AVCI

Türkler’de özellikle Osmanlı Türkleri’nde avcı kuşu yetiştirenler ve padişahla birlikte ava gidenler için kullanılan bir terim.

Av, daha İslâmiyet’ten önceki dönemde Türkler arasında oldukça yaygın bir spor ve savaş tâlimlerinden biriydi. Bu devirde sporların başında ata binme, ok atma, cirit oyunu ve güreşin yanında her çeşit avcılık gelirdi. İslâm dininin kabulünden sonra da Hz. Peygamber’in ata binmeyi, ok atmayı ve yüzmeyi teşvik edici sözleri gerek Emevî, Abbâsî gibi müslüman Arap devletlerinin, gerekse Türkler’in av meraklarının devam etmesine sebep oldu. Özellikle Büyük Selçuklu Devleti sultanlarının en başta gelen eğlencelerinden biri sürek avları idi ve çok debdebeli geçerdi. Sultanlar aslında av gezilerini halkla ilişki kurmak ve onların dertlerini dinlemek için vesile yaparlardı. Selçuklular’da emîr-i şikâr denilen avcıbaşı emîr statüsündeydi. Aynı makam Anadolu Selçukluları’nda da vardı ve başlıca görevi, sultana ait av köpekleriyle avcı kuşlarının bakımını yapmak ve onunla ava gitmek olan emîr-i şikârların arasında Sâdeddin Köpek gibi sonradan vezirliğe yükselenler dahi vardı. Memlük Devleti’nde de derecesi “emîr-i aşere” olan av emîri bulunurdu. Bunun görevleri de aynı idi ve yanında hirâsetü’t-tayr ve hayvandar denilen iki görevli daha vardı ki bunlardan birincisi emîr-i aşere derecesindeydi.

Osmanlı Devleti’nde ise avcılık teşkilâtça en mükemmel seviyede idi. Osmanlılar’da av partileri düzenlenmesi, devletin kuruluş yıllarına kadar uzanmaktadır. Avcı kuşuyla av yapma usulü erken devir hükümdarlarında göze çarpan bir husustur. Bir rivayete göre Rumeli fâtihi Süleyman Paşa (ö. 1359) bir av sırasında ölmüştür. Aynı şekilde I. Murad, Hünernâme’de bir av sırasında doğanını salarken resmedilmiştir (TSMK, Hazine, nr. 1523, 89b). Padişahların sürek avlarına doğancı ve şikâr halkından başka Has Oda ağaları, peykler, zağarcılar, sekbanlar, solaklar ve yüksek rütbeli devlet erkânı, hatta yeniçeriler ve bostancılar da katılırdı. Bu tür avlar bir yandan dinlenme ve eğlenme amacı güderken öte yandan da savaşa hazırlık, halkla irtibat kurma ve teftişe de vesile olurdu. Av ağaları protokol bakımından yüksek bir mevkide idi. Bunlar, padişah bir yere giderken en yakınında bulunma hakkına sahip rikâb-ı hümâyun ağalarındandı. Çakırcıbaşı, şahincibaşı ve atmacacıbaşı denilen bu ağalar, sarayın dış (bîrûn) hizmetlerine bakan görevlilere dahildiler. Şikâr ağaları merkezde maiyetlerindeki cemaatlerden başka, Osmanlı Devleti’nin sınırları içindeki bütün resmî avcı kuşu yetiştiricilerinin âmiri durumundaydılar. Merkezdeki çakırcı, şahinci ve atmacacı cemaatlerinden her biri kendi ağasının emri altındaydı. Bunlar, imparatorluğun belirli yerlerinden gönderilen avcı kuşlarının bakımı ve terbiyeleriyle görevliydiler. Bîrûn avcıbaşılarından başka ayrıca sarayın Enderun kısmındaki avcılıkla ilgili doğancılar koğuşunun âmiri olan doğancıbaşılar da vardı. Bu ağalar terfi ederlerse mîrâhur veya çakırcıbaşı olur, taşraya ise sancak beyi, hatta beylerbeyi olarak çıkarlardı. Taşrada görevli doğancılar, bu tür kuşların en bol oldukları yerlerde bulunurlardı.

Avcı kuruluşlarının bir kısmı da av köpekleriyle ilgiliydi. Bunlardan sekbanlar


ve saksoncular Yeniçeri Ocağı’nın büyük ortalarındandı. Âmirleri sekbanbaşı ile saksoncubaşıydı. Turnacı ve zağarcı ortalarının başlıca görevi ise av sırasında kuşları izlemeye yarayan köpekleri eğitmekti. Her iki ortanın âmirleri ocağın ileri gelen zâbitlerindendi.

Osmanlılar’da avcı kuşlarıyla ilgili kurumlardan bazısı merkezde, bazısı da taşrada idi. Meselâ çakırcıbaşının idaresi altındaki çakırcılar, şahincibaşının idaresindeki şahinciler ve atmacacıbaşının idaresi altındaki atmacacılar merkezde bulunurlar, bunlara devletçe ulûfe* verilirdi. Taşradaki avcı kuşu yetiştiricileri timar*lı olup hizmetlerine karşılık bazı vergilerden muaf tutulurlardı. Halktan doğancı alınmaz, doğancılık genellikle babadan oğula geçerdi. Her cülûsta bu görevlilerin muafiyet veya hizmet beratları yenilenirdi. Görevini kötüye kullanan, çağırıldığında sürek avına katılmayan yetiştiricinin görevine son verilirdi. Bir yerin ilk tahrir*inde avcı kuşu yetiştiricisi timarı olarak kaydedilen arazi, sonradan herhangi bir sebeple şekil değiştirse bile ilk statüsü değişmezdi. Taşradaki şahinci, çakırcı ve atmacacıların vergilerini ancak merkezden gönderilen doğancıbaşılar toplayabilirdi. Avcı kuşu yetiştiricileri avârız*-ı dîvâniyye ve tekâlîf*-i örfiyyeden muafiyetlerini hizmetleri süresince muhafaza ederler ve bu muafiyetleri her yıl İstanbul’a kuş getirdiklerinde eda tezkirelerini ibraz etmeleriyle yenilenirdi. Bu muafiyetlerden emirlerinde çalışan hizmetkârları da faydalanırdı. Yetiştiriciler idarî yönden bazı imtiyazlara sahipti. Meselâ avcılara ehl-i örf* taifesi tarafından müdahale edilemezdi. Sadece padişahın avlanması için ayrılan yerlerde beratlı avcılardan başkası avlanamazdı. Avcı kuşu yetiştiriciliği belli bir ihtisas ve eğitim sonucu kazanıldığından bu meslek genellikle babadan oğula, erkek evlâdı olmayanın da en yakınından başlayarak akrabalarına intikal ederdi. Avcı kuşu yetiştiricilerinin tayin ve azilleri bağlı oldukları sınıfın ağası tarafından yapılırdı. Avcılar müslüman veya zimmî olabilirdi. Yetiştiricilikte diğer bir intikal şekli ise becayiş yoluydu. Gördükleri hizmetler karşılığında bazı muafiyetleri olan yetiştiricilerin, kendi hizmetleri dışında ziraatla veya başka bir işle uğraşmalarından dolayı ödemek zorunda oldukları vergiler de vardı. Taşradaki avcı kuşu yetiştiricilerinin vermekle mükellef oldukları vergiler, saraydaki şikâr ağalarının en yüksek rütbelisi olan çakırcıbaşının arzı ile tayin edilen doğancıbaşılar tarafından tahsil edilirdi. Bu sırada ilgili yerin kadısı kendilerine yardım ederdi. Toplanan vergilerle şikâr halkının ulûfeleri ve kuşların yiyecekleri karşılanırdı. Böylece teşkilât kendi ihtiyacını kendisi görürdü. Taşradaki avcılar her yıl saraya göndermekle yükümlü oldukları kuşları herhangi bir sebeple veremezlerse, muafiyetlerinin devamı ve timarlarının ellerinde kalması için devlete “meredde-bahâ” adıyla, yerine göre miktarı değişebilen bir vergi ödemek zorundaydılar. “Doğan-bahâ” denilen vergi ise, yetiştiriciden kuş talep edilmediği yıllarda alınırdı ki bu da XVI. yüzyılda kuş başına 30 akçe idi. Daha sonraki yüzyıllarda bu vergiye pek rastlanmamaktadır.

Avcı kuşu yetiştiricilerine gördükleri işlere göre çeşitli adlar verilirdi. Bunların belli başlıları gürenceci, kayacı, kümeci, sayyad, tuzakçı ve yuvacıdır. Bu görevliler de kendi aralarında şahin kayacısı, atmaca götürücüsü ve çakır yuvacısı gibi ihtisas dallarına ayrılırdı. Bunların vazifeleri avcılık olmakla birlikte bulundukları tabii çevreyi korumakla da görevliydiler.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli ve Anadolu taraflarının avcı kuşu yetiştirmeye uygun bölgelerine dağılmış olan çakırcı, şahinci, atmacacıların yegâne âmirleri, bağlı oldukları doğancıbaşılardı ve bu taşra doğancıbaşıları da doğrudan doğruya merkezdeki şikâr ağalarına bağlıydı. Kuş yetiştiricileri Rumeli’de Balkan dağlarının kuzey ve güney yamaçlarında, Anadolu’da ise Karadeniz bölgesinin batısı ve Doğu Akdeniz bölgesi ile Doğu Anadolu bölgesinin sulak ve ormanlık yerlerinde bulunurlardı.

Türk devletlerinin hemen hepsinde avcılıkla ilgili görevliler daima merkezde hükümdarın çevresinde bulunurken Osmanlılar’da bütün ülke sathına yaygınlaştırılmıştır. Böylece avcı kuşu yetiştiriciliğinin yanı sıra, günümüzde bütün dünya devletlerinin üzerinde titizlikle durdukları tabii çevrenin ve vahşi hayvan varlığının korunması görevini de yerine getirmişlerdir. Kuruluşundan itibaren müesseseleşmiş olan avcı kuşu yetiştiricileri Osmanlı Devleti’ne yüzyıllarca hizmet etmişlerdir. Padişahların ava merakı ölçüsünde önem kazanan bu teşkilâta duyulan ilgi, “Avcı” lakabıyla anılan IV. Mehmed’den sonra gittikçe azalmıştır. Şehzadelerin eğitimlerinin sarayda yapılmaya başlaması ve taşraya çıkmamaları da avla ilişkilerini kesmiştir. Öte yandan ateşli silâhların yaygınlaşması ve avlarda kullanılması avcı kuşlarını ikinci plana itmiş, böylece bu teşkilâta bağlı görevlilerin fonksiyonu giderek azalmıştır. XIX. yüzyılda Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra ise avcı kuşu yetiştiriciliği teşkilâtı tarihe karışmıştır.


BİBLİYOGRAFYA:

BA, MD, nr. 4, s. 167/1727; nr. 14, s. 378/ 534; nr. 85, s. 193/445; BA, İbnülemin-Saray, nr. 166, 314, 463, 937, 1597, 2408, 2754, 3284; BA, KK, nr. 67, vr. 348b, nr. 7175, s. 1-18; nr. 7176, vr. 5ª, 18b, 36b; nr. 7178; BA, MAD, nr. 3090, 6300, 7450, 10640, 19641; BA, Cevdet-Saray, nr. 2149; BA, TD, nr. 325, s. 11, 23, 26; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (trc. M. Altay Köymen), Ankara 1982, s. 163; Neşrî, Cihannümâ (Unat), I, 185; Ârifî Fethullah Çelebi, Süleymannâme, TSMK, Hazine, nr. 1517, vr. 576ª; Lokman b. Seyyid Hüseyin, Hünernâme, TSMK, Hazine, nr. 1523, I, vr. 89b, 105ª, 121ª, 182ª; nr. 1524, II, vr. 207b; Avni Ömer, Kanûn-ı Osmânî Mefhûm-ı Defter-i Hâkānî (nşr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı), TTK Belleten, XV/59 (1951), s. 395; Mustafa Sâfi, Zübdetü’t-tevârîh, Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2449, II, vr. 204ª, 209ª-b; Hammer (Atâ Bey), XI, 148; Pakalın, I, 115; Uzunçarşılı, Medhal, s. 82, 344; a.mlf., Kapukulu Ocakları, I, 162-166, 199-204; a.mlf., Saray Teşkilâtı, s. 420-425; Barkan, Kanunlar, s. 20, 28, 277, 280, 296; İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1983, s. 275-276; Ahmet Işık, Osmanlı Devletinde Avcı Kuşu Yetiştiricilerinin Statüsü (yüksek lisans tezi, 1986), İÜ Ed.Fak.; Faruk Sümer, “Türklerde Avcılık”, Resimli Tarih Mecmuası, IV/12, İstanbul 1953, s. 2403-2407; Metin And, “Onaltıncı Yüzyılda Av ve Avcılık”, Hayat Tarih Mecmuası, II/12, İstanbul 1970, s. 19-22; Halil Ersoylu, “Türk Dünyasının Folklor ve Etnografyasında Süs Unsuru Olarak Kullanılan Bazı Kuşlar”, TDA, II/8 (1980), s. 83-95.

Ahmet Işık