gereken aslî tabiatına kavuşturmuştur. Bu sebeple İslâm öncesi Mekke toplumunun ticarî hayatında mevcut birçok kavram, şekil ve prensibin İslâm tarafından aynen alınması ve devam ettirilmesi yadırganmamalıdır (krş. EI² [İng.], I, 1111).

Kur’an ve Sünnet’in genel ilke ve özel hükümlerini esas alarak doğan, gelişen ve İslâmî hukuk ekolleriyle de (mezhepler) belli bir doktriner yapı kazanan İslâm hukukunda bey‘ kelimesiyle borçlar hukukunun özünü teşkil eden satım akdi kastedilmiştir. Satım akdinin uzun geçmişi, yaygınlığı ve önemi bir bakıma borçlar hukukunun bu akid üzerinde yoğunlaşarak gelişmesine yol açmış, sonuçta da hem satım akdinin muhtevası genişlemiş, hem de satım akdine ait hükümler ve çözümler zamanla borçlar hukukunda genel kurallar halini almıştır. Klasik kaynaklarda satım akdinin öncelikli ve ayrıntılı olarak işlenip borçlar hukuku nazariyesinin bu akid üzerinde kurulması ve satım akdinin diğer akidler için “model akid” hüviyetini alması bu sebepledir.

İslâm hukukunda satım akdi (bey‘), mülkiyeti nakledici, bağlayıcı (lâzım), tam iki taraflı (ivazlı) ve rızâî bir akid olup isimli (tipik) akidlerin en başta gelenidir. Ancak İslâm hukukunun klasik sistematiği ve satım akdinin belli şeklî şart ve neviler altında işlenmiş olması, ilk planda İslâm hukukunda “tip mecburiyeti” fikrinin hâkim olduğu izlenimini vermekteyse de gerçekte bu hukukta karşılıklı rızânın zedelenmemesi şartıyla akid ve şekil serbestisi esastır. Bu telakki tarzının en açık örneği, İslâm’ın Câhiliye toplumunun şeklî ve sembolik davranışlarla yapılan alışveriş türlerini kaldırıp karşılıklı rızâyı akdin kuruluşunda tek esas olarak benimsemesidir. Hanefîler’in satım akdinin rüknünü sadece icap ve kabulden ibaret saymaları, İmam Şâfiî’nin, alışverişlerde ibâha*nın asıl olup ancak şâri‘in yasakladığı nevi ve tarzların haram olduğunu belirtmesi (el-Üm, III, 3) bu fikri teyit eder. Kaynaklarda satım akdi konusunda yer alan şeklî ve doktriner ayrıntılar ve sınırlamalar da temelde akdî rızâyı zedeleyen sakatlık ve tehlikelerden tarafları korumayı hedef alır.

İslâm hukukçularının ve hukuk ekollerinin satım akdini tarifleri, ayrıntıdaki farklılıklar bir yana, “malın temlik kastıyla malla değişimi” şeklindedir. Bu tanım sebebiyle satım akdi en yakın akidlerden, meselâ menfaatin temlikini konu alan ve süreli olan icâre ve âriyetten, bedelsiz temlik olan hibe ve vasiyetten ayrılır. Ancak hukuk ekollerinin “mal” anlayışındaki farklılığa paralel olarak satım akdinin kapsamı genişler ve daralır. Akidde yer alan karşılıkların mahiyetlerine bağlı olarak satım akdinin şu dört gruba ayrılması kapsamı hakkında da bir fikir vermektedir: Her iki bedelin de ayn* olması halinde mukayeda (trampa), ayn karşılığı deyn* olursa mutlak bey‘, iki bedelin de deyn olması durumunda sarf, deynin ayn karşılığı satımı halinde de selem akdinden söz edilir. Mutlak bey‘ dışında kalan diğer üç tür, geniş anlamda bey‘ kavramına dahil olup kaynakların çoğunda bey‘ bölümü içerisinde veya devamında incelenmekteyse de zamanla ayrı birer akid olma hüviyeti de kazanmıştır.

Unsur ve Şartları. Satım akdinin özü, tarafların iki malın karşılıklı olarak değişimi konusundaki iradelerini hukukî bir sonuç doğuracak şekilde birleştirmeleri olduğundan akdin üç unsurundan söz edilir: Birincisi taraflar yani satıcı (bâyi‘) ve alıcı (müşteri), ikincisi, tarafların akid konusundaki iradelerinin birleşimi demek olan icap ve kabul, üçüncüsü ise akid konusu (mahallü’l-akd) olan mal (mebî‘) ve bedeldir (semen). Ancak Hanefîler, akidle ilgili genel nazariyelerine uygun olarak icap ve kabulü satım akdinin rüknü (Mecelle, md. 149), diğer iki unsuru da icap ve kabulün gereği, tabii unsuru veya akdin kuruluş (in‘ikad) şartı olarak görürler. Diğer hukuk ekollerine göre her üç unsur da satım akdinin rükünleridir.

İslâm hukukçularının çoğunluğu akdi, bu arada satım akdini kuruluş, sıhhat ve işlerlik yönlerinden bir bütün olarak telakki ettiklerinden akdin hukuken sağlıklı bir şekilde doğması için gerekli şartları aynı önem derecesinde tutma eğilimindedirler. Buna karşılık Hanefîler akdin şartlarını akdin yapısında ve işleyişinde oynadıkları role göre dört ayrı merhalede ele alırlar. Bunlar da akdin kuruluş (in‘ikad), sıhhat, geçerlik (nefâz) ve bağlayıcılık (lüzum) şartlarıdır (bk. AKİD).

A) Taraflar. Hanefîler satım akdinde tarafların (satıcı ve alıcı) mevcudiyetini akdin tabii unsuru, bunların akıllı ve mümeyyiz olmasını in‘ikad şartı, hukukî yetkiye (velâyet) sahip olmalarını nefâz şartı, tarafların rızâlarını haleldar eden bozuklukların olmamasını ise genelde sıhhat şartı olarak nitelendirirler. Hanefîler’in ısrarla üzerinde durdukları bu ayırım, akdin teşekkülü ve hukukî muteberliği kadar doğuracağı sonuçları ve hükümsüzlüğünü de yakından ilgilendirmektedir.

Satım akdi, kâr ve zarar ihtimali taşıyan iki taraflı bir akid olduğundan edâ (fiil) ehliyeti bulunmayan gayri mümeyyiz küçüğün, delinin, sarhoşun vb. yaptığı satım akdi geçersiz (gayri mün‘akid), eksik edâ ehliyeti bulunan mümeyyiz küçüğün, sefihin vb. akdi ise velîsinin onayına bağlı olarak geçerlidir. Bu Hanefî ve Mâlikîler’in görüşü olup Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîler’e göre kural olarak tarafların bulûğu aranır. Taraflar edâ ehliyetini tam olarak haiz oldukları halde hata, hile, tehdit ve zorlama (ikrah) sonucu satım akdini yapmışlarsa bu takdirde akde rızânın bozukluğu, diğer bir ifadeyle ihtiyarın bulunmasıyla birlikte gerçek rızânın bulunmayışı söz konusudur. Bu durumda akid, rızânın ihlâl derecesine ve hukuk ekollerine göre farklılık arzeden hukukî bir geçerliliğe veya hükümsüzlüğe sahiptir (bk. HATA; HİLE; İKRAH).

Hanefî ve Şâfiîler’e göre belli durumlarda velî, vasî, hâkim ve elçi akdin iki tarafını şahsında toplayabilirse de akidde iki ayrı tarafın mevcudiyeti genel kuraldır. Mâlikî ve Hanbelîler bir kimsenin satımda iki tarafı birden temsil etmesini prensip olarak kabul ederler. Mülkiyet, velâyet, vekâlet ve vesâyet gibi hukukî bir sebepten ötürü yetkisi bulunmayan kimsenin (fuzûlî) yaptığı satım akdinin geçerlik ve işlerlik kazanması yetki sahibinin onayına bağlıdır (Mecelle, md. 378). Bu Hanefîler’in ve ana hatlarıyla Mâlikîler’in görüşü olup diğer hukuk ekolleri bu tür satımları genelde bâtıl sayarlar.

B) İcap-Kabul. Hanefîler satım akdinde icap ve kabulün mevcudiyetini akdin rüknü, birbirine uygunluğu, aynı mecliste olması gibi şartları da akdin in‘ikad şartı kabul ederler.


Satım akdinin gerçekte esası karşılıklı rızâ olmakla birlikte rızâ kişinin iç dünyasıyla ilgili bir keyfiyet olduğundan objektif bir ölçü olarak bu rızâyı bildiren irade beyanı esas alınmıştır. Diğer bir ifadeyle rızânın varlığı için icap ve kabulün, yani akdî irade beyanının mevcudiyeti, sıhhati için de tarafların ehliyeti ve rızâyı bozan sebeplerin bulunmaması aranır. Hanefîler’e göre birinci şart akdin rüknü, diğerleri ise önem derecelerine göre in‘ikad veya sıhhat şartlarıdır. Ancak icap ve kabul ile rızâ arasında kati bir bağ olmayıp icap ve kabul rızânın illeti değil varlığının emâre ve işareti sayılmaktadır. İcap ve kabul, ancak açık ve net olduğu ve aksi de ispatlanmadığı sürece iç iradeyi yansıtır. Bunun için de meselâ üçüncü şahsın el koyma ve saldırısını önleme maksadıyla tarafların muvazaalı olarak yaptıkları satım akdini (bey‘u’t-telcie) ve şaka olarak gayri ciddi irade beyanıyla yapılan satımı (bey‘u’l-hâzil) Hanefîler de dahil olmak üzere hukukçuların çoğunluğu, tarafların gerçek iç iradeleri olmadığı anlayışından hareketle hükümsüz saymış, Şâfiîler’in ağırlıkta olduğu bir grup ise dış şekli esas aldığından bu tür satımları genelde geçerli kabul etmiştir. Tehdit ve zorlamaya mâruz kalan kimsenin satışının farklı adlandırmalarla da olsa hukuken sakat sayılması yine rızâ eksikliği sebebiyledir.

İslâm hukukçuları akidlerin, bu arada satım akdinin kuruluşunda açıklığı sağlamak, tereddüt ve ihtimali önlemek, gerek tarafların gerekse üçüncü şahısların haklarını korumak gibi gayelerle irade beyanının şekli (siga) konusunda objektif ölçüler geliştirmeye gayret etmiş ve konu üzerinde ayrıntılı olarak durmuşlardır. Kaynaklarda icap ve kabulün şekli, zaman kipi ve ifade tarzıyla ilgili olarak yer alan tartışmaların başta gelen sebeplerinden biri budur. Bir diğeri de Arapça’da cümle ve fiil kalıplarının iç iradeyi ne derece yansıttığı konusunda farklı görüşlerin mevcut olmasıdır. Satım akdi kurma iradesinin mâzi fiille ifadesinde niyetin ne olduğu araştırılmazken muzâri (şimdiki ve gelecek zaman) fiil kalıbında akid kurma kastının da önem kazanması (Mecelle, md. 169-170) bu yüzdendir. Emir sigasının durumu tartışmalı olup soru ve gelecek zaman kalıpları, niyet ne olursa olsun akid kurucu irade beyanı sayılmazlar. Söz bulunmaksızın sadece fiilî mübâdele ile satım akdinin yapılması (bey‘u’t-teâtî) belli bir tarihî gelişme göstererek sonunda bir kısım Şâfiîler hariç İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından câiz görülmüştür (Mecelle, md. 175). Sonuç olarak akid için kullanılan çeşitli kelime ve ifade kalıplarının tarafların rızâsını gösterme konusunun örfî bir mesele olduğu ve bu konuda örfün dile hükmettiği belirtilmiş (Kâsânî, V, 133), böylece İslâm hukuk doktrininde tarafların maksadını objektif, açık ve kesin olarak ifadeye yarayan söz, yazı, imza, fiil gibi vasıtalarla, hatta bazan sükûtla satım akdinin kurulabilmesine imkân tanınmıştır.

Satım akdinin karşılıklı rızâya dayanması şekil serbestîsine sahip olmasını da gerektirir. Bu sebeple olacaktır ki İslâm öncesi Mekke toplumunda yaygın birçok alışveriş türü, meselâ çakıl taşlarının atımı (bey‘u’l-hasât), elbiseleri karşılıklı olarak atma, bırakma (bey‘u’l-münâbeze), elbiselere karşılıklı olarak dokunma (bey‘u’l-mülâmese) gibi sembolik fakat gerçek rızâyı zedeleyen, akdin kuruluşunda ve satılan malın seçiminde emrivâkiye yol açan, ciddi bir aldanma riski ve belirsizlik taşıyan davranış ve şekillerle yapılan satım akidleri, Hz. Peygamber’in bu konudaki çeşitli hadisleriyle yasaklanmıştır (bk. Buhârî, “BüyûǾ”, 62-63; Müslim, “BüyûǾ”, 1-2).

İcap ve kabulün fiilen veya hükmen aynı mecliste olması şartı, araya tarafların rızâsını haleldar edebilen fâsılaların girmesini önleme gayesine mâtuf olup günümüzdeki modern haberleşme ve yazışma vasıtalarıyla akdin kurulabilmesine engel teşkil etmez. Bilhassa ilk devir İslâm hukukçularının, meselâ ikinci bir satımın veya şartın ileri sürüldüğü, icap-kabul bütünlüğünün bozulduğu satım akidlerine karşı çıkıp akdin sadeliğini, teklik ve bütünlüğünü korumaya çalışmaları, biraz da İslâm hukuk doktrininin tarihî gelişimiyle ilgilidir (Senhûrî, III, 139-150). Bu tür engellemeler, sade bir hayat tarzının ve ticarî ilişkinin hâkim olduğu toplumlarda zayıf tarafı koruyucu bir rol de üstlenir.

İcaptan sonra kabule kadar iki taraf da dönme ve kabul etmeme hakkına (rücû ve kabul muhayyerliği) sahiptir. Satım akdiyle ilgili olarak vârit olan, “Taraflar birbirinden ayrılmadıkça muhayyerdirler” (Buhârî, “BüyûǾ”, 44; Müslim, “BüyûǾ”, 4346) hadisindeki “ayrılma”yı Hanefî ve Mâlikîler şifahî ayrılma, yani satımla ilgili karşılıklı konuşmayı bitirme mânasında anladıklarından kabulün beyanından sonra artık akid kesinleşmiş olur. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise hadiste “bedenen ayrılma” kastedilmekte olup meclis devam ettiği sürece taraflar dönme hakkına sahiptirler.

C) Mebî‘ ve Semen. Satım akdinin konusu, tarafların mübâdele etmek istedikleri karşılıklı iki şey olup bunlar da mebî‘ (satılan mal) ve semen (bedel) diye adlandırılmıştır. Hanefîler akdin konusuyla daha çok satılan malı kasteder (Mecelle, md. 150), bedeli ise satım akdinin hükmü veya gereği olarak görürler. Fakihlerin çoğunluğuna göre ise her ikisi de akdin konusu, aynı zamanda akdin rükünleridir. Hanefîler’e göre satılan malın mevcut, teslimi mümkün, hukuken muteber olması satım akdinin in‘ikad şartı, satanın mülkiyet ve yetkisi dahilinde olması nefâz, muayyen veya bilinebilir olması, mevcut ise kabzedilmiş bulunması gibi şartlar da akdin sıhhat şartları olarak sınıflandırılır. Ancak bu ayırım her zaman açık olmadığı gibi şartların ihlâl edilmesi durumunda akidde ne gibi tesirlerin meydana geleceği konusunda görüş birliği de mevcut değildir.

Satım akdi yapıldığı sırada satılan malın mevcut olmaması genelde “ma‘dûmun satışı” adıyla anılır ve bu da birkaç şekilde kendini gösterir. Birincisinde satılan mal mevcut olmakla birlikte henüz gelişmesini tamamlayıp son şeklini almamıştır. Bunun örneği ziraî mahsul, meyve ve sebzelerin olgunlaşmadan önce satımıdır. Hz. Peygamber’in olgunlaşmamış (salâhı görülmemiş) meyvenin satışını yasaklayan hadisi (Buhârî, “BüyûǾ”, 85; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 23) ve benzer hadisleri (bk. Şevkânî, V, 195-201) İslâm hukukçuları tarafından farklı yorumlara tâbi tutulmuş, çoğunluk meyvenin daha dalında gözükmeden satışını (Mecelle, md. 205), dalında gözüktükten sonra olgunlaşıncaya kadar dalında kalması şartıyla alım satımını câiz görmemiş, olgunlaşmamış meyvenin ise o anda toplanması şartıyla satışını câiz görmüştür. Hanefîler ve kısmen de Mâlikîler, olgunlaşmamış ziraî mahsulün ne zaman toplanacağı belirtilmeden mutlak olarak satımını câiz görerek problemi zımnî izinle veya fâsit kira akdiyle çözmeye çalışmışlardır. Bir batında ortaya çıkan ürünlerin bir kısmı olgunlaşınca tamamının satılabileceği genelde kabul edilmiş, değişik batınlarda ortaya çıkan ve bir kısmı olgunlaşmış iken bir kısmı henüz ortaya çıkmamış sebze ve meyvenin satışının cevazında ihtilâf edilmiştir. Çoğunluk bu durumda sadece olgunlaşan kısmın satılabileceğini belirtirken Mâlikîler ve bazı Hanefî hukukçular teâmül ve ihtiyaç sebebiyle bunu câiz görmüş, ileride


mevcut olacak malların o anda mevcut olanlara tâbi olarak akde konu teşkil etmesini kabul etmişlerdir. Mecelle de bu görüşü tercih etmiştir (md. 207). Câiz görmeyenler genelde bu tür akidlerde belirsizlik, aldanma ve beklenmedik zarar bulunabileceğinden hareket etmekte, tarafların ancak ortada mevcut malların alım satımı halinde bundan korunabileceğini belirtmektedirler.

Gelecekte mevcut olacağı kesin olmakla birlikte akid anında mevcut bulunmayan bir malın satımı ise teorik ve farazî planda da kalsa ma‘dûmun satışı şeklinde karşılanmış ve kurala göre câiz olmaması gerektiği belirtilmiştir. Ancak selem ve istisnâ‘ akidlerinde olduğu gibi belli ihtiyaçlar, ileride meydana gelecek malların akde konu olmasını mümkün kılmıştır.

Ma‘dûmun satışının bir diğer şekli ise satılan malın akid yapıldığı sırada hiç mevcut olmayıp daha sonra var olmasının veya varlığını devam ettirmesinin de şüpheli olması durumudur. İslâm hukukçularının genelde câiz görmediği bu nevi satışlardır. Bunun örneği, hadislerde yasaklanan, dişi hayvanın karnındaki yavrunun (mezâmîn), doğacak yavrunun yavrusunun (habeletü’l-habele), erkek hayvanın sulbündeki tohumun (melâkıh), bahçenin gelecek yıllardaki meyvesinin (bey‘u’s-sinîn) satımıdır (Buhârî, “BüyûǾ”, 61; Müslim, “BüyûǾ”, 5-6; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 24). Burada satım akdini bâtıl kılan husus mebî‘in vasıflarındaki bilinmezlik (cehâlet) değil mebî‘in aslı ile, meydana gelip gelmemesiyle ilgili bilinmezlik (garar) ve aldanma ihtimalidir. Satım akdinde hukukî emniyeti sağlamak ve tarafları korumak için buna ihtiyaç vardır. Yasaklamanın temelinde bu ana fikir bulunduğu içindir ki Hanbelîler, özellikle de Takıyyüddin İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye İslâm hukuk doktrininde hâkim olan “ma‘dûmun satışı bâtıldır” ilke ve genellemesine karşı çıkmakta, satışın garar ve zarardan uzak olmasının ve teslim edilebilir bulunmasının esas olduğunu, hadislerdeki yasaklamanın da böyle değerlendirilmesi gerektiğini, istikbalde meydana gelmesine kesin gözüyle bakılan şeylerin önce de satılabileceğini ileri sürmektedirler.

Akid konusunun mümkün olması şartı satım akdinde genelde, “satılan malın tesliminin imkân dahilinde olması” şeklinde ifade edilir (Mecelle, md. 198, 209). Mebî‘in tesliminde söz konusu objektif imkânsızlık sürekli olarak, sübjektif imkânsızlık ise belli durumlarda satım akdinin kuruluşuna engel olur. İmkânsızlık satım akdinin yapıldığı anda mevcutsa akdin butlânından, sonradan ortaya çıkmışsa akdin infisahından söz edilir. İmkânsız gibi olma da (müteazzir) objektif imkânsız sayılmakta ve öteden beri bu nevi imkânsızlık için denizdeki balığın, kaybolmuş malın, havadaki kuşun satışı örnek olarak gösterilmektedir. Hz. Peygamber’in kabzedilmeyen malın satışını yasaklaması veya, “Yanında olmayan şeyi satma” buyurması (Buhârî, “BüyûǾ”, 55; Müslim, “BüyûǾ”, 30, 32, 36, 40), genelde satılan malın gayri mevcut oluşuyla değil, teslimin imkânsız oluşuyla yorumlanır ve hadisteki yasağın konusu ve derecesi hakkında farklı görüşler ileri sürülür. Çoğunluk ise yasağın tahrîm ifade ettiğini kabul eder. Ancak Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre yasak menkul mallar, Mâlikîler’e göre gıda maddeleri, Hanbelîler’de meşhur olan görüşe göre ölçülüp tartılabilen mallar (mukadderât) için söz konusudur. Diğer hukukçular ise yasağın her nevi mal için geçerli olduğu kanaatindedirler. Bir kimsenin gerek başkasına ait bir malı kendi adına satması, gerekse gaspedilmiş malı satması da yine mebî‘in tesliminde sübjektif imkânsızlık olarak değerlendirilir ve bu tür satışlar geçersiz sayılır.

“Satılan malın hukukî tasarrufa uygun olması” şartı ile, bir malın satım akdine konu olmasının şâri‘ veya hukuk düzeni tarafından yasaklanmamış olması, kamu düzenine, teâmüle ve genel ahlâka aykırı olmaması kastedilir. Bu sebeple şarap, domuz eti müslümanlara nisbetle hukukî itibarı olmadığı için (gayri mütekavvim), necis şeyler, kan vb. de mal olmadığı için satım akdine konu olamazlar (Mecelle, md. 210-211). Hadislerde meyte* ve domuzdan dolaylı da olsa faydalanmanın, mâsiyet aletlerinin, köpeğin vb. satışının yasaklanması (Buhârî, “BüyûǾ”, 102-105, 112; Şevkânî, V, 160-164) bu sebepledir. Ancak Ebû Hanîfe ve bir grup âlim yasağın av köpeğini içine almadığı görüşündedir. Vakıf mallarıyla mescid, yol, köprü, ırmak gibi kamu mallarının, mülkiyet altında olmayıp umumun istifadesine açık bulunan mubah malların satışı ise tahsis amaçlarına aykırı görüldüğü için câiz sayılmamıştır.

Satılan malın, tarafları anlaşmazlığa ve aldanmaya sürüklemeyecek ölçüde “muayyen veya bilinebilir olması” şartı üzerinde İslâm hukukunda ayrıntılı olarak durulur. Çünkü İslâm hukukunda taraflar arasında anlaşmazlık doğduk tan sonra onu çözmeye uğraşmaktan ziyade başlangıçta anlaşmazlık ve aldanma sebeplerini ortadan kaldırmak esastır. Bu sebeple de mebî‘in miktar, cins, nevi ve vasfının bilinmesi gerekir. Belirsizlik ve bilinmezliğin satım akdini iptal veya ifsat edebilmesi için nizaa yol açacak ölçüde (fâhiş) ve tarafları aldanmaya sürükleyebilecek boyutta olması gerekir. Hanefîler bilinmezlikte olduğu gibi gararda da mebî‘in aslı ile ilgili olan gararla vasıf ve miktarı ile ilgili garar arasında fark gözetirler. Bunun için de meselâ hayvanın karnındaki yavrunun satımı, balıkçının daha atmadan ağına düşecek balığı satımı bâtıl sayılırken vasıfla ilgili aldanmaların bulunması halinde akid fâsit sayılmıştır. Hadislerde belli derecede bilinmezlik ve garar unsuru taşıyan bazı alışveriş nevileri (muhâkale, münâbeze, muâveme vb.) yasaklanırken (Buhârî, “BüyûǾ”, 82; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 18-19, 34) herhalde bir sebep de budur. Ancak bilhassa mislî malların ölçülüp tartılmaksızın bütün olarak tahmin ve göz kararı ile alınıp satılması (bey‘u’l-cüzâf) ciddi bir bilinmezlik ve aldanma riski taşımadığından câiz görülmüştür (Mecelle, md. 217). Numune ile satış da böyledir. Malın bilinir veya tayini kabil sayılmasında örfün önemli bir rolü vardır. Bir malı görüp bilmeden mebî‘ veya semen olarak kabul eden tarafa bu malı gördüğünde satım akdinden vazgeçebilme hakkı (görme muhayyerliği) tanınması da akid konusunun bilinir olmasında gösterilen titizlikle izah edilebilir.

Satılan mal için aranan şartların bazan satış bedeli için de arandığı olur. Ancak Hanefîler semeni satım akdinin rüknü değil de hükmü veya gereği gördüklerinden semenle ilgili şartlarda satılan malda olduğu gibi titizlik göstermez ve bu şartları akdinin‘ikad şartı dışında mütalaa ederler. Bununla birlikte semenin miktar, cins, nevi ve vasıf itibariyle bilinmesi, vadesinin mâlum olması gerekir (Mecelle, md. 238, 246). Bilhassa Hanefîler satılan mal-bedel ayırımı için birtakım kıstaslar da geliştirmişlerdir. Meselâ para kural olarak semen, kıyemî mallar da mebî‘dir. Mislî mallar para ile karşılaştığında mebî‘, kıyemî mallarla karşılaştığında semen olur. İki bedel de semen olabilecek durumda ise zimmette sabit olan semen sayılır. Mebî‘in belirlemekle belirli hale geleceği ve onun teslim edilmesinin gerekeceği, semenin ise gelmeyeceği aynı cins ve miktarda başka bir paranın da ödenebileceği ifade edilirken (Mecelle, md. 204, 243) bu


farklılıklara işaret edilmek istenmiştir. Hanefîler’in bu ayırımı, meselâ şarap, domuz eti gibi hukukî itibarı olmayan malların mebî‘ olması halinde akdin bâtıl, semen olması halinde ise akdin fâsit olması şeklinde kendini gösterir (Mecelle, md. 211-212). Yine mebî‘-semen ayırımı, gerek kabz öncesi ve sonrasında tarafların mebî‘ ve semenle ilgili hak ve sorumluluklarını, gerekse mebî‘ ve semenin şart ve durumunun akde tesirini yakından ilgilendirir. Şâfiî ve Mâlikîler ise mebî‘ ve semeni eş anlamlı kabul edip satım akdinde üzerinde konuşulanı mebî‘, karşılık gösterilen malı da semen sayarlar. Mebî‘ ve semenle ilgili şartları aynı önem derecesinde tutmaları bu sebepledir.

Sakatlık ve Hükümsüzlük. Satım akdinde aranan unsur ve şartlardan biri veya birkaçı eksikse akid, bu eksik veya kusurlu şartın önem derecesine göre değişen bir hükümsüzlük müeyyidesiyle karşı karşıyadır. Hanefî ekolü hariç diğer İslâm hukuk ekolleri satım akdinin rükün ve şartlarındaki eksiklikleri genelde aynı işleme tâbi tutarak bu durumdaki akidlerin hükümsüz olduğunu ifade ederler. İslâm hukukçularının çoğunluğu bu konuda fâsit ve bâtıl terimlerini eş anlamlı olarak kullanır. Hanefîler ise satım akdinin meydana gelmesi ve sonuç doğurması için gerekli şartları dört ayrı kategoride ele alır ve buna bağlı olarak gerekli şartları taşımayan akidleri de bâtıl, fâsit, mevkuf ve gayri lâzım şeklinde dörtlü bir ayırıma tâbi tutarlar (bk. AKİD). Hanefîler akidlerin, bu arada satım akdinin hükümsüzlüğünü de iki dereceli olarak ele alır, kuruluş şartlarının bulunmaması, diğer bir ifadeyle icap-kabul ve mebî‘ ile ilgili şartların eksikliği halinde akdi bâtıl, akdin kuruluşunda ikinci derece önemi haiz şartların, meselâ sıhhat şartlarının eksikliğinde ise akdi fâsit olarak nitelendirirler. Bunun için de bâtıl satışın aslen ve vasfen meşrû olmadığını, fâsit satışın ise aslen meşrû olup vasfen meşrû bulunmadığını belirtirler (Mecelle, md. 109-110; bk. BUTLÂN; FESAT).

Satım akdinin sakatlık veya hükümsüzlüğü fıkıh usulünü de devreye sokarak şöyle açıklanabilir: Satım akdinin belli durum ve şartlarda kısmen veya tamamen hükümsüz sayılması, genelde doğrudan veya dolaylı olarak şâri‘in yasağından kaynaklanır. İslâm hukuk doktrini şâri‘in hükümlerini yorumlama gayret ve iddiası taşır. Şâri‘in yasakladığı alışveriş nevilerinden bir kısmında yasak doğrudan akdin özüne ve kurucu unsurlarına taalluk ettiğinden bu grup alışverişlerin hem yapılmasının haram, hem de hukukî yönden bâtıl olduğunda ittifak vardır. Câhiliye döneminin yasaklanan alışveriş şekilleri böyledir. Bazan da yasak alışverişin özünü değil de vasfını yani fer‘î bir unsurunu hedef alır. O takdirde Hanefîler satım akdinin fesadından bahsederler. Diğer hukukçular ise böyle bir ayırıma gitmeksizin aslî ve fer‘î unsurlara taalluk eden yasağın aynı sonucu doğurup satım akdini gayri sahih kılacağında hemfikirdir. Hanefîler’in gayri mütekavvim malın satışını bâtıl sayarken bu malın semen olarak kararlaştırıldığı satımı veya faizli alışverişi fâsit saymaları bu sebepledir. Üçüncü bir durum ise yasağın, fıkıh usulündeki deyimiyle satım akdinin mücâvir vasfına, hâricî bir unsuruna taalluk etmesi hali olup bu takdirde yasağın akde tesirinin ne olacağı tartışmalıdır. Nitekim cuma ezanı vaktinde yapılan alışverişle ilgili olarak âyette (el-Cum‘a 62/9) yer alan yasak ile pazara mal getiren üreticileri yolda karşılayarak mallarını alma, alışverişte pazarlık kızıştırmak için alıcı veya satıcı gibi gözükerek fiyatı etkileme, bir kimsenin pazarlığı devam ederken araya girme, şehirlinin köylü adına alışverişi, şarap üreticisine üzüm veya hurma satma konusunda hadislerde (Buhârî, “BüyûǾ”, 58-59, 68-72; Müslim, “BüyûǾ”, 4-5; Şevkânî, V, 185-191) mevcut bulunan yasağın ve benzeri yasakların satım akdinin özüne veya aslî unsurlarına değil de mücâvir veya hâricî vasfına taalluk ettiği ileri sürülerek genelde bu nevi satım akidleri dinen günah ve sakıncalı, fakat hukuken (kazâen) geçerli görülmüştür. Hadislerde altın, gümüş ve temel gıda maddelerinin vadeli olarak veya fazlalıkla, miktarı bilinmeyen hurmanın belirli hurmayla, dalındaki hurmanın kuru hurmayla (müzâbene), başağındaki buğdayın kuru buğdayla (muhâkale) değişimi faiz, garar ve bilinmezlik ihtimallerine binaen yasaklanmış (Buhârî, “BüyûǾ”, 82; Müslim, “BüyûǾ”, 42, 59; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 18-19, 34; Şevkânî, V, 215-229), ancak bahçe sahipleri için belli bir oranda ağaç üzerindeki yaş hurmanın kuru hurmayla değişimine (arâyâ) izin verilmiştir (Müslim, “BüyûǾ”, 59-86; Şevkânî, V, 225-229). Bu arada bir malı vadeli olarak pahalı alıp daha ucuza fakat peşin satma şeklindeki alışveriş (îne) hadiste yasaklanmış olmakla birlikte (Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 56; Şevkânî, V, 233-235) bu yasak farklı yorumlanmış ve dış şekil itibariyle faizli bir işlem sayılmadığından sahâbe devrinden itibaren bazı âlim ve İslâm hukukçusu tarafından doğrudan, bazılarınca ise araya üçüncü bir şahsın girmesi şartıyla hukuken geçerli sayılmıştır. Burada akidlerde objektif ölçülerin ve hâricen bilinebilen dış şeklin mi, yoksa tarafların kasıt ve niyetinin ve akdin yol açabileceği olumsuz sonuçların mı esas alınıp öncelik taşıyacağı problemi gündeme gelmektedir. Hanefî, Şâfiî ve Zâhirîler akidlerde niyetlerin bilinemeyeceğinden hareketle çok defa dış şekli esas alıp objektif ölçülerle yetinirken Mâlikî ve Hanbelî hukukçular akidlerde tarafların kastına ve akdin yol açacağı sonuçlara daha çok ağırlık verirler. Bu usul farklılığı sebebiyle alışverişlerle ilgili yasaklar zaman zaman farklı yorumlanabilmekte ve yasağın hâricî unsura veya sonuca taalluk etmesi halinde alışveriş hukuken geçerli sayılabilmektedir.

Satım akdi yapılırken bir şartın ileri sürülmesi halinde bu şartlı satımın durumu, hadiste mevcut yasağın genel ve mutlak oluşunun da tesiriyle (Buhârî, “BüyûǾ”, 73; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 55; Zeylaî, IV, 17), İslâm hukuk doktrininde ciddi tartışmalara yol açmıştır. Bu konuda Zâhirîler, kısmen de Şâfiîler oldukça katı davranırken Mâlikîler, bilhassa Hanbelîler gayet müsamahalı davranmış, naslara ve satım akdinin maksadına aykırı şartlar hariç bütün şartların geçerli olacağını ileri sürmüşlerdir. Hanefîler başlangıçta Şâfiîler gibi düşünerek yeni bir akid görünümünde olan veya tek taraflı menfaat sağlayan şartları akdin muktezasına aykırı kabul ederken tarihî seyir içerisinde bu görüşlerini yumuşatmış ve sonuçta örf ve teâmülde mevcut şartlarla yapılan satım akidlerini câiz görmüşlerdir (Mecelle, md. 188). Alıcının başlangıçta belli bir meblağı (kaparo) vererek malı satın alırsa bu meblağın semenden sayılması, vazgeçerse satıcının mülkü olması kaydıyla yaptığı alışveriş (bey‘u’l-urbân, arabûn), gerek bu konuda Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadis (Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 69), gerekse bu tür akdin haksız kazanca ve sebepsiz iktisaba yol açması, şartlı akid olması gibi sebeplerle çoğunluk tarafından câiz görülmemiştir. Alışverişle ilgili olarak hadislerde ve İslâm hukuk doktrininde görülen bütün bu ve benzeri yasaklamalar, temelde akidlerin gerçek rızâya dayanması, aldanma ve garardan uzak olması, dolayısıyla insanların haksız şekilde sömürülmesinin ve bundan kazanç sağlanmasının önlenmesi gibi gayeler taşır.


Satım akdi esasen bağlayıcı (lâzım) bir akid olup usulüne uygun olarak kurulduğunda tarafları bağlar. Ancak akidlerle ilgili muhayyerlikler satım akdi için de söz konusu olup böyle bir muhayyerliğin bulunması halinde ilgili tarafın akdi feshetme hakkı doğar (Mecelle, md. 376). Şart muhayyerliği, belli bir süre içinde taraflardan birinin veya ikisinin birden akdi kabul etmekte veya feshetmekte muhayyer olmasını ifade eder (Mecelle, md. 300). Böyle bir şartın ileri sürülmesi, çoğunluk tarafından hem bu konudaki hadislere (Buhârî, “BüyûǾ”, 42-46; Müslim, “BüyûǾ”, 43-46), hem de ihtiyaca binaen câiz görülmüştür. Ebû Hanîfe, Züfer b. Hüzeyl ve Şâfiî muhayyerlik süresinin en çok üç gün olabileceğini ileri sürerken diğerleri bu süreyi tarafların anlaşmasına, teâmül ve ihtiyaca göre belirlemeye taraftardır. Muhayyerlik süresi esnasında akid, ilgili taraf için bağlayıcı olmadığı gibi akdin hüküm doğurması da bu hakkın düşmesine kadar askıdadır. Muhayyerlik sürenin dolması, hak sahibinin vefatı veya hakkın kullanımı ile sona erer (Mecelle, md. 305-306). Tayin muhayyerliğinde ise alıcı veya satıcı, her birinin fiyatı ayrı ayrı belirlenen iki üç maldan birini belli bir müddet içinde alma veya satma hakkına sahip olmaktadır (Mecelle, md. 316-319). Akid seçim işlemiyle birlikte bağlayıcılık kazanır. Kıyemî bir malın gıyaben yani görülüp bilinmeden satım akdinde mebî‘ veya semen olarak kararlaştırılması, Şâfiîler’in dışındaki hukukçulara göre câiz olup belli şartlarda ilgili tarafın malı görüp tanıdığında akdi kabul edip etmeme hakkı vardır (Mecelle, md. 320). Bu tür muhayyerlik müşahedenin, görüp tanımanın önem arzettiği mallarda gerçek rızânın korunmasına imkân verir. Kusur (ayıp) muhayyerliği ise satım akdine konu olan malda, malın kıymetini azaltacak ölçüde ve akid öncesi döneme ait (kadîm) bir kusurun ortaya çıkması halinde ilgili tarafa tanınan akdi feshetme hakkıdır (Mecelle, md. 337). Mebî‘ veya semenin konuşulan vasıfta olmaması halinde mağdur tarafa tanınan fesih hakkı da (hıyârü’l-vasf) böyledir. Nitekim hadiste, sütü sağılmayarak göğsünde biriktirilmiş hayvanı (musarrât) satın alana benzer bir fesih hakkı verilmiştir (Buhârî, “BüyûǾ”, 65; Müslim, “BüyûǾ”, 23-28). Kusurlu malı elinde bulunduran dilerse bu malı iade ederek akdi fesheder, dilerse kabul edip konuşulan bedeli öder. Kusurlu malda tasarruf, bu malın zayi olması veya değişikliğe uğraması gibi belli durumlar fesih hakkını düşürür. Satım akdinde ilgili tarafa tanınan bu muhayyerlikler, tarafların gerçek rızâlarını koruma gayretinin tabii sonuçlarıdır (ayrıca bk. MUHAYYERLİK).

Hükmü. Satım akdinin hukukî sonucu (hüküm), satılan malın mülkiyetinin alıcıya, bedelin mülkiyetinin de satıcıya geçmesidir. Ancak bunun için kabz şart olmayıp akdin yapılmış olması yeterlidir (Mecelle, md. 262). Çünkü satılan malın ve bedelin karşılıklı teslim ve tesellümü (kabz), mülkiyetin intikalinin sebebi değil gereği ve sonucudur. Bu sebeple satım akdinde belli neviler hariç akidleşme ve kabz iki ayrı safha olarak görülür. Satım akdinin hükmünün irade beyanına bitişik olması sebebiyle de hukukçuların çoğunluğuna göre akdin ileri bir tarihe izâfe edilerek veya şarta bağlanarak kurulması (ta‘lik) câiz olmaz. Çünkü ta‘likî şart satım akdinin yapı ve maksadına aykırıdır.

Satım akdi yapılıp da teslim-tesellüm olmadan satılan mal tabii bir âfetle helâk olursa akid infisah eder. Alıcının fiiliyle helâk olursa akid devam eder ve alıcı bedeli öder. Mebî‘ üçüncü şahsın fiiliyle helâk olmuşsa alıcı ister akdi fesheder, isterse bedeli ödeyip bu şahıstan satılan malın tazminini ister. Malın kabz sonrası helâki halinde ise kural olarak akid devam eder, mâlik (alıcı) tazmin için -varsa- sorumlulara rücû eder. Para veya mislî mal olan bedel akidden sonra artık zimmette sâbit olduğundan kabz öncesi helâki akdi etkilemez. Ancak bedelin kıyemî bir mal olup da helâk olması veya para olup da piyasadan kalkması (kesâd) halinde Ebû Hanîfe’ye göre akid infisah eder. Bu durumda alıcının satılan malı iade etmesi, yoksa kıymetini ödemesi gerekir. Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise akid infisah etmez, fakat satıcı muhayyerdir; ister akdi feshedip malı geri alır, isterse semenin değerinin ödenmesini ister. Semen para olup da kıymeti (alım gücü) akid zamanına göre azalmışsa ödeme yapılırken bedelin akid zamanındaki kıymeti esas alınır. Bedelin kabz (ödeme) sonrasında helâkinin akdi etkilemeyeceği açıktır.

Alıcının teslim almadan önce mebî‘de hukukî işlem (tasarruf) yapmasına gelince, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre, kabzedilmeyen malın satımı ile ilgili olarak hadiste mevcut yasak (Buhârî, “BüyûǾ”, 55; Müslim, “BüyûǾ”, 29, 35-40) menkul mallara ait olduğundan menkul mallarda kabz öncesi alıcının tasarrufu câiz olmaz, gayri menkullerde istihsânen câiz dir. Cumhûru fukahâya göre ise yasak daha umumi olup her nevi mebî‘de kabz öncesi tasarruf câiz değildir. Semende tasarrufa gelince semen kural olarak zimmette sâbit olduğundan kabz öncesinde diğer alacaklarda olduğu gibi onda da tasarruf câiz görülmüştür. Hadiste de benzeri bir cevaza rastlanmaktadır (Zeylaî, IV, 33). Ancak yapılacak hukukî işlemin faizli işlem olmaması veya faize yol açmaması gerekir. Nitekim alacağın satımına da (bey‘u’d-deyn) bu sebeple birçok sınırlama getirilmiştir.

Satılan mal ile bedelin gerek ayn olması halinde (mukayeda) gerekse deyn olması durumunda (sarf) ivazlar arasında teslim önceliği taşıyan yoktur. Fakat ayn karşılığı deyn söz konusu ise, vadeli satışlar hariç, önce semenin satıcıya, sonra da mebî‘in alıcıya teslimi gerekir. Bu teslim sırası, satıcının bedeli teslim almadıkça malı vermeme hakkı (hapis hakkı) açısından önem taşır (Mecelle, md. 262, 278). Satılan malın teslim yeri, kural olarak satım akdinin yapıldığında bulunmakta olduğu yerdir (Mecelle, md. 285). Bedelin teslim külfeti alıcıya, malınki satıcıya aittir (Mecelle, md. 288-289). Ancak bu hükümler düzenleyici hukuk kuralları olup tarafların aksine anlaşma yapmaları mümkündür. Satılan malın veya bedelin teslim alınması malı bilfiil teslim almakla olabileceği gibi anahtarın teslimi, tapuya şerh, itlâf, tasarruf gibi hukuken veya hükmen kabz sayılan fiillerle de olabilir.

Bâtıl bir satım akdi hukuken yok sayıldığından geçerli bir satım akdine ait hiçbir hukukî neticeyi meydana getirmez ve sıhhat kazanmaz. Ancak satım akdi bâtıl da olsa maddi bir vâkıa olarak belli durumlarda iade veya tazmin mükellefiyeti doğurabilir. Bâtıl bir satım akdinin, içerisinde alt bir akdin gerekli şartlarını ihtiva etmesi halinde satım akdinin bu alt akde dönüşebilmesini veya geçerli olabilecek kısmının alınabilmesini doktrinde olumlu karşılayanlar da vardır (bk. BUTLÂN).

Fâsit satım akdi Hanefîler’e göre ayrı bir statüde ele alındığından bâtıla göre farklı sonuçlara sahiptir. Fâsit satım akdi fesat sebeplerinin ortadan kaldırılması ile sıhhat kazanır. Bu mümkün değilse akdin taraflarca, bilhassa kamu haklarını ilgilendirmesi halinde ise hâkim tarafından re’sen feshedilmesi gerekir. Fâsit satım akdi kabz öncesinde mülkiyet ifade etmez. Ancak izne dayalı olarak teslim-tesellüm olmuşsa belli


durumlarda, özellikle mebî‘in üçüncü şahıslara intikali veya esaslı surette değişikliğe uğraması halinde ilgili tarafın feshetme hakkı düşer ve mülkiyet ifade eder (Mecelle, md. 372). Diğer hukuk ekolleri, fesat ve butlân nazariyelerinin tabii sonucu olarak fâsit/bâtıl akdin mülkiyet ifade etmeyeceği görüşündedir (bk. FESAT).

Mevkuf satım akdinin hükmüne gelince, akid ister tarafların ehliyetindeki eksiklik sebebiyle, isterse yetkisizlik veya başkasının hakkından dolayı mevkuf olsun, mebî‘ ve semenin mülkiyeti taraflara intikal etmez. Akid henüz geçerlik ve işlerlik (nefâz) kazanmadığından ilgili şahsın veya hak sahibinin onayını (icâzet) beklemek gerekecektir (Mecelle, md. 377-378).

Değişik açılardan farklı ayırım ve isimlendirmelere tâbi tutulabilen satım akdi, maliyet-semen ilişkisine göre dörde ayrılır: Alış fiyatı (maliyet) açıklanmaksızın fiyatın pazarlıkla belirlendiği alışverişler (bey‘u’l-müsâveme), alış fiyatına belli miktar veya oranda kâr eklenerek yapılan satış (bey‘u’l-murâbaha), maliyetine satış (bey‘u’t-tevliye) ve zararına satış (bey‘u’l-vedîa). Son üç nevi alışveriş, maliyetin bilinmesine ve satıcıya güvene dayanan akidler olduğundan normal şartlarda satıcı lehine, maliyet hakkında yalan ve yanlış beyanda bulunması halinde ise aleyhine birtakım hükümlere sahiptir.

Satım akdinin V. (XI.) yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan bir nevi de “bey‘ bi’l-vefâ”dır. Satım ile rehin akdinin karışımı olup rehin yönü ağır basan bu akid nevinde paraya ihtiyacı olan bir kimse malını belli bir para karşılığı alıcıya satmakta, alıcı verdiği para iade edilinceye kadar maldan faylanmakta, para iade edildiğinde ise malı iade etmektedir. Diğer bir ifadeyle bey‘ bi’l-vefâ, bir malı parasını iade edince geri almak şartıyla bir kimseye satmaktır (Mecelle, md. 118; bk. BEY‘ bi’l-VEFÂ).

Satım akdinin tarafların karşılıklı rızâları ile ortadan kaldırılması (ikale) mümkün ise de (Mecelle, md. 190) ikalenin yeni bir akid mi yoksa fesih mi sayılacağı tartışmalıdır.

İslâm hukuk ekollerinin ve hukukçularının satım akdiyle ilgili olarak ileri sürdükleri kayıt, şart ve doktriner görüşlere tarihî seyir ve tatbikat içerisinde ve ihtiyaçlara paralel olarak belli bir esneklik getirildiği ve başlangıçtaki hükümle rin hukukî çözüm (hile) ve yorumlarla zaman zaman yumuşatıldığı görülmektedir. Ancak bunu, ticarî örfün hukuka egemen olması şeklinde nitelendirmek yanlış olur. Ayrıca satım akdinin gerek kuruluş, işleyiş ve sonuçları, gerekse unsur, şart ve vasıflarıyla ilgili olarak örnekler ve meseleler üzerinde geliştirilen İslâm hukuk kültürünün tarihî yoruma, fer‘î ve şeklî ayrıntıların da gaî yoruma tâbi tutulması, böylece bu konuda günümüzün şart ve değerlerini aydınlatacak genel ilke ve çözümlerin çıkarılması mümkündür ve gereklidir.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “BüyûǾ”, 42-46, 55-85, 102-105, 112; Müslim, “BüyûǾ”, 1-2, 4-6, 23-30, 32, 35-40, 42-46, 59-86; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 18-19, 2324, 34, 55-56, 69; Şâfiî, el-Üm, III, 3-95; Cessâs, Ahkâmü’l-Kurǿân (Kamhâvî), II, 189-190; İbn Hazm, el-Muhallâ, Kahire 1389/1969, IX, 270-751; Şîrâzî, el-Mühezzeb, Kahire 1315, I, 257-296; Serahsî, el-Mebsût, XII, 108-219; XIII, 2-199; Kâsânî, BedâǿiǾ, V, 133-310; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire 1975, II, 136-248; İbn Kudâme, el-Mugnî, Kahire 1389/1969, III, 480-506; Zeylaî, Nasbü’r-râye, Kalküta 1357, IV, 17, 33; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, Kahire 1386/1967, III, 372-486; IV, 3-181; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, V, 160-235; Mecelle, md. 101-403; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, I, 209-670; Kadri Paşa, Mürşidü’l-hayrân, Dımaşk 1981, md. 342-534; M. Yûsuf Mûsâ, el-Emvâl ve nazariyyetü’l-Ǿakd (nşr. Dârü’l-Fikri’l-Arabî), Kahire 1952, s. 249-521; J. Schacht, An Introduction to Islamic Law, Oxford 1964, s. 151-154; a.mlf., “BayǾ”, EI² (İng.), I, 1111-1113; Muhammed Emîn Dırîr, el-Garar ve eseruhû fi’l-Ǿukud, Kahire 1967, s. 3-443; Zerka, el-Fıkhü’l-İslâmî, III; Bilmen, Kamus, VI, 5-130; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhü’l-İslâmî fî üslûbihi’l-cedîd, Dımaşk 1395/1975, I, 151-523; Muhammed ez-Zühaylî, el-ǾUkudü’l-müsemmât, Dımaşk 1982-83, s. 9-497; Abdülkerîm Zeydan, el-Medhal, Bağdad 1396/1976, s. 33-36, 285-398; Abdürrezzâk es-Senhûrî, Mesâdirü’l-hak fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Beyrut, ts., III, 139-150; Muhammed Ebû Zehre, el-Milkiyye ve nazariyyetü’l-Ǿakd, Kahire 1977, s. 199-465; Nezîh Hammâd, el-Hiyâze fi’l-Ǿukud fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Dımaşk 1978; Cevâd Ali, el-Mufassal, s. 612-617; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1982, II; a.mlf., “Alış-Verişte Vâde Farkı”, İslâm Hukukuna Göre Alış-Verişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, İstanbul 1987, s. 13-38; Ali Şafak, “İslâm Hukukunda Alış-Verişte Kâr Haddi”, a.e., s. 60-111; Muhammed Vefâ, Ebrezü suveri’l-büyûǾi’l-fâside, Kahire 1984; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984; Ali Muhyiddin Karadâğı, Mebdeǿü’r-rızâ fi’l-Ǿukud, Beyrut 1985, I-II; Yunus Apaydın, İslâm Hukukunda Hukûki İşlemlerin Hükümsüzlüğü (doktora tezi, 1989), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Abdüssemî‘ Ahmed İmam, Usûlü’l-büyûǾi’l-memnûǾa, Kahire, ts. (Dârü’t-Tıbâati’l-Muhammediyye); Th. W. Juynboll, “Bey”‘, İA, II, 581-582.

Ali Bardakoğlu