ALEM

العلم

Tuğ, bayrak ve sancak gönderleriyle kubbe, külâh ve çatıların tepesine takılan sembol; sınır taşı.

Alem kelimesi Arapça ilm (bilmek; bildirmek, işaret etmek) kökünden türemiş kuralsız bir isim olup anlamı “belli eden, bildiren; iz, alâmet, işaret, nişan”dır. Taşıdığı bu sözlük anlamından dolayı “sembol, standart; bayrak, sancak; lider, imam; sınır, sınır taşı; uzun dağ” ve Arap gramerindeki “özel isim” için müşterek terim olarak kullanılmaktadır; çoğulu a‘lâmdır.

Alemin ortaya çıkması tarih öncesi devirlere rastlar. Bunlar daha çok savaşlar ve kalabalıkta icra edilen dinî törenler sırasında, kişilerin kendi lider ve topluluklarını tanıyabilmeleri amacıyla kolay görülebilecek biçimde, mızrak gibi uzun bir gönderin ucuna takılarak birliklerin önünde taşınan alâmetlerdir. Alemin, kalabalık ve kargaşalık anında liderin bulunduğu yere işaret etmesinin yanında yerine getirdiği diğer önemli görev, o topluluğu birlik ve beraberlik içinde tutmasıdır. Bu sebeple gerek alemler, gerekse sonraları onlardan gelişen bayrak ve sancaklar daima mânevî bir güç taşımış ve mukaddes sayılmışlardır (bk. BAYRAK, SANCAK).

İlk alemler (standart) totemik devirlere aittir. Bunlar tanrı sûretleri, semavî semboller ve çeşitli hayvan şekillerinde genellikle bakır, tunç, gümüş, altın gibi madenlerden yapılarak mâbedlerde muhafaza edilen ve törenlerde alayların, savaşlarda da askerî birliklerin önünde taşınan gönderlere takılmış küçük heykellerdir. Bilinen ilk alemler Mezopotamya ve Mısır tasvirî sanatlarından tanınmakta ve bunların tanrı sembolü oldukları görülmektedir. Tasvirî sanattan tanınanların dışında, doğrudan kendisi ele geçmiş ilk alemlerin en güzel örnekleri, milâttan önce III. binyılın sonlarına ait Alacahöyük kral mezarlarından çıkarılan Hatti güneş kurslarıyla geyik ve boğa heykelleridir. Hunlar’a ait Pazırık


kurganlarında da aralarında büyük bir zaman farkı olmasına rağmen Alacahöyük hayvan heykellerine fevkalâde benzerlik gösteren bazı geyik ve yaban keçisi şekillerinde gönder - çadır alemleri bulunmuştur (bk. Diyarbekirli, resim 84, 113, 115). Bu alemler, Hunlar’ın sıkışıp kaldıkları bölgeden gizli geçitleri bir geyiğin önderliğinde geçerek kurtulduklarını anlatan millî efsanelerindeki geyiğin aslında ordunun önünde taşınan bir geyik alemi olabileceğini akla getirmektedir.

Tarih boyunca en gösterişli alemleri, Eskiçağ’ın en düzenli ordularına sahip bulunan ve savaştıkları insanların moralleri üzerinde askerî birliklerindeki ihtişam ve intizamla da etkili olan Romalılar kullanmışlardır. Önceleri aynı göndere üst üste takılmak suretiyle daha dikkat çekici hale getirilen Roma alemlerinin başlıcalarını, savaş tanrıları Mars ve Minerva’nın küçük heykelleri, diğer dinî semboller, Roma’nın ve imparatorun sembolleri ile orduyu teşkil eden birliklerin alâmetleri oluşturmuştur. Milâttan önce II. yüzyılın sonlarından itibaren ordu alemi olarak yalnız kanatlarını açmış, saldırı vaziyetinde kartal figürü benimsenmiş ve bu alem zamanla diğerlerinin yerini almıştır. Roma alemleri tabii olarak Bizans alemlerini ve Ortaçağ Avrupa armacılığını (heraldry) etkilemiş, Fransa’nın İmparatorluk, İtalya’nın Faşizm ve Almanya’nın Nazizm dönemlerinde ise aynen taklit edilmiştir.

Çok tanrılı dinlerin ortadan kalkmasıyla birlikte totemik alemler taşınmaz olmuşlar ve dolayısıyla alem şekilleri daha sade bir görünüm kazanmaya başlamışlardır. Ortaçağ boyunca silâh olarak da kullanılan, Avrupalılar’ın halbert (saplı balta), Osmanlılar’ın alem, gönderli balta veya teber dedikleri bir tür alemler, genellikle mızrak ucu altında çift ağızlı veya sırtı mahmuzlu balta gibi dürtücü kesici biçimlerde yapılmışlardır (bk. BALTA). Dîvânü lugāti’t-Türk’ten öğrenildiğine göre Türkçe bayrak kelimesinin aslı da batrak (batırak, ucuna bir ipekli kumaş parçası takılmış mızrak) kelimesidir ve bu durum eski Türkler’de bayrağın da bir silâh olarak doğup geliştiğini göstermektedir. Savaşlarda mızrağın terkedilmesinden sonra bu tür silâh-alemler silâh özelliklerini kaybetmişler ve uçlarına genellikle alev dili (flame) biçiminde, üzerleri armalı veya düz kumaş parçaları takılmış birer sembolik mızrak şeklinde flama ve bayraklara dönüşmüşlerdir. Kaynaklardan, Hz. Muhammed’in ünlü alemi (sancak-ı şerif) ukābın da sefer sırasında diğer Arap sancakları gibi bir mızrağın ucuna bağlanarak taşındığı öğrenilmektedir (bk. Hamîdullah, II, 1071). Birer kumaş parçasından ibaret olan ilk flama, bayrak ve sancakların daima mızrak ucuna bağlanmaları, tarih boyunca en çok kullanılan gönder aleminin o amaçla yapılmamasına rağmen mızrak temreni olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim bugün “bayrak direği” anlamında kullanılan gönder de aslında “kargı, mızrak” demektir (bk. Yeni Tarama Sözlüğü, s. 96) ve ayrıca mânevî koruyucu niteliğiyle bina çatılarına takılan alemlerin de bilinen ilk örneğinin mızrak temreni şeklinde olduğu görülmektedir. Milâttan önce VIII. yüzyıla ait olan bu alem, Asur Kralı II. Sargon’un sarayındaki zafer kabartmalarında, yağmalanması tasvir edilen bir Urartu mâbedinin çatı tepesinde yer almakta olup Urartular’ın baş tanrısı Haldi’nin (savaş tanrısı) sembolü olan mızrak temreni şeklinde yapılmıştır (bk. Azarpay, resim 5). Bilinen ilk bina aleminin bir mâbedin çatısında bulunması ve mimarlık tarihi boyunca da yalnız mâbed, medrese, şifahane, çarşı ve mesken gibi mukaddes ve mübârek tanınan binalarda kullanılıp özellikle İslâm mimarisinde kubbeli dahi olsa, şer‘an kerih sayılan ve içinde Kur’an okunması, namaz kılınması, hatta selâm verilmesi câiz olmayan hamam (soyunmalık hariç), kaplıca ve abdesthane gibi binalarda kullanılmaması, daima mukaddes kabul edildiğini ortaya koymaktadır. Bugün hâlâ devam eden, kubbesi tamamlanan camilerle çatısı kapanan büyük binaların tepe noktalarına, dinî törenle ayyıldızlı veya düz kırmızı bayrak (alem) dikilmesi geleneği de, eski devirlerde alemlerin çatılara henüz inşaat bitmeden takıldığını ve böylece yapının bir an önce mânevî koruma altına alınmak istendiğini göstermektedir.

İslâmiyet’in kabulünden önce Türkler’in, çadır ve sancak direklerinin tepesine genellikle küre şeklinde alemler taktıkları ve bunlara Farsça mang (Avesta mōn “ay”) kelimesinden Türkçe -cuk ekiyle türetilen men-çuk / mon-çuk (küçük ay, mâhçe) adını verdikleri bilinmektedir (bk. Erdem, s. 107 - 108). Mençuk / monçuk kelimesinin Türkler’den başka diğer müslümanlar tarafından da kullanılması, bu alem türünün İslâm âleminde iyice yaygınlaştığını göstermektedir. Nitekim 1375 yılında Hâmî isimli bir Endülüslü müslüman tarafından yapılan ve literatürde “Katalan haritası” adıyla anılan dünya haritasında her devletin bayrağının resmedilmiş ve biri hariç bütün alemlerin de monçuk şeklinde yapılmış olduğu görülmektedir (bk. Kurtoğlu, şekil 36). Bu haritada, Orta Asya’nın kuzeydoğusuna yerleştirilen ve at sırtında çizilerek göçebe olduğu belirtilen Gog-Magog (Ye’cûc - Me’cûc) hükümdarının ejderha motifli sancağının mızrak ucuna takılmasına mukabil hükümdarlık çetrinin tepesinde üstteki daha küçük olan iki monçuk (ay ve güneş) bulunmaktadır. Sivaslı Nâsırüddin’in 1270 yıllarına tarihlenen kozmografyaya dair eserindeki bir minyatürde de, otağ direğinin tepesinde iri bir monçuk üzerinde duran aslan veya pars şeklinde bir alem bulunmakta, otağın iki yanındaki sancaklardan birinin aleminin ise hilâl şeklinde olduğu görülmektedir (bk. Esin, TTK, not 178, levha IX / b). XIII. yüzyılda yaşayan bir Çinli yazar, Abbâsî halifesinin başına tutulan siyah hükümdarlık çetrinin tepesinde yeşimden yapılmış bir aslan ve onun üzerinde de altından yapılmış parlak bir “ay” bulunduğunu yazmaktadır (bk. EI² [İng.], III, s. 382). Ettinghausen, bu bilgiyi aldığı Çince metni tercüme ve tefsir eden yazarların yuvarlak bir amblemin ancak güneşi sembolize edebileceğini düşünerek “ay” kelimesini “hilâl” anlamında yorumladıklarını yazmaktadır. Ancak Irak Abbâsîleri’nin hilâl sembolünü alem olarak kullandıklarına dair bir tek örneğin mevcut olmaması, geç dönemlerin etkisiyle “hilâl” şeklinde yorumlanan “parlak altın ay”ın aslında, İslâm kaynaklarının “çetr tepelerindeki altın top” dedikleri monçuk olduğunu ve söz konusu alemin Sivaslı Nâsırüddin’in minyatüründeki alem gibi “monçuk üzerinde duran aslan” şeklinde olabileceğini akla getirmektedir (bk. Erdem, s. 107). İbn Bîbî’nin “Hükümdar çetrinin kartalı, sultanların güneşine talih kanadını ve tüylerini gerdi ve kudret gölgesini yaydı” cümlesinden ise aynı çağda Anadolu Selçuklu sultanlarının çetr alemlerinin kartal şeklinde olduğu anlaşılmaktadır (bk. Öney, s. 166). Öte yandan, biri Büyük Selçuklular’a, diğeri Artuklular’a ait olan tunçtan yapılmış sfenks şeklinde iki çadır direği alemi, müslüman Türkler’in mitolojik hayvanları da Hunlar ve Moğollar gibi çadır (ve çetr) alemi olarak kullandıklarını göstermektedir (bk. Diyarbekirli, s. 171, resim 160, 161).


Tek tanrılı dinlerden Mûsevîliğin alemi (sembol) mühr-i Süleyman, Hıristiyanlığın alemi haç ve İslâmiyet’in alemi de hilâl motifleridir. Bunlardan, milâttan önce I. binyılın ilk çeyreği içinde benimsendiği anlaşılan mühr-i Süleyman, birbirine geçmiş biri koyu, diğeri açık renk iki üçgenden oluşarak ruh ile vücudun birleşmesini sembolize etmekte, Hıristiyanlığın alemi olan haç da Hz. Îsâ’nın çarmıha gerilişinin hâtırasını yaşatmaktadır. İslâmiyet’in alemi olan hilâlin menşei ise tartışmalıdır ve ileri sürülen fikirlerin daha çok milliyetçi duyguların etkisi altında kaldığı görülmektedir. Batılı yazarlar hilâlin İstanbul’un fethinden sonra Bizans’tan Türkler’e geçtiğini iddia ederken buna tepki gösteren Türk yazarlar da Türkler tarafından Orta Asya’dan getirildiğini ileri sürmüşlerdir. Hilâlin Bizans’tan Türkler’e geçtiği yolundaki görüş, üzerinde durmayı gerektirmeyecek derecede ilmî gerçeklerden uzaktır ve bu tezi sadece Endülüslü Hâmî’nin İstanbul’un fethinden yaklaşık bir asır önce çizdiği harita tümüyle çürütmeye yeterlidir. Çünkü bu haritada, Moğol istilâsı dışında kalan İslâm devletlerinden pek çoğunun bayrağında hilâl ve üç hilâl motiflerinin yer aldığı açıkça görülmektedir.

Hilâl ilk defa Mısır’da X. yüzyılın ilk yarısında Fâtımîler tarafından bayrak motifi ve askerlerin boyunlarında hamail olarak kullanılmaya başlamış, İslâm’ın sembolü olarak benimsenmesi ise Haçlı seferleri sırasında genellik kazanmıştır ve bu durum Haçlı seferlerini konu alan minyatürlerde, Haçlı kalkanlarındaki haçlara karşı müslümanların kalkanlarına hilâl resmi konulmak suretiyle gösterilmiştir. Bu konuda önemli bir belge niteliği taşıyan Kudüs Kralı II. Baudouin’in (1143-1163) mühründe, belki müslümanların da hıristiyanların da hâkimi olduğunu simgelemek üzere Kudüs surları içinde, birinin tepesinde büyük bir hilâl, diğerininkinde haç bulunan iki adet kubbeli bina (Kubbetü’s-sahre ve Mescid-i aksa) resminin yer alması (bk. Runciman, II, levha I), en geç XII. yüzyılda hilâlin İslâm’ın sembolü olduğunu ve mimaride de bina alemi olarak kullanıldığını (bk. BAYRAK) kesinlikle ortaya koymaktadır (daha geniş bilgi için bk. Erdem, s. 108-113).

Hilâl biçimi gönder alemlerinin ilk defa Karahanlılar tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Karahanlı şehirlerinden Hoten’de, içlerinde Arapça ibareler taşıyan, üzerleri yaldızlanmış tunçtan mâmul, arkalarında halkalar bulunan bazı hilâller ele geçmiş ve bunların sancak alemi oldukları ileri sürülmüştür (bk. Esin, TTK, s. 356, levha VIII A / 11 a). Özellikle içlerinden, üzerindeki tarih 225, 335 veya 445 okunabilen bir tanesinin, tarihî olaylar göz önüne alınarak 445 (1053 - 54) yılına ait olması muhtemel görülmektedir.

Osmanlı gönder alemleri genel olarak ordu ve tekke sancaklarında hilâl, mızrak ucu, süngü ve ucu gittikçe sivrilen yaprak şekillerinde yapılmış, tuğlara da çoğunlukla yalnız monçuk alemler takılmıştır. Bugün ise bayrak ve sancaklarda monçuk üzerinde ayyıldız, flama ve özel bayraklarda da mızrak ucu ile yalnız monçuk alemler kullanılmaktadır. Müzelerde korunan çeşitli alemlerin bakır, tunç, pirinç veya demirden yapılmış ve bazılarının da altın yaldız yahut altın safiha ile kaplanmış oldukları görülmektedir. Mevcut alemlerin çoğunda ana parçayı teşkil eden tepelik kısmı safiha halindedir ve yapımlarında başlıca kafes oyma tekniği ile kazıma tekniği uygulanmıştır.

Gönder alemleri arasında, bina alemlerinin aksine doğrudan boynuz şeklinde olanlar daha azdır; ancak ekseriyeti teşkil eden armut, lâle veya zambak gibi şekillerde yapılıp içleri lafza-i Celâl, ism-i nebevî, kelime-i tevhid ve tarikat pîri gibi din ulularının adlarıyla veya çeşitli motiflerle doldurulan alemler, boynuz alemlerin değişikliğe uğramış şekilleridir ve bu tür alemlerin tepelerinde genellikle küçük birer hilâl veya boynuz bulunmaktadır. Mimaride kullanılmasına Beylikler devrinden itibaren başlanan ve bilinen en eski örneğini Konya’daki Karamanlılar’a ait Hoca Fakih Türbesi’nin (1455), silueti henüz açılmamış gül goncasına benzer beyaz mermer alemi teşkil eden boynuz şeklindeki alemler, eski bir Anadolu geleneğinin devamı niteliğindedir. Anadolu mimarisine ilk defa çatı örtülü ahşap bina tipini getiren Frigler’in milâttan önce VI. yüzyıla ait mâbed cephesi şeklindeki kaya kabartmalarının alınlık tepelerinde, boynuz biçimi cami alemlerinden hiç farkı olmayan alemler görülmekte ve bunların sanıldığı gibi boynuz olmayıp boynuz şeklinde, muhtemelen ahşaptan yapılmış alem oldukları açıklıkla anlaşılmaktadır (bk. Akurgal, levha IVa). Bu ilk boynuz alemler, Anadolu İslâm mimarisinde de aynı şekil ve aynı fonksiyonla yaşamaya devam etmişler ve gönder alemi olarak da ordu ve tekke sancaklarında çokça kullanılmışlardır. Tekke ve yeniçeri sancağı alemleri arasında Bektaşî tacı ve el (pençe-i Âl-i abâ veya halk arasında sanıldığı gibi Hz. Fâtıma’nın eli) şeklinde olanlar da yekün tutmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Yeni Tarama Sözlüğü, Ankara 1983, s. 96; G. Azarpay, Urartian Art and Artifacts, Berkeley 1968, resim 5; Ekrem Akurgal, Ancient Civilisations and Ruins of Turkey, İstanbul 1969, levha IVa; Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı, İstanbul 1972, s. 171, resim 84, 113 / a, 113 / b, 115, 160, 161; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (İstanbul 1980), II, 1065-1076; S. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1987, II, 392, levha I, V; Fevzi Kurtoğlu, Türk Bayrağı ve Ay Yıldız, Ankara 1987, s. 45, 55, şekil 36; Rıza Nour, “L’Histoire du Croissant”, Revue de Turcologie (Türk Bilik Revüsü), I / 3, İskenderiye 1933 (özel sayı), s. 232-410; Güngör Yavuz, “Sancak Alemleri”, Arkitekt, sy. 328, İstanbul 1957, s. 180, 183; Hamit Koşay, “Etnoğrafya Müzesindeki Alemler”, TEt.D, sy. 3, (1959), s. 80-86; Gönül Öney, “Anadolu Selçuk Mimarisinde Avcı Kuşlar, Tek ve Çift Başlı Kartal”, Malazgirt Armağanı, Ankara 1972, s. 166; Emel Esin, “Kün-Ay (Ay-Yıldız, motifinin proto-Türk devirden Hakanlılar’a kadar ikonografisi)”, TTK Bildiriler, I (1972), s. 356, 365, not 178, levha VIII A / 11a, IX / b; a.mlf., “Türk Kubbesi”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, III, Ankara 1971, levha II; Yılmaz Önge, “Anadolu’nun Bazı İslami Yapılarındaki Alemler Hakkında”, I. Milletlerarası Türkoloji Kongresi Tebliğler III, İstanbul 1979, s. 814-838; Sargon Erdem, “Alemin Tarihçesi ve Monçuk, Hilal, Boynuz Alemlerin Menşeleri Üzerine”, STAD, I / 3 (1988), s. 103-117; Celâl Esad Arseven, “Alem”, SA, I, 41; M. Fuad Köprülü, “Bayrak”, İA, II, 402; R. Ettinghausen, “Hilāl”, EI² (İng.), III, 381 - 382; J. Colmard - J. W. Allan, “ǾAlam ve Alamat”, EIr., I, 785-791.

Sargon Erdem




MİMARİ. Yapıların kubbe, külâh ve çatıları üzerinde yer alan alemler, mimari görünüş ve ifadeyi tamamlayan, sembolize ettiği dinî inanç ve felsefî değerleri yücelten, ayrıca kurşun örtü


kaplamasını tepede kuvvetlendirip açılmalarını önleyen unsurlardır. Alemler maden veya taştan yapılmışlar, tunç ve bakır olanları altın varak yahut altın yaldızla kaplanarak, pirinç olanları da tabii halleriyle kullanılmışlardır. CâmiǾu’t-tevârîħ’in minyatürleri, Bağdat manzarasında olduğu gibi (Paris Bibliothèque Nationale, ms, Suppl. Pers., nr. 1113, vr. 180b-181ª) şehir tasvirlerinde, alemleri altın yaldızla boyamak suretiyle XIV. yüzyılda altın varak kaplamalı veya altın yaldızlı tunç ve bakır alemlerin var olduğunu göstermektedir. Taş alemler genellikle beyaz mermerden yapılmışlardır. Çankırı’ya bağlı Yapraklı’daki Fethiye Tekkesi ile Çorum’daki Hıdırlık Türbesi’nin çini alemleri, başlangıcı Anadolu Selçuklu dönemine giden bir geleneğe bağlanmakta (bk. Önge, s. 827) ve XIII. yüzyıla ait Maķāmât’ın minyatürlerinde (Paris Bibliothèque Nationale, ms, Ar., nr. 5847, vr. 29ª) görülen fîrûze rengi çini alemler de bu görüşü doğrulamaktadır. Bina alemleri taş olanlarında tek parça, daha büyük boyutları gösteren madenî olanlarında ise parçalı yapılmışlar ve parçalar birbirlerine perçinlerle tutturulmuş veya birbirlerinin içine geçecek şekilde hazırlanmışlardır. Madenî alemler kubbe, külâh ve çatılarda, sağlam bir şekilde binaya tesbit edilen ağaç takozlara geçirilmişler ve ahşap külâhlı minarelerde külâhlardan çıkan serenlere takılmışlar, taş alemler ise tepede özel surette hazırlanan yuvalara oturtulmuşlardır.

Alemlerin Osmanlı dönemi halk resimleri, cami tasvirli mezar taşları, cami ve saray tasvirli sebil süslemeleri ile kuş saraylarında, bütünün genel görünüşünden ayrılan iri ölçülerde yapılmış oldukları görülmektedir. Bu durumu, sanatçının tasvirin boyutlarına göre çok küçük yapılması gereken alemi ancak o ölçülerde yapabilmiş olmasının yanı sıra halkın bu unsura ulvî değer vermesiyle de açıklamak mümkündür.

Alem, yapının harap olmaya açık en yüksek yerinde bulunması sebebiyle ilk örnekleri günümüze az gelen bir yapı unsuru olmuştur; birçok yapıya onarım sırasında yeni alemler takıldığı anlaşılmaktadır. Karahanlı eseri olan Buhara’daki Kalan Minare (XII. yüzyıl) ile Büyük Selçuklu eseri olan Eberkūh’taki Künbed-i Âlî’de (XI. yüzyıl) görülen arı kovanı biçimi yüksek tepelikler, bilinen ilk Türk-İslâm bina alemleridir.

Anadolu Selçuklu döneminden günümüze ulaşan örnekler, beyaz mermerden yapılmış olan alemlerdir. Bu dönemde alemler sekizgen kesitli çubuk gövdeler üzerinde topuz tepelikler şeklinde olup mevcut örnekler yekpâre taştandır. Bunların başlıcaları, Tokat Ebûbekir Mescidi ve Kümbeti’nin (649 / 1251) kümbet alemi ile Konya Sırçalı Mescid’in (XIII. yüzyılın üçüncü çeyreği) 1963 yılı onarımından önce yerinde bulunan alemi ve Eskideveli Seyyid-i Şerîf Türbesi’nin (695 / 1296) alemidir.

Anadolu Beylikleri döneminde beyaz mermer alemlerin yanında tunç ve bakır alemler de kullanılmış olmalıdır. Karamanoğulları’na ait Konya Hoca Fakih Kümbeti’nin (860 / 1456) şişkin karınlı, ortası açık, sivri uçlu alemi ve Adana’da Ramazanoğulları’na ait Ulucami (948 / 1541) revakları ile Kemeraltı Camii’nin (1548 yılı dolayları) kiremit örtülü kubbelerindeki hilâl biçimine yaklaşan beyaz mermer alemler, bu dönemin taş alemlerine örnek teşkil etmektedir.

Osmanlı döneminde de beyaz mermer alemler yapılmaya devam etmiştir. İznik Yeşilcami’nin (794 / 1391-92) sekizgen prizma gövdeli gülçe süslemeli top alemleri ile Milas Fîrûz Bey Camii’nin (799 / 1396-97) daire kesitli çubuklu alemleri, XIV. yüzyıl sonunda yapılan taş alemlerdir. Camilerde avlu revaklarının kubbelerine, medreselerde ise odaları örten kubbelerin üzerine konulan beyaz mermer alemler, iri palmet veya boğumlu tepelik biçimleri ile sade görünümlüdürler. Osmanlı mimarisi tunç, bakır ve pirinç alemlerle gerçek eserlerini ortaya koymuştur. Zarif görünüşleri, altın varak kaplamaları, altın yaldızları ve bölümleri arasında var olan sağlam oranlarıyla dikkat çeken bu örnekler, büyük boyutlarda yapıldıklarında da bu özelliklerini korumuşlardır.

Kaide, gövde ve tepelik olarak üç ana bölümden meydana gelen madenî alemler ters çanak biçimindeki kaide ile başlamakta ve küp, bilezik, armut, boyun adı verilen kısımlardan teşekkül eden gövde ile yükselerek tepelikle sonuçlanmaktadır. Genellikle hilâl şekli gösteren tepelik, alemin ana bölümü ve esas ifade unsurudur. XVIII. yüzyılda hilâl alemlerin yanında dışa kıvrılan uçları ile boynuz şeklini alan alemler ve kafes oyma kitâbeli safihalı pirinç alemler de yapılmıştır. Alemler ahşap çatı ve külâh örtülerin üzerinde de yaygın olarak kullanılmışlardır. XVI. yüzyılın ortasında M. Lorichs’in yaptığı İstanbul manzarasında yer alan Çandarlı İbrâhim Paşa Camii (900 / 1495) ile XIX. yüzyılın başında G. Sayger ve A. Desarnod’nun yaptıkları Edirne Sarayı Cihannümâ Kasrı, Kum Kasrı ve Adalet Kasrı resimleri bu durumu açıklamaktadır.

Bursa’da Fâtih dönemine ait Hamza Bey Camii’nin alemleri, sivri ve yüksek kaideleri, küp ve iri armutlu gövdeleriyle bugüne ulaşan madenî örneklerdir. Bâlî Paşa Camii (910 / 1504-1505) ile İstanbul Sultan Selim Camii’nin (929 / 1522) alemleri de XVI. yüzyıl boyunca varlığını sürdüren ve Mimar Sinan’ın eserlerinde kullanılan klasik şekle genel çizgileri ile örnek teşkil eden alemlerdir. Mimar Sinan’ın inşa ettiği camilerin alemleri genelde büyük ve yüksek dilimli bir alt bölüm ile bir küp, iri bir armut ve yukarı


açılan bir hilâl tepelikten oluşmuşlardır (Rüstem Paşa Camii, Zal Mahmud Paşa Camii, Tophane’de Kılıç Ali Paşa Camii). Süleymaniye Camii’nin alemi bu beraberliğin içinde bulunmanın yanında daha birleşik bir kuruluş gösterir. Ayasofya Camii’nin alemi de II. Selim (1566 - 1574) dönemine tarihlenmektedir. Alemlerin küp ve armut bölümleri uyumlu bir beraberlik ve sağlam oranlar içerisinde bütünü değerlendirmektedir. Mimar Sinan’ın alemlerinin genel kuruluşunu belirgin bir yükseklik ve üç küçük küp ilâvesi ile birleşik bir yapıda tekrarlayan Edirne Selimiye Camii’nin alemi tek örnek olarak önem taşımaktadır. Mimar Sinan’ın eseri olan Üsküdar’daki Şemsi Paşa Camii’nin (988 / 1580) bugüne ulaşmayan, ancak varlığı bilinen güneş biçimi alemi de cami ve medresenin kurucusu Şemsi Ahmed Paşa’nın adı ile ilgilidir. Nişancı Mehmed Paşa Camii’nin (977 / 1569) aleminde gövde, XVII - XVIII. yüzyıllarda sayıları artan küçük küplerle belirli bir yükseklik gösterir. Nuruosmaniye Camii’nin (1169 / 1756) alemi ise kalın bir boyunla çok iri bir küpe ulaşan biçimi ve küçük armudu ile genel çizgilerden ayrılır. XVIII - XIX. yüzyıllarda genellikle şadırvan ve sebil kubbelerinde görülen, kafes oyma kitâbeli ve süslemeli safiha alemler, “yâ Allah”, “lâ ilâhe illallah”, “mâşallah” yazıları veya çifte rûmîlerden oluşan palmet şekilleriyle değişik bir ifadeye sahiptirler. Ayasofya Camii şadırvanının (1153 / 1740) safiha alemi, benzeri bulunmayan bir eser olarak değer taşımaktadır. Topkapı Sarayı’nda BâbüssaǾâde önündeki bir bayram törenini gösteren III. Selim dönemine ait yağlı boya bir resim (Topkapı Sarayı Müzesi), yüksek vazo gövdeli alemlerle Bâbüssaâde’nin yeni görünüşünü vermektedir. Bu tablodan, XIX. yüzyılda değişik şekiller alan alemlerin yeni şekillerini III. Selim döneminde (1789 - 1807) kazanmaya başlamış oldukları anlaşılmaktadır. Okmeydanı Camii’nin bugün Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi’nde muhafaza edilen tunç alemi, Bâbüssaâde alemleri ile yakın bir benzerlik gösterir. XIX. yüzyılın yıldızı sekiz köşeli, güneş şualı, bazılarının altında kurdeleli yaprak çelengi bulunan ayyıldızlı alemleri, II. Mahmud döneminin (1808 - 1839) Türk ampir üslûbuna giren eserlerdir. II. Mahmud Türbesi’nin alemi, yukarı bakan hilâlin üzerinde yer alan şualı güneş şekli ve genel görünüşü ile bu dönemin en önemli alemi olma özelliğini taşımaktadır. Dolmabahçe Camii’nin (1271 / 1855) ayyıldızlı tepeliklerinin de bu dönem örneklerinden ilham alınarak yapıldıkları anlaşılmaktadır. Ayasofya Camii hünkâr mahfilinin XIX. yüzyıl ortasına tarihlenen alemi, Abdülmecid döneminin III. Selim dönemine uzanan çizgilerini taşıyan bir eseridir. Konya Mevlânâ Dergâhı’nda görülen hilâl içinde Mevlevî sikkeli alemler de XIX. yüzyılda yapılmıştır. Sirkeci’de V. Murad Sebili’nde (1293 / 1876) görülen çapraz eksende, genellikle sağa açılan hilâl şeklindeki alemler, II. Abdülhamid döneminde (1876 - 1909) yeniden inşa edilen Cihangir Camii, Karaköy Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi ve onarılan Kasımpaşa Güzelce Kasım Paşa Camii’nde kullanılmışlardır. Eyüp Camii dış avlusunda bulunan, Gazi Edhem Paşa’nın dikili taş görünümünde bir anıt olan mezarı (1327 / 1909) bu tür alemlerin XX. yüzyılda da kullanıldığını göstermektedir. Aksaray Vâlide Camii ile Yıldız Hamidiye Camii’nin alemleri, bu yapıların karma üslûplarına uygun belirsiz görünüşleri yansıtmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Rıza Nour, “L’Histoire du Croissant”, Revue de Turcologie (Türk Bilik Revüsü), I / 3, İskenderiye 1933 (özel sayı), s. 232-410; Erdem Yücel, “Türk Sanatında Alem”, Türkiyemiz, sy. 16, İstanbul 1975, s. 34-37, 47-48; Yılmaz Önge, “Anadolu’nun Bazı İslami Yapılarındaki Alemler Hakkında”, I. Milletlerarası Türkoloji Kongresi Tebliğler III, İstanbul 1979, s. 814-838; Celâl Esad Arseven, “Alem”, SA, I, 39-44.

Tanju Cantay




FIKIH. Harem’in sınırlarını belirlemek için dikilen taşlar a‘lâmü’l-Harem veya ensâbü’l-Harem adıyla anılmaktadır. Bugün üzerlerinde bulunan Arapça ve çeşitli dillerdeki yazılarla Harem bölgesinin değişik yönlerdeki sınırlarını gösteren bu işaretlerin yerleri, klasik kaynaklarda, bulundukları eski mahal adları ve Mekke’ye olan mesafeleri belirtilerek zikredilmişlerdir. İbn Abbas ve Muhammed el-Esved’den gelen rivayetlere göre, Harem’in alemlerini ilk defa diken Hz. İbrahim olup yerlerini de Cebrail’den öğrenmiştir. Ondan sonra Hz. İsmail, Kusay b. Kilâb, Mekke’nin fethini müteakip de Hz. Peygamber tarafından yenilenen alemler, daha sonra zaman zaman tamir görerek veya yenilenerek bugüne kadar gelmişlerdir.

Klasik kaynaklarda alemlerin muhtelif yönlerden Mescid-i Harâm’a olan uzaklıkları verilirken bazı noktalar için farklı rakamların zikredilmiş olduğu görülmektedir. Bu durum, muhtemelen zamanın kısıtlı imkânları içinde ölçüm yapanların esas aldıkları noktaların, takip ettikleri yolların ve kullandıkları ölçü birimlerinin birbirlerinden farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Takıyyüddin el-Fâsî’nin arşın (zira: ortalama 49 cm.) boyunda bir iple yaptığı ölçüme göre, Benî Şeybe Kapısı’ndan Arafat tarafındaki iki aleme olan uzaklık 37.210.28 arşın (18.233.03 m.), aynı kapıdan Irak yönündeki iki aleme olan uzaklık (Vâdiinahle yolunda) 27.152 arşın (13.304.48 m.), Umre Kapısı’ndan Ten‘îm yönündeki aleme olan uzaklık 12.420 arşın (6.085.80 m.) ve İbrahim Kapısı’ndan Yemen yönündeki aleme olan uzaklık da 24.509.57 arşındır (12.009.68 m.) (bk. Fâsî, I, 39; İbrahim Rifat Paşa, 1, 225).

Kabe’nin çevresinde sınırları bu işaretlerle belirlenmiş olan Harem bölgesine girenlerin Kabe’nin kutsallığına bağlı olarak gerek haç mevsiminde gerekse diğer zamanlarda uymaları gereken bazı özel hükümler bulunmaktadır (bk. ÂFÂKÎ, HAC, HAREM, İHRAM).


Harem’in sınırlarını belirleyen bu alemler gibi Arafat’ın sınırlarını gösteren alemler de vardır (bk. ARAFAT).

BİBLİYOGRAFYA:

Ezrakī, Ahbâru Mekke (Melhas), II, 127-131; İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik ve’l-memâlik, s. 132; Muhibbüddin et-Taberî, el-Kırâ li-kāsıdi Ümmi’l-Kura, Kahire 1390 / 1970, s. 651-654; Fâsî, el-Ǿİkdü’ŝ-ŝemîn, Kahire 1378-88 / 1958-69, 1, 37-40; Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, Kahire 1392, VIII, 61-65; Mir’âtü’l-Haremeyn (Mir’ât-ı Mekke), I, 119-125; İbrâhim Rifat Paşa, Mirǿâtü’l-Haremeyn, I, 225-226; Hüseyin Abdullah Bâselâme, Târîhu Ǿimâreti’l-Mescidi’l-Harâm, Cidde 1400 / 1980, s. 307-315; “AǾlâmü’l-Harem”, Mv.F, V, 258-260.

Ahmet Özel