ARRÂF

العرّاف

Olaylar arasındaki benzerlik ve ilişkileri tesbit ederek geçmiş ve daha çok gelecek hakkında tahminde bulunan kişi.

“Bir şeyi bildirmek” anlamındaki ırf veya urf kökünden türeyen arrâf, kaynaklarda biri yukarıdaki ıstılahî mânada, diğeri de “kâhin” mânasında olmak üzere iki türlü kullanılmıştır. Arrâf hakkında verilen bilgiler onun kâhinden farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre arrâf, olaylar arasındaki herkesin farkedemeyeceği şekilde gizli ve karmaşık olan benzerlik ve münasebetleri doğuştan sahip olduğu bir kabiliyetle hissedebileceği gibi, kazandığı tecrübelerle de istikbale dair bazı olaylar hakkında önceden tahminlerde bulunabilir. Sıradan insanlardan farklı bir zekâ ve idrak üstünlüğüne sahip olduğu kabul edilen (İbn Haldun, s. 97) arrâf bu gücünü yöneldiği konuya teksif eder ve olaylar arasındaki bağlantıyı, mevcut olayların gelecekte doğuracağı sonuçlan, aynı sebebe bağlı olmakla beraber farkedi-lemeyecek derecede karmaşık bir mahiyet arzeden benzer hadiseleri bulmaya çalışır. Arrâfın gerek yaratılıştan sahip olduğu kabiliyet, gerekse tecrübe birikimi sayesinde geleceğe dair verdiği haberler zaman zaman doğru çıkmakla birlikte her söylediğinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü bu haberler kesin bilgi vasıtalarının değil, bazı zan ve tahminlerin ürünüdür. Geçmişe ait olmak üzere verdiği haberler ise daha çok bu konuda soru soranın fizyolojik ve psikolojik durumundan elde ettiği bazı ipuçlarına dayanır. Arrâfın muhatabının vücut hareketlerine, tutum ve davranışlarına, ilk söylediği kelimelere dikkat ederek kaybolan eşyayı, yitik develeri bulduğu, hırsızları ve katilleri teşhis ettiği rivayet edilir. Câhiliye döneminde Araplar yeni doğan çocuklarını gelecekleri hakkında bilgi almak üzere arrâflara götürürlerdi. Daha çok panayırlarda mesleklerini icra eden arrâflar çocukların vücut yapılarına, özellikle fizyonomilerine bakarak istikballeriyle ilgili bazı tahminler yürütürlerdi. Yemâmeli Rebâh b. Kühle (رباح بن كحلة),


Necicili Eblak el-Esedî, Eclah ez-Zührî, Urve b. Zeyd el-Esedî Câhiliye devrinin ünlü arrâflarındandır. İslâm döneminde de eskisi kadar olmasa bile arrâflara rastlanır. Bunlara daha çok kayıp eşya hakkında bilgi almak üzere başvurulurdu. İlâç ve tedavi konusunda da arrâf-lardan faydalanılırdı.

Kur’an’da arrâftan söz edilmez. Hz. Peygamber’den arrâf hakkında iki farklı hüküm ihtiva eden rivayetler vardır. Bunların birinde arrâf adı doğrudan geçmemekte, sadece arrâfın tarifine uyan muhaddes kelimesi yer almaktadır. Geçmiş milletler içinde peygamber olmadıkları halde tahmin ve zanları gerçekleşen muhaddesûn denilen kişiler bulunduğunu ve ümmeti içinde böyleleri varsa Ömer’in bunlardan biri olması gerektiğini belirten (Müsned, VI, 55; Buhâ-rî, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 6, “Enbiyâǿ”, 54; Müslim, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 23) Hz. Peygamber’in, bu hadisteki muhaddes ile arrâfı kastettiği kabul edilmektedir (Taşköprizâde, I, 357). Bu ifadelerden, Hz. Peygamberin karinelere dayanarak gelecek hakkında tahminlerde bulunmayı tasvip ettiği anlaşılmaktadır. Kâhin veya arrâfa itibar ederek bunları tasdik edenlerin Muhammed’e indirileni inkâr etmiş sayılacaklarını, namazlarının kırk gün kabul edilmeyeceğini ve cennete giremeyeceklerini bildiren (Müsned, II, 429; III, 14; IV, 68; V, 380; Müslim, “Selâm”, 125; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 21; İbn Mâce, “Taharet”, 122; Tirmizî, “Taharet”, 102) diğer hadislerde arrâf, kâhinle eş anlamda kullanılmış ve bunların hiçbir delile dayanmayan gaybı bilme iddiaları reddedilmiştir. Kaynaklarda Câhiliye devrindeki arrâflıkla (ırâfe) ilgili olarak nakledilen bilgiler, daha çok bu ikinci türden hadislerde kâhinle eş anlamda kullanılan arrâfa aittir. Su dolu bardağa, güneşe, billur parçasına bakarak, remil atıp seçili ve kafiyeli sözler söyleyerek gaipten haber vermeleri de bunu göstermektedir (bk. KÂHİN).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Ǿarf” md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “‘arrâf” md.; Lisânü’l-ǾArâb, “‘arrâf” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “Ǿarrâf” md.; Müsned, II, 429; III, 14; IV, 68; V, 380; VI, 55; Buhârî, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 6, “Enbiyâ’”, 54; Müslim, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 23, “Selâm”, 125; İbn Mâce, “Taharet”, 122; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 21; Tirmizî, “Taharet”, 102; Mâverdî, AǾlâmü’n-nübüvve, Bağdad 1319, s. 119-120; Nevevî, Şerhu Müslim (Irşâdü’s-sârî içinde), Bulak 1304-1306 — Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), IX, 70, 74; İbn Haldun, Mukaddime, Kahire, ts. (Dârü’ş-Şa’b), s. 97, 99; Aynî. ‘Umdetü’l-kâri, Kahire 1392/1972, XIII, 110; Keşfü’z-zunûn, II, 1131; Taşköprizâde, Miftâhu’s-sa’âde, I, 357-359; Sıddık Hasan Han, Ebcedul- Ǿulum, Beyrut, ts. (Dârü’l-Kütübi’l-il-miyye), II, 454; Elmalılı. Hak Dini, VIII, 5343; Mahmûd Şükrî el-Âlüsî, Bulûğu’l-ereb, III, 307-313; C. Zeydan, Târih, III, 19-21; Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 772-774; A. S. Tritton, “ǾArrâf”, EI² (İng.), I, 659-660.

Ahmet Saim Kılavuz