ASLÎ GÜNAH

Hıristiyanlık’ta, Hz. Âdem ile Havvâ’nın cennette “yasak meyve”den yemek suretiyle işlediklerine ve nesilden nesile bütün insanlığa intikal ettiğine inanılan suç.

Aslî günah (Peccatum Originis) terimini ilk defa Saint Augustin kullanmış ve doktrinleştirmişse de (EUn., XII, 664-665) bu konuda ilk yorum yapan Pavlus olmuştur. Önceleri Hıristiyanlığa karşı iken daha sonra ilk havârilerin arasına katılan, Hz. Îsâ ile ilgili kurtarıcılık doktrinini ortaya koyabilmek için değişik bir izah getiren Pavlus’a göre günah dünyaya Âdem vasıtasıyla girmiştir. Her insan Âdem’in suçundan bir miktar taşımakta ve bu suç nesilden nesile geçmektedir. İnsanlığı bu suçtan kurtaran ise Hz. Îsâ’dır. Her doğan çocuk vaftiz olmadığı müddetçe suçludur (Romalılar’a Mektup, 5/12-21). Gerçekte Pavlus’un bu yorumu Tevrat’tan kaynaklanmaktadır. Tevrat’a göre topraktan yaratılan ve Mezopotamya bölgesinde bulunduğu tahmin edilen Aden (NDB, s. 208-209) mevkiindeki bahçede (cennet) oturan Âdem’in iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemesi yasaklanmış, yediği takdirde ölümlü bir varlık olacağı ve kötülüklere dalacağı kendisine bildirilmiştir. Fakat yılan Havvâ’yı, onun vasıtasıyla da Âdem’i kandırarak yasak meyveden yemelerine sebep olmuş, böylece ilk günah işlenmiştir (Tekvîn, 2/7-25; 3/1-24). Hıristiyanlığa göre Âdem ile Havvâ’nın soyundan gelen bütün insanların irsiyetten dolayı bu suça iştirak ettikleri kabul edilmiş ve cezalandırılacaklarına inanılmıştır. Meryem’in rahminde Îsâ’ya hulûl eden Tanrı günahsız olan kendi oğlunu göndermiş, o da bu günaha kefâret olmak üzere çarmıhta can vermiştir. İnsanlar ise vaftiz olmak suretiyle aslî günahtan kurtulmuş olacaklardır.

Belli başlı hıristiyan mezheplerinde aslî günahla ilgili anlayışlar farklıdır. Katolikler Trent Konsili’nde (1546-1563) kendilerine mahsus bir doktrin ortaya koymuşlardır. Buna göre insan (Âdem) günahı işlemeden önce iyi ve kutsaldı. Çünkü Âdem Tanrı’nın dostu olarak yaratılmış, O’nun inâyetine mazhar olmuştu. Günahtan sonra ise aslî iyiliğini kaybetmiş, günah onun mirası olmuş ve bütün kötü arzularının temelini teşkil etmiştir. Böylece insanın iradesi Allah’tan uzaklaşmış bulunmaktadır. Bununla beraber reformcuların ileri sürdüğü gibi insan tabiatı tamamen bozulmamıştır. Ne var ki insanın zihnine, daha önce fıtratında bulunan ve tabii olanla tabiat üstü gerçeği ayırmaya yarayan sezgiyi önleyecek bir perde inmiş ve insan iradesi önceki hassas mahiyetini kaybetmiştir. Bütünüyle bozulmuş olmamakla birlikte günahtan kurtulamayan insanda iyilik ve kötülük yan yanadır. Vaftiz, aslî günahı ve işlenen günlük günahları giderir (Filipililer’e Mektup, 2/5-11; Korintoslular’a Birinci Mektup, 1/12; Romalılar’a Mektup, 5/12-18; Galatyalılar’a Mektup, 3/14).

Protestanlar’a göre aslî günahtan sonra insanın tabiatı büsbütün bozulmuş, onun hür iradesi kaybolmuştur. Kurtuluş tamamen Tanrı’nın inâyetine bağlıdır. 1530 ve 1577’de düzenlenen “iman prensipleri” içinde, ebedî kurtuluşu bakımından insanın belli bir irade hürriyetine sahip olduğu hususu yer alır. Fakat hidayete ermeden önce insan ne yaparsa yapsın Tanrı’yı hoşnut edemez. Doğu kiliseleri ise aslî suç üzerinde pek durmazlar. Ortodokslar’a göre kurtuluş, aslî suçtan değil belki ölümden, yok olmaktan kurtulmaktır. Sosiniyenler ise aslî günahı kabul etmezler. XVIII. yüzyıldan itibaren hür düşünceli hıristiyanlarca aslî günah inancı tâdil edilmeye veya ondan tamamen vazgeçilmeye başlanmıştır. Bunda rasyonalizmin ve tabii ilimler alanındaki gelişmelerin büyük payı olmuştur.

Âdem’in yaratılışı ve cennetteki hayatıyla ilgili bilgiler yahudi kutsal kitabında bulunmasına rağmen bu dinde böyle bir yorum söz konusu değildir. Yahudi Rabbinik düşüncesine göre insanın suça temayülü ve ölümlü oluşu Âdem’in günahından ileri gelmiştir. Hint dinlerindeki karma tenâsüh* inancına göre hayatın ıstırabı önceki hayatların cehalet ve yanılgılarının bir sonucudur; ancak öncekilerden intikal eden bir günah söz konusu değildir (DCR, s. 481).

İslâm’da Hz. Âdem’in yasak ağaca yaklaşması (bk. el-Bakara 2/35-37; el-A‘râf 7/19-22), onun ahdi unutması olarak nitelendirilir. Ne var ki yüce Allah Âdem’in bu davranışında bir kasıt bulmadığını açıklamıştır (bk. Tâhâ 20/115). Muhtelif tefsirlerde, özellikle bu son âyete dayanılarak Âdem’in bu davranışının kasıtlı değil unutkanlık sonucu vuku bulmuş basit bir hata (zelle) olduğu belirtilmiştir. Söz konusu olay cennette meydana geldiğine ve orada tebliğe muhatap olacak bir ümmet bulunmadığına göre o durumda Âdem henüz peygamber değildi. Peygamberliğinden önce kendisinden sâdır olan bu fiilinden dolayı Âdem tövbe etmiş, tövbesi kabul olunmuş ve daha sonra peygamberlikle görevlendirilmiştir (bk. el-Bakara 2/37; Âl-i İmrân 3/33; Tâhâ 20/122; ayrıca bk. ÂDEM).

Cennette vuku bulduğu ve şeytanın da rol aldığı ifade edilen bu olay, aslında


Âdem’in şahsında insan neslinin Allah tarafından imtihana tâbi tutuluşunun bir başlangıcıdır. Şeytanın aldatıcılığı Âdem kıssasında bir ibret örneği haline getirilmiş, hac sırasındaki şeytan taşlama hadisesiyle de onun aldatıcılığına ve düşmanlığına karşı gösterilmesi gereken tepki sembolize edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, “Âdem oğlu” (el-A‘raf 7/35) ifadesiyle insan olarak kimsenin hatadan uzak kalamayacağını, önceki bazı dinlerde “Tanrı’nın oğlu” vb. şekillerde tanrılaştırılan insanların da Âdem’in neslinden geldiklerini ve onların da hata işleyebileceklerini ima etmektedir. Âdem itaatsizlik etmişse de Hıristiyanlık’ta olduğu gibi bir günahkâr olarak görülmez. O bir peygamber olmakla beraber neticede bir insandır, Allah’ın kuludur. Şeytan, insanoğlunun imtihan âlemine yani dünyaya inmesine sebep olmuş, insan dünyaya inince de imtihan başlamıştır.

Yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarında yasak meyveyi yılanın kadına, kadının da Âdem’e yedirdiği belirtilirken Kur’an’da kadını aslî suçun sebebi olarak gösteren böyle bir bilgiye rastlanmaz. Kur’an’da şeytanın ikisini birden aldatarak cennetten çıkarılmalarına sebep olduğu belirtilmekte (bk. el-Bakara 2/36), hatta şeytanın Havvâ’ya herhangi bir hitabından söz edilmezken, “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve eskimeyecek bir saltanatı göstereyim mi?” (Tâhâ 20/120) denilerek doğrudan Âdem’e hitap edildiği görülmektedir. Aslında İslâm’a göre herkesin yaptığı, kazandığı kendisinedir. Kimse başkasının günah yükünü taşımaz (bk. el-En‘âm 6/164). Her doğan, lekesiz ve tertemiz bir tabiatta (fıtrat) doğar. Doğuştan gelen günah yoktur, suç ferdîdir. İslâm’da, Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta olduğu gibi önceki insanların işlemiş oldukları günahın sonraki nesillere intikal etmesi tarzında bir inanç yoktur. Bu çeşit inançlar, suçların ferdîliğine dayanan günümüz hukuk anlayışına da aykırı düşmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

A Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 128; Kâmuran Birand, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Ankara 1964, s. 122; H. J. Schoeps, An Intelligent Guide to the Religions of Mankind (trc. R. Clara Winston), London 1967, s. 254; Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıcından Günümüze Kadar Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s. 228; DTC, XII, 275-626; NDB, s. 208-209; DCR, s. 481; EUn., XII, 664-665.

Günay Tümer