ARSLANHANE

İstanbul’da Osmanlı devrinde bazı hizmetlerde kullanılmış eski bir Bizans kilisesi.

Türkçe kaynaklarda Arslanhane adıyla geçen yapının Ayasofya’nın güneyinde ve Sarây-ı Cedîd’in (Topkapı Sarayı) esas girişi olan Bâb-ı Hümâyun’un dışında, 1933’te yanan eski Adliye Sarayı’nın arsası yerinde olduğu bilinmektedir. Türkler tarafından arslanhane olarak kullanılan bina esasında, Bizans imparatorlarının Sultanahmet Meydanı’ndan Marmara kıyısına kadar uzanan sahayı kaplayan büyük sarayının Ayasofya önüne açılan en önemli girişi olan Khalke Kapısı’na komşu veya onun üstünde idi. Hz. Îsâ adına yapılan bu kilise Khristos tes Khalkes (Khalke Îsâ’sı) olarak


adlandırılmıştı. İlk defa İmparator I. Romanos Lekapenos (919-944) tarafından çok küçük bir ibadet yeri olarak yapılmış, sonraları I. İoannes Tzimitzes (969-976), 971 yılı Martında Rus Knyas’ı Swjatoslaff’a karşı sefere çıkarken, içine on beş kişinin zor sığdığı bu şapelin yerine yeni ve ihtişamlı bir kilise inşasını emretmişti. Çok zengin bir şekilde süslenen bu kiliseye imparator tarafından değerli eşya ve iki de rölik vakfedilmişti. İoannes, 976 yılı Ocak ayında öldüğünde bu kilisenin ön holünde (narthex) önceden kendisi için hazırlattığı muhteşem bir lahde gömülmüştü. XI-XII. yüzyılın Bizans tarihçilerinden Kedrenos’un ifadesine göre kilise, Khalke Kapısı’nın kemeri üstüne oturtulduğundan yüksek bir bina idi.

Fetihten sonra bu kilise birçok benzeri gibi cami veya mescide çevrilmemiştir. Bu sahada belki eski yapılardan da kısmen istifade edilerek Ayasofya’nın doğu tarafına, denize uzanan yamaçta cebehane kurulmuş, XVI belki de XVII. yüzyılda buradaki bir eski kilisenin alt katına saraya ait vahşi hayvanlar yerleştirilmiştir. Khalke Kapısı kilisesinin bu bina ile aynı olup olmadığı önceleri kesinlikle bilinmiyor idiyse de Mango bunu mümkün görmektedir. Gerçekten de kaynakların verdikleri bilgiler ve bazı resimler birbirini tamamlamaktadır. Bu eski kilisenin alt katında ve belki de yanında uzanan mahzenlere başta arslanlar olmak üzere çeşitli hayvanlar yerleştirilmiş, üst kat ise saray nakkaşlarının çalıştıkları nakkaşhaneye tahsis edilmiştir. 1608 yılında İstanbul’a gelen seyyah Simeon, Arslanhane’yi oldukça etraflı bir şekilde anlatmakta, fakat nakkaşhaneden hiç bahsetmemektedir. Halbuki XVII. yüzyılın ilk yarısında Evliya Çelebi buradaki nakkaşhaneyi, “Arslanhâne’nin üst tabakaları kat kat kârgir-binâ hücrelerdir ki cemî‘ nakkīşân-ı üstâdân kârhânede sâkinlerdir” sözleriyle anlatmaktadır. Bir ihtimal olarak saray nakkaşhanesinin 1608’den sonra, bu tarihle Evliya Çelebi’nin (d. 1020/1611) Seyahatnâme’sinin İstanbul’a dair ilk cildinin metnini hazırlamak üzere şehri gezmeye başladığı 1631 yılı arasında kalan süre içinde kurulmuş olabileceği düşünülebilir. Sonraları yazar İnciciyan da (ö. 1833), bir kubbe ve iki yarım kubbeli olan Arslanhane’nin üst tarafında nakkaşhane odalarının bulunduğunu bildirmekte ve eserinin son derecede nâdir olan Ermenice aslında bu yapının bir de gravürüne yer vermektedir. Yine İnciciyan’ın yazdığına göre nakkaşhane 1802’de yanmış, 1804’te henüz ayakta olan kâgir kilise, yanındaki cebehanenin genişletilebilmesi için yıktırılmıştır. Ancak 1808’de Alemdar Mustafa Paşa Vak‘ası sırasında 16 Kasım günü çıkan yangında cebehane tamamen yanmış ve 1848’de de artık toprak üstünde hiçbir izi görülmeyen Kilise-Arslanhane’nin arsası üzerine mimar Gaspare Fossati tarafından Dârülfunun binasının inşasına başlanmıştır. Kısa bir süre bu maksada uygun olarak kullanılan bu muhteşem ve heybetli bina, ilk Meclis-i Meb‘ûsan ve Adliye Nezâreti olduktan sonra İstanbul Adliyesi’ne tahsis edilmiş, 1933 sonbaharında ise yanmış ve kâgir duvarları da kaldırılmıştır.

Arslanhane olan Bizans kilisesini, Matrakçı Nasuh’un XVI. yüzyılda hazırlanan Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn adlı eserini süsleyen İstanbul minyatüründe de görmek mümkündür. Burada Ayasofya ile deniz arasında beyaz olarak belirtilen kubbeli yapı ile İnciciyan’ın gravürü arasında o kadar büyük bir benzerlik vardır ki bunun Arslanhane olmasından şüphe edilemez. İsveçli subay Cornelius Loos’un 1710’da çizdiği İstanbul manzarasında olduğu gibi bir İtalyan ressamın 1786’da Sir Richard Worseley için yaptığı manzarada da kasnak pencereleri yarıya kadar örülü, kubbesi ot kaplı olan bu bina farkedilmektedir.

Arslanhane’nin bugün elimizdeki en iyi resmi İnciciyan’ın kitabında bulunanıdır. Burada, önünde geç devre ait tek katlı bir yapı bitiştirilmiş büyük bir kemer görülür. Bu kemerin üstüne oturan kilisenin yanlarında kemerli destek payandaları vardır. Üzerinde otlar çıkmış harapça binanın kubbe pencereleri yarıya kadar örülüdür.

Bu bölgede eski büyük sarayın harabesinden artakalan bodrum ve mahzenlerin çokluğu düşünülecek olursa, bunların vahşi hayvanlar ve arslanlara tahsis edilmiş olmaları mümkündür. Ancak üstte olan esas kilisenin ve müştemilâtının bir süre nakkaşhane olduğu düşünülebilir. Yoksa arslanlar ile nakkaşların aynı bina içinde iç içe yaşadıklarına ihtimal verilemez.

BİBLİYOGRAFYA:

Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 607; J. P. Richter, Quellen der byzantinischen Kunstgeschichte, Wien 1897, II, 352 vd.; R. Janin, La Géographie ecclésiastique, Eglises et monastres, Paris 1953, s. 374; İnciciyan, XVIII. Asırda İstanbul (haz. H. Andreasyan), İstanbul 1956, s. 46; Süheyl Ünver, Fatih Devri Saray Nakkaşhanesi ve Baba Nakkaş, İstanbul 1958; C. Mango, The Brazen House, Koehenhavn 1959; Polonyalı Simeon, Seyahatnâme (haz. H. Andreasyan), İstanbul 1964, s. 7; Semavi Eyice, “Arslanhane ve Çevresinin Arkeolojisi”, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Yıllığı, XI.-XII. İstanbul 1964, s. 25-29 ve resim 4, 5.

Semavi Eyice