ALÂMET

العلامة

Bir hükmün varlığının işareti olan, ancak o hükmün ne varlığıyla ne de gerekli olmasıyla ilgisi bulunmayan şey anlamında bir usûl-i fıkıh terimi.

Alâmet, lugatta “emâre, nişan; iki toprak parçası arasındaki sınır” ve “yollara dikilen işaretler” gibi mânalara gelir. Fıkıh usulü kitaplarında genel olarak “vaz‘î hükümler” çerçevesinde veya kıyas bahsinde illet* konusu işlenirken ele alınmaktadır. Hanefî âlimleri alâmeti sebep, şart ve illetle birlikte vaz‘î hükümlerden saymışlardır. Buna göre hükmün taalluk ettiği şey hükmün varlığına müessirse illet, müessir olmayıp hükme ulaşmada vesile ise sebep, ne müessir ne de vesile olup hükmün varlığı onun varlığına dayanıyorsa şart, varlığı ve gerekliliği ona dayanmayıp da hükmün varlığına bir işaretse alâmet denilmiştir.

Diğer fıkıh usulü âlimlerinden bir kısmı vaz‘î hükümleri teklîfî hükümler çerçevesinde mütalaa edip ayrı bir grup olarak ele almamışlar, bir kısmı da bunları hüküm değil, hükmün varlığına delâlet eden birer alâmet saymışlardır. Bu bakımdan alâmeti Hanefîler gibi özel bir mânada değil genel mânasıyla zikretmişlerdir. Esasen vaz‘î hükümler arasındaki sıkı ilişki ve benzerlik de göz önüne alındığında, vaz‘î hükümleri teklîfî hükümlere delâlet eden birer işaret olarak düşünmek mümkündür.

Hanefîler’in yaptığı tarif ve tasnife göre alâmetler dört kısma ayrılmaktadır:

1. Sırf alâmet olanlar. Bunlar şart ve illetle ilgisi olmayıp sadece hükmü bildiren işaretlerdir. Ezanın namaz vaktinin geldiğine, intikal tekbirlerinin namazda bir rükünden diğerine geçildiğine işaret etmesi, telbiye*nin hac ve umrenin


sembolü olması gibi. Bir tasarruf için tayin edilen tarih de böyledir. Meselâ bedeli ramazandan on gün önce ödenmek üzere yapılan satışta “ramazan” kelimesi, ödemenin yapılacağı tarihe işaret eden bir alâmettir.

2. Şart mânası taşıyan alâmetler. Bir yönüyle hükmün şartı gibi görünmekle birlikte gerçekte o hükmün alâmeti olan şeylerdir. Burada alâmet, ya illetteki gizliliği kaldırarak onun gerçekleştiğini veya illetin vasfındaki gizliliği kaldırarak o vasfın gerçekleştiğini gösterir. Bu nevi alâmet bir yönüyle şart yerindedir. Çünkü illetin kendisinin veya vasfının gerçekleşmiş olduğunu başka şekilde anlamak mümkün değildir. İllet de hükmün şartı olduğuna göre bu alâmet doğrudan doğruya hükmün şartı olmuş olur.

İlletin gerçekleştiğini gösteren alâmete misal olarak doğum hadisesi gösterilebilir. Doğum, her ne kadar nesebin tahakkukunun illeti gibi görünüyorsa da bu konuda esas illet, sperm ve yumurtanın ana rahminde birleşmiş olmasıdır. Dolayısıyla doğum nesebin illeti değil, illetin gerçekleşmiş olduğunu gösteren bir alâmettir. Bu sebeple Ebû Yûsuf ve Muhammed doğum hususunda yalnızca ebenin şahitliğini yeterli görmüşlerdir. Çünkü doğum sadece bir alâmet olduğundan nesebin sübûtu hükmüyle bir ilgisi yoktur. Ancak nesep de buna bağlı olarak sabit olduğu için, yalnızca ebenin şahitliğini nesebin sübûtu için yeterli kabul etmişlerdir. Ebû Hanîfe ise doğumu nesebin şartı (şart-ı mahz) saydığından nesebin sübûtu için doğum hadisesinin ya bir erkekle iki kadının ya da iki erkeğin şahitliği ile ispat edilmesini gerekli görmüştür.

İlletin vasfının gerçekleştiğini gösteren alâmete misal ise ihsan*dır. Âkıl bâliğ bir müslümanın sahih nikâhla evli olduğu eşiyle cinsî münasebette bulunmuş olması mânasına gelen ihsan, recm cezası bakımından şart mânası taşıyan bir alâmettir. Zina yapan kimse, eğer ihsan vasfına sahip olarak bu fiilde bulunmuşsa cezası recm*dir. Bu bakımdan ihsan recmin yapılabilmesi için şart olmaktadır. Gerçekte ise ihsan zina fiilinden önce mevcut olan övgüye değer iyi bir vasıftır. Zina bu vasfa sahip olarak yapıldığı takdirde recm cezası gerekeceğinden ihsan, zâninin taşıdığı özelliği ortaya çıkaran bir alâmet olmaktadır. Çünkü şart, kendisi tahakkuk etmedikçe şeklen var olan bir illetle hükmün tahakkuk etmesi mümkün olmayan şeydir. Buna göre eğer ihsan vasfı bir alâmet değil de recm cezasının doğrudan bir şartı olsaydı, zinadan sonra zâninin bu vasfı kazanmasını beklemek gerekirdi. Oysa zinadan sonra kazanılacak ihsan vasfı ile recm cezası verilemez. Bu yönüyle ihsan, recm hükmünün dayandığı zina illetinin vasfını açığa çıkaran bir alâmet olmaktadır. İhsanın, zina suçu sabit olduktan sonra bile iki erkek veya bir erkek ve iki kadının şahitliği ile ispatlanabilmesi de onun mutlak mânada bir şart değil, şart mânasını taşıyan bir alâmet olmasındandır. Yine bundan dolayı, ihsan konusunda şahitlikte bulunanlar şahitlikten dönecek olsalar, suçlunun recmedilmesine sebep oldukları için tazminat cezasına çarptırılmazlar.

3. İllet mânası taşıyan alâmetler. Şer‘î hükümlerin bizce bilinen illetleri de aslında birer alâmettir. Meselâ vakit namazın, satım akdi bir mala sahip olmanın, kasten adam öldürme kısasın illetidir. Fakat aslında bu illetler o hükümlerin birer işareti, birer alâmeti yerindedirler. Çünkü asıl müessir bunlar değil, Allah Teâlâ’dır. Ancak Allah Teâlâ’nın hükümlerini kullarının vasıtasız olarak bilme imkânı olmadığı için, onların birer alâmeti olarak bu illetler vazedilmiştir.

4. Mecazen alâmet olanlar. Hakiki illetler ve hakiki şartlar bir yönleriyle de alâmet, yani bir şeyin varlığının işareti sayılırlar. Meselâ güneşin doğması gündüzün varlığının illeti olduğu gibi alâmeti de sayılabilir. Aynı şekilde, bir nikâhta şahitlerin varlığı nikâhın şartı olduğu gibi o nikâhın sahih olduğunun bir işareti ve bir alâmetidir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “alm” md.; Tehânevî, Keşşâf, “alâmet” md.; Kamus Tercümesi, “alem” md.; Serahsî, el-Usûl, II, 320, 328, 331-332; Gazzâlî, el-Müstasfâ, II, 280; Habbâzî, el-Mugnî, s. 351-353; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1308, IV, 169-174, 226-229; Ebü’s-Senâ el-İsfahânî, Beyânü’l-Muhtasar (nşr. M. Mazhar Beka), Cidde 1406/1986, I, 325-328; İsnevî, Nihâyetü’s-sûl, Kahire 1343, I, 61-67; Emîr Bâdişâh, Teysîrü’t-Tahrîr, Kahire 1350-51/1932, IV, 74-75; Abdülazîz b. Abdurrahman er-Rebîa, es-Sebeb inde’l-usûliyyîn, Riyâd 1399/1980, I, 94-100, 142, 147; II, 65-70; Süleyman Dâvûd, Nazariyyetü’l-kıyâsi’l-usûlî, İskenderiye 1404/1984, s. 69.

Hasan Ali eş-Şâzelî


TÜRK TARİHİ (bk. TUĞRA)