BASAR

البصر

Allah’ın görme sıfatını ifade eden kelâm terimi.

“Görmek, bilmek, sezmek; görme duyusu ve göz” mânalarına gelen basar, Cenâb-ı Hakk’ın görmeye konu olan şeyleri tam olarak idrak ettiğini ifade eden bir kemal sıfatıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’de basar kelimesi bu şekilde masdar kalıbıyla Allah’ın sıfatı olarak geçmez; ancak âyet ve hadislerde Allah’a nisbet edilen görme sıfatı Arapça basar, nazar ve rü’yet kelimelerinin türevleriyle ifade edilmiştir (bk. el-Hucurât 49/8; el-Hadîd 57/4; el-Mülk 67/19; Âl-i İmrân 3/77; Tâhâ 20/46; el-Alak 96/14; konu ile ilgili diğer naslar için bk. Beyhakī, s. 178, 479). O’na ayrıca “ayn” ve “a‘yün” de (göz, gözler) izâfe edilmiş (bk. Tâhâ 20/39; Hûd 11/37; el-Mü‘minûn 23/27; et-Tûr 52/48; el-Kamer 54/14; ayrıca İbn Huzeyme, s. 96-105; Fahreddin er-Râzî, Esâsü’t-takdîs, s. 120 vd.), böylece O’nun büyük küçük, hareket eden ve etmeyen her şeyi her durumda görmekte olduğu anlatılmak istenmiştir. Allah Teâlâ’nın basar sıfatı ile vasıflanmış olduğu, el-basîr isminin esmâ-i hüsnâdan biri olarak pek çok âyette (bk. el-İsrâ 17/17, 30, 96; Fâtır 35/31; el-Mücâdile 58/1) ve bazı hadislerde (bk. İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 10; Tirmizî, “DaǾavât”, 82, Müsned, IV, 402) geçmesiyle de sabittir. Diğer sıfatlarda olduğu gibi Allah’ın basar sıfatını ifade eden âyetlerde de ispat-tenzih dengesine riayet edilmiş, böylece zihinlerin sıfatlar konusunda teşbih*e düşmemesine dikkat gösterilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber de âyetlerdeki lafızları kullanarak Kur’an’ın takip ettiği bu metodu aynen uygulamış, basar vb. sıfatları Allah’a nisbet ederken dikkatleri özellikle tenzih noktasına çekmiştir (bk. Buhârî, “Tevhîd”, 9). Meşhur Cibrîl hadisinde yer alan “ihsan” tarifi, konu ile ilgili pek çok hadise örnek olabilecek niteliktedir: “İhsan Allah’ı görüyormuş gibi O’na kulluk etmendir; her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görür” (Buhârî, “Îmân”, 37).

Konu ile ilgili kaynaklarda, Hz. İbrâhim’in babası ile konuşmasını nakleden âyet (Meryem 19/42), basar sıfatının en önemli naklî delili olarak değerlendirilir. Zira âyette geçen, “İşitmeyen ve görmeyen şeylere niçin tapıyorsun?” sorusuna muhatabın cevap verememesi, ibadetin ancak semî‘ ve basîr olan bir mâbuda yapılabileceğini, dolayısıyla Allah’ın bu sıfatlarla muttasıf olduğunu gösterir. Kelâmcıların çoğu, naslarda pek sık ve muhtevalı bir şekilde yer alan basar sıfatının aklî delillerle ispat edilmesine gerek görmemişlerdir. Ancak Kur’an’da, “Hiç görenle görmeyen bir olur mu? (el-En’âm 6/50; er-Ra‘d 13/16; Fâtır 35/19) buyurularak basar sahibi olmamanın mutlak kemale gölge düşüreceğine dikkatlerin çekilmesi, bu sıfatın aklî delillerle de ispatı konusunda âlimlere ışık tutmuştur. Nitekim İmam Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ve onu takip eden bazı kelâmcılar basarın aklî delil ile ispatını yapmaya çalışırken mutlak kemal fikrinden hareket etmişlerdir. Yaratıkların en mükemmeli olan insanda görme olayının meydana gelmesi, fizyolojik ve psikolojik şartların yanı sıra fizikî ortama da bağlıdır. Halbuki Cenâb-ı Hakk’ın basar sıfatı, görmeye konu teşkil eden her şeyi, görme organına ve öteki fizik, fizyolojik ve psikolojik şartlara muhtaç olmadan idrak etmesini ifade eden bir kemal sıfatıdır (bk. eş-Şûrâ 42/11). Bu bakımdan bu sıfatın yaratıkların görme duyusunu engelleyen faktörlerle de hiçbir ilgisi yoktur.

Konunun ayrıntılarında kendi aralarında tam bir görüş birliği içinde olmayan Mu‘tezile kelâmcılarıyla bazı İslâm filozofları Cenâb-ı Hakk’ın “basîr” oluşunu, onun basar sıfatına sahip bulunması ve görmesi şeklinde anlamamışlardır. Onlar basarı ilim sıfatının bir ifadesi olarak değerlendirir ve “basîr” lafzını “alîm” şeklinde yorumlarlar. Kelâm âlimlerinin çoğunluğuna göre diğer sübûtî sıfatlar gibi kadîm olan bu sıfat görülebilen her şeye sonsuz (lâ yezâlî) olarak taalluk eder. Bu sıfatın kadîm olması onun taalluk ettiği şeylerin de kadîm olmasını gerektirmez.

Özellikle vahdet-i vücûd*cu mutasavvıflar basar sıfatıyla ilim sıfatının bir ve aynı şey olduğu hususunda Mu‘tezile kelâmcılarına katılmışlardır. Şu farkla ki onlar Allah’ın görmesini, ilminin şu âlemde kendisine açıkça tecelli etmesi, bilmesini de zâtına nazarlarla kendisini idrak etmesi şeklinde açıklamışlardır. Özellikle İbnü’l-Arabî ve onu takip eden mutasavvıflara göre Allah zâtını zâtıyla gördüğü gibi eşyayı da zâtıyla görür. Ayrıca vahdet-i vücûd ilkesinin bir sonucu olarak Allah’ın zâtını görmesi aynıyla mahlûkatı görmesidir. Çünkü gören ve görülen veya bilen ve bilinen gerçekte yalnızca O’dur (İbnü’l-Arabî, II, 82, 129; IX, 101-102).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, “bsr” md.; Müsned, IV, 402; Buhârî, “Tevhîd” 9, “Îmân”, 37; İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 10; Tirmizî, “DaǾavât”, 82; İbn Huzeyme, Kitâbü’t-Tevhîd (nşr. Abdülazîz b. İbrâhim eş-Şehvân), Riyad 1408/1988, I, 96-117; Eş‘arî, el-LümaǾ (nşr. Abdülhüseyin el-Mübârek), Beyrut 1406/1986, s. 65-71; Halîmî, el-Minhâc, I, 199; Kadî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-hamse, s. 167 vd.; Bağdâdî Usûlü’d-dîn, s. 97; Beyhakī, el-Esmâǿ ve’s-sıfât (nşr. M. Zâhid el-Kevserî), Kahire 1358, s. 178-181, 312-314, 479-482; Kuşeyrî, et-Tahbîr fi’t-tezkîr (nşr. İbrâhim Besyûnî), Kahire 1968, s. 49-50; Cüveynî, el-İrşâd (Muhammed), s. 72 vd.; Gazzâlî, el-İktisâd (nşr. İbrahim Agâh Çubukçu - Hüseyin Atay), Ankara 1962, s. 109; a.mlf., el-Maksadü’l-esnâ (Fazluh), s. 97; Fahreddin er-Râzî, Esâsü’t-takdîs, Kahire 1354/1935, s. 120-122; a.mlf., LevâmiǾu’l-beyyinât, Kahire 1323, s. 239; Âmidî, Gayetü’l-merâm, s. 121 vd.; İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, II, 82, 129; IX, 101-102; Teftâzânî, Şerhu’l-Makasıd, II, 72-73.

Metin Yurdagür