AĞIT

Ölen kişinin ardından nağme ile terennüm edilen sözler; yas törenlerinde söylenen şiir, şarkı ve türküler.

Ağıtın kelime mânası “ağlama”dır; bu mânasından dolayı yas törenine katılanları ağlatmak amacıyla ölünün arkasından ağlanarak söylenen sözlere ve bu sözleri söyleme fiiline ağıt denilmiştir. Ağıt bütün eski kültürlerde yaygın bir gelenek halinde mevcuttur ve bu eski geleneğin çeşitli izlerini bugün hem iptidai kabilelerde hem de gelişmiş cemiyetlerde görmek mümkündür. Ölen kişinin arkasından onun sosyal durumuna göre, hâtırasını yâdetmek üzere yapılması gerekli görülen yas törenine ağıt töreni de denir. Ağıt törenlerinin düzenli bir merasim özelliğine sahip bulunanları olduğu gibi, sade ve gösterişsiz olanları da vardır. Aynı şekilde ağıtların da basit ve sanatsız ifadelilerinden sanatkârane söylenmiş ve bestelenerek belirli formlara sokulmuş olanlarına kadar değişik şekilleri mevcut olup pek çok kültürde başlı başına bir ağıt edebiyatı ortaya çıkmıştır. Ağıtlar hemen bütün toplumlarda kadınlar tarafından söylenmekte ve “ağlayıcı” mânasına gelen kelimelerle adlandırılan bu kadınların teşkilâtlanmış bir meslek oluşturdukları dahi görülmektedir.

Ağıtın Tarihçesi. Sumerler’de ölünün arkasından ağıt düzen grupların varlığı bilinmektedir. Eski Çin’de, ölenin ardından yedi gün yedi saatlik bir yas merasimi icra edilirdi. Bilhassa ölüyü gömmek için mezara gidilirken ağıtçılar kendilerini yerden yere atarak ağıt söylerler ve bazan bunlara rahiplerle müzisyenler de iştirak ederlerdi. Eski Şinto ölü gömme âdetleri arasında da ağlayıcı grupların sakin ve ağır başlı bir şekilde, çoğunlukla manzum ağıtlar söyledikleri bilinmektedir. Tibet’te ise ölünün başında Budizm’in kutsal metinlerinden parçalar okunur ve bu esnada ağıt da yakılırdı. Burada ağıtların yaşlılardan çok gençler için yakıldığı görülmektedir. Eski Yunan’da korainai denilen ağlayıcı kadınların toplum içinde belirgin bir yerleri vardı. Yunan ve Roma sanatında cenaze töreni sahnelerine geniş yer verildiği görülmektedir. İstanbul Arkeoloji müzelerinde bulunan milâttan önce IV. yüzyılın ilk yarısına ait ünlü “Ağlayan Kadınlar Lahdi” bu tür eserlerin en güzel örneğidir.

Yahudilerde ağıt ve yas merasimi ölü gömme âdetlerinin önemli bir parçası olarak görünmektedir. Yedi günlük yas müddetince “şarkıcı kadınlar” (II. Târihler, 35/25), “ağlayıcı kadınlar” (Yeremya, 9/17) ve “hünerli kadınlar” (Yeremya, 9/17) adları verilen bu işi meslek edinmiş kadınlar, ölen kişinin önemine göre uzun veya kısa şiirler söylerler ve koro halinde haykırarak ağlarlardı. Hz. Dâvûd’un Saul (Tâlût) ve Yonathan için yaktığı ağıt bu tarz şiirlere bir örnektir (bk. II. Samuel, 1/18, 27). Milâttan önce X. yüzyıla ait Byblos Kralı Ahiram’ın lahdi üzerinde bellerine kadar elbiselerinin üstünü yırtmış olan kadınların saçlarını yoldukları görülmektedir.

Bu bilgilerden, ölünün arkasından yas tutma ve ağıt yakma merasimlerinin Doğu’da da Batı’da da önemli bir yere sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Yalnız, Yahudilik’te ve bazı eski geleneklerin tesiri altında kalan ilk dönem hariç, Hıristiyanlık’ta ağıt mefhumu bulunmamaktadır.

Eski Türkler’de de ölü için durumuna uygun defin ve yas törenleri tertiplemek ve bu törenlerde ağıt yakmak, haykırarak ağlamak, yüz yırtmak, saç yolmak, elbise parçalamak ve ölü aşı hazırlamak gibi değişik âdetler vardır. Matem âyinlerine yuğ, ağıtlara sagu,


matem yemeğine yuğ basan denir. Orhun Kitâbeleri’nde, Dede Korkut Hikâyeleri’nde ve Dîvânü lugati’t-Türk’te bu hususlarla ilgili geniş bilgiler ve sagu örnekleri yer almaktadır. İslâm kaynaklarında da eski Türkler’in bu âdetleri hakkında bilgilere rastlanır. Meselâ Taberî, 110’da (728) ölen bir Türk kumandanı ile 121’de (739) ölen Kürsül Han adlı bir Türk hükümdarının defin ve yas törenlerini geniş bir biçimde anlatmıştır (bk. Târîh, II, 1520, 1691). Çeşitli Türk lehçelerinde yasla ilgili ağıt, deşek, sagu, şivan, bayatı, tavsa ve köris gibi elli kadar kelimenin bulunması, bu geleneğin Türk kültüründeki yerini göstermektedir.

İslâm’da Ağıt. İslâm’dan önce Araplar arasında ağıt yakma ve yas tutma merasimlerinin varlığı bilinmektedir. Araplar bu çeşit merasimlere niyâhet-nevha, nedb-nüdbe, resâ-mersiye, mâtem, bükâ ve na‘y gibi isimler verirlerdi. Eski Araplar’da da ölülerin arkasından ücretle elbiselerini yırtıp saçlarını yolarak ağlayan birtakım kadınlar vardı; ağıtçılığı meslek haline getirerek geçimlerini bu yoldan temin eden bu kadınlara nâiha-nâihât deniliyordu. Ağıt sırasında yaptıkları hareketlere göre sâlika (çığlık atan), ressâe (mersiye söyleyen), hâlika (saçlarını yolan) ve şâkka (üstünü başını yırtan) gibi isimler alan bu kadınlar menâha denilen ağıt söyleme mahallinde toplanarak hep birlikte ölünün iyiliklerini ve kahramanlıklarını anlatan ezgiler okur, ses ve hareketleriyle çevredekileri elem ve ıstıraba boğan hazin bir matem havası meydana getirirlerdi. Bu şekilde bazan kabile ihtilâfları ve kan davaları körüklenir, ölüm olayı ve cenaze kaldırma meselesi bir güç gösterisi ve bir öç alma hareketi haline getirilirdi. Bu törenlerde İslâm’ın şiddetle yasakladığı itikad ve amelle ilgili pek çok unsur da bulunmaktadır. Bu yüzden ağıtçılık kınanmış ve lânetlenmiş, hatta ilk devirlerde, Müslümanlığa yeni giren kadınlardan ağıtçılık yapmayacaklarına dair söz dahi alınmıştır (bk. Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 25; Müsned, III, 65). Ancak bütün bu tedbirlere rağmen ağıtçılık devam etmiştir.

Yaptığı iyilikleri ve fedakârlıkları bir bir sayarak ölünün üzerinde ah vahla ağlamaya nedb veya nüdbe denir. Kaderi kınama ve ilâhî takdire karşı çıkma şeklindeki nüdbelerle İslâm âdâb ve erkânına yakışmayan feryat ve figanlar yasaklanmıştır. Fakat taşkınlık yapmadan inleyip sızlanarak ağlamanın mubah sayıldığı görülmektedir. Nitekim Hz. Peygamber vefat edince Hz. Ebû Bekir, “Vah Nebî, ah benim dostum, vah vah canciğer kardeşim!” diye ağlamış (Buhârî, “Cenâiz”, 32; Müslim, “Cenâiz”, 16-28), Hz. Fâtıma ise “Vah benim babacığım!” diye göz yaşı dökmüştü (Müsned, VI, 31). Feryat ederek ve çığlıklar kopararak ölüye ağlamak mânasına gelen nevha-niyâhe ise hadislerde şiddetle yasaklanmış, Câhiliye âdeti sayılmış ve ölünün azap görmesine yol açacağı haber verilmiştir (bk. Buhârî, “Megazî”, 34, 46, 83; “Ahkâm”, 49). Ölüye ağlarken saçları yolma, üst baş yırtma, yüz göğüs paralama, başa kül savurma, diz dövme, karalar giyme, feleğe küfretme gibi hal ve hareketler de günah sayılarak yasaklanmıştır. Hatta cenaze toprağa verildikten sonra ölünün evinde toplanmak ve burada yemek pişirip gelenlere yedirmek de nevha sayılmıştır (bk. Buhârî, “Cenâiz”, 34).

Ölü için üzülme ve sessizce göz yaşı dökmenin günah olmadığını açıkça ifade eden hadisler vardır. Hz. Peygamber, oğlu İbrâhim ölmek üzereyken ağlamış ve bunu garip karşılayan Abdurrahman b. Avf’a, “Gözümüzden yaş akar, kalbimize hüzün çöker; ama dilimiz Allah’ın rızasına aykırı bir söz söylemez” demiştir (İbn Mâce, “Cenâiz”, 60; Müsned, I, 204). Bir hadise göre ölü için ağlamaktan ve yaş dökmekten göz, üzülmekten de kalp sorumlu değildir; ama el yaptıklarından, dil söylediklerinden sorumludur (bk. Buhârî, “Edeb”, 18; Müslim, “Fezâil”, 62).

Ağıt ve ağlama konusuyla ilgili değişik hadislerden anlaşıldığına göre ölüye üzülmek, iyi huylarını ve güzel davranışlarını yâdederek ağlamak, eğer ilâhî takdire razı olmama ve kadere isyan etme mânasına gelen ifadelerle birlikte bulunmazsa mubahtır. Üstünü başını yırtma, saçını yolma, dizini veya başını dövme gibi el hareketleri ise câiz görülmemiştir. Elim ve hazin bir hadise olan ölümden duyulan acıya karşı her insanın aynı metanet ve mukavemeti gösteremeyişinden dolayı, bu hususta câiz olan söz ve hareketlerle câiz olmayanları ayırmak için bir sınır koymak çok güçtür. Mümkün olduğu kadar ilâhî takdire teslimiyet göstererek dinî ahkâm ve âdâba uygun düşmeyen davranışlardan ve sözlerden sakınmalı, acıyı ve üzüntüyü devam ettirmemeye çalışmalıdır. Fıkıh âlimleri, ağıtçılık bir yana, bir kimsenin çığlıklar kopararak ve yüksek sesle hıçkıra hıçkıra kendi ölüsüne ağlamasını dahi câiz görmemişlerdir. Bu türlü davranışlar Hanefî ve Mâlikîler’e göre haramdır. Zehebî ve İbn Hacer el-Heytemî, yüksek sesle ölüye ağlamayı büyük günahlardan (günâh-ı kebâir) sayar ve bunu küfür olarak görenlerin bile bulunduğunu haber verirler. İmam Birgivî Vasiyetnâme’sinde, “üzerime sağu sağmayalar” diyerek öldüğü gün de, ölümünün yedinci veya ellinci gününde de yemek pişirilip ölü aşı verilmemesini açıkça istemiştir.

Sünnî âlimlerin sürekli karşı çıkmalarına rağmen ağıtçılık, Ehl-i sünnet muhitinde her zaman varlığını muhafaza etmiştir. Bugün Anadolu’nun her yerinde ve bütün İslâm âleminde, bilhassa köylerde ağıt yakma, ağıtçılık yapma âdetleri devam etmektedir. Fakat ağıtçılık en aşırı şekilde Şiî-Alevî zümreler arasında yaşama ve gelişme imkânı bulmuştur. Bütün Sünnî kaynaklar ağıtçılığı menettiği halde, Şiî-Alevî ulemâsı bunu teşvik etmiş, çok nâdir hallerde ise aleyhinde bulunmayıp sadece sükût etmişlerdir. Hz. Ali’nin şehid edilmesi dolayısıyla ramazanın on sekiz, on dokuz ve yirminci günlerinde, Kerbelâ fâciası vesilesiyle de 10 Muharrem’de Şiîler çeşitli yas törenleri tertip ederek ağıt söyler (bk. MUHARREM, TÂZİYE), içlerini döker, başka bir ifadeyle dertlerini tazelerler. Bu suretle, imamların çektikleri acılara ve işkencelere katıldıklarını, onların ıstırabını paylaştıklarını iddia ederler. Bu günlerdeki yas törenlerinde mûyeger ve nevha-künende denilen ağıtçılar bıçaklarla başlarını yarar, yüzlerini keserler, zincir-zenler zincirlerle sırtlarını döverler ve sîne-zenler göğüslerine vurur, ah vah edip çığlıklar atarlar. Ayrıca bu törenler sırasında şebîh denilen Kerbelâ fâciası sorumlularının kuklaları da yakılır. Şiîler, diğer imamların katledildikleri günlerin yıl dönümlerinde de buna benzer yas âyinleri düzenlerler. Bu suretle âyinler Şiîler’in saflarını sıklaştırmaları ve birliklerini perçinlemeleri için bir vasıta olarak kullanılmaktadır. Şiîlik’te mersiye edebiyatının ve matem âyinlerinin gelişmesini sağlayan ağıtçılık, İslâm’ın birliğini ve bütünlüğünü devamlı olarak zedelemekten başka bir sonuç vermemiştir. Yine


Şiî tesirlerle bazı Sünnî tekkelerde de muharrem ayında Kerbelâ hadisesinin yıl dönümü için âyin ve zikir meclisleri tertiplenerek hadiseyi hatırlatan ilâhiler (muharremiyye) okunması âdet haline getirilmiştir.

Ağıtçılık meselesinde Mu‘tezile âlimleri genellikle Sünnîler gibi düşünmüşlerdir. Bazı mutasavvıflar ise ölüye ağlamamak lâzım geldiğini ileri sürmüşler, emrihak vâki olduğu zaman âşık mâşukuna, kul mevlâsına vâsıl oldu diye sevinmişler, neşîdeler söylemişler, semâ etmişler ve düğünde olduğu gibi ziyafet vermişlerdir. Hz. Mevlânâ’nın ölüm yıl dönümlerinde mevlevîhanelerde icra edilen ve günümüzde de devam eden “şeb-i arûs” (düğün gecesi) törenleri bu tarz kutlamalara bir örnektir. Şiîler’in yaptıklarının tam tersi olan sevinmek, neşîdeler söylemek ve semâ etmek de dine ve insan tabiatına aykırı olduğu için çok sınırlı kalmış ve toplum tarafından geniş bir kabul görmemiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 204, 228; II, 110; III, 65; VI, 31; Buhârî, “Edeb”, 18, “Cenâiz”, 30, 32, 34, 41, 54, “Megazî”, 34, 44, 46, 83, “Ahkâm”, 49; Müslim, “Îmân”, 42, “Cenâiz”, 16-28, “Fezâil”, 62; İbn Mâce, “Cenâiz”, 10, 53, 54, 60; Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 25; Tirmizî, “Cenâiz”, 12, 23, 24; Nesâî, “Cenâiz”, 16; Taberî, Târîħ (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1879-1901, II, 1520, 1691; İbn Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir an iktirâfi’l-kebâir, Kahire 1356, I, 129; Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1387/1968 → Beyrut, ts. (Dârü’l-Ma‘rife), II, 497; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs (nşr. Muhammed Münîr ed-Dımaşkı), Kahire 1368 → Beyrut, ts. (Dârü’l-Fikr), s. 307, 308; mersiye örnekleri için bk. Ebşîhî, el-Müstetraf, Kahire 1319, II, 287; M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1981, s. 47, 71, 75, 79, 100; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, Kahire 1961, IV, 60-61, 110-111, 114; Kamus Tercümesi, IV, 1203; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Huccetullahi’l-bâliga (nşr. Seyyid Sâbık), Kahire, ts. (Dârü’l-Kütübi’l-hadîse), s. 494; Cezîrî, el-Fıkh ale’l-mezâhibi’l-erbaa, Kahire 1392, I, 532; D. Howard Smith, “Mourning”, DCR, s. 453; E. Jacob, “Mourning”, IDB, III, 452; R. Munro, “Death and Disposal of Dead (Europe, pre-historic)”, ERE, IV, 466; L. A. Waddell, “Death aud Disposal of the Dead (Tibetan)”, ERE, IV, 510; TA, XXVIII, 41; TDEA, I, 46.

Süleyman Uludağ





Türk Edebiyatında Ağıt. Ağıtın Türkler’de çok eski bir geleneği vardır. Orhun Kitabeleri’nde yuğ ve sığıt olarak adlandırılan bu türe, Dîvânü lugati’t-Türk’teki Alp Er Tunga sagusu ilk örnek sayılabilir.

Azerbaycan’da şiven ve ağı, Türkmenler’de âğı, tavs ve tavsa, Kazak Türkleri’nde köris, müslüman Kerkük Türkleri’nde sazlamağ ve hıristiyan Kerkük Türkmenleri’nde madras gibi kelimeler, konu ve biçim bakımından ağıt yerine kullanılmaktadır. Anadolu ağızlarında ise ağıt ve ağıt töreni için ağıt, ağıtmak, ağıtlama, ağat, ağut, avut, deme, deşek, deyiş, diyeşek, mersiye, sagu, sağı, sağunç, savu, sayma, şivan, türkü ve yakım gibi kelimelerle ağıt etmek, ağıt düzmek, ağıt havası, ağıt koparmak, ağıt söylemek, ağıt tutmak, ağıt yakmak, ağıt yapmak, ağıt yitirmek, bayatı söylemek, sağu kılmak, sağu sağma, sağı sağmak, şivan etmek, yakım yakmak, yas çağırmak, yas etmek, yas kaldırmak ve yası tutturmak gibi deyimler kullanılmaktadır. Bu kelime ve deyimler, söylendikleri yöreye, âdet ve geleneklerin özelliklerine göre birtakım anlam farklılıkları gösterirler. Bazı bölgelerde erkeklerin de ağıt yaktığı görülmekle beraber ağıtlar genellikle kadınlar tarafından yakılır. Ağıtçılığı bir meslek olarak sürdüren, para veya birtakım hediyeler karşılığı ağıt söyleyen yakıcılar halen mevcuttur. Ağıt yakanlara ağcı, ağıtçı, ağlayıcı, âşık bacı, bayatıcı, sağıcı, sağucu, sağu sağıcı, sazlıyan gibi isimler verilmekte, ağıtların söylendiği yas törenlerine de çeşitli bölgelerde sadlamağ, şivan, ölgülü veya sadece yas denmektedir. Ağıtlar, yakanın adıyla anıldığı gibi, ölen kişinin veya ölümün vuku bulduğu yerin adıyla da anılır.

Ağıtlar genellikle ölenin yakın akrabaları tarafından yakılır. Bu törenlerde hem ağlanır, hem de ezgiyle birlikte etkili sözler söylenir. Törenler, çoğunlukla ölünün başında ve ölünün gömülmesinden sonra ölü evinde yapılır; ancak, ölü gömülürken mezarlıkta ve daha sonra yapılan mezar ziyaretlerinde veya ölünün hatırlandığı zamanlarda da ağıt törenleri tertiplenmektedir. Ağıtlar, ya bir kişi veya törene iştirak edenler tarafından ölenin ya da akrabalarının ağzından yakılır. Bazan ölünün çamaşır bohçası sırayla kadınların önüne konur ve önüne bohça konulan kadın ağıt söyler. Aynı ağıtta ağzından konuşulan kişilerin değiştirildiği de görülmektedir; buna örnek olarak iki aylık bir bebeğin ağıtında ninesi, annesi ve babasının ayrı ayrı konuşturulduğu tesbit edilmiştir. Ağıtlarda değişik olaylar için çoğu kez birbirine çok yakın söyleyişler tekrarlanır.

Ağıtlar hece vezniyle söylenmekte ve mâni, koşma, türkü, destan şekillerinde olmaktadır. Bu bakımdan ağıtları şekillerinden çok konuları açısından sınıflandırmak gerekir. Bazı araştırıcılar ağıtın divan şiirindeki mersiye karşılığı olduğunu ileri sürerlerse de bunlar hüzün ve kederi ortak tema alarak kullanımlarının dışında yapı, mahiyet ve söylenişleri bakımından birbirlerinden tamamen ayrıdır. Yüksek sesle, ağlayarak ve belirli bir törenle okunan ağıtların çoğu anonim olduğu halde mersiyenin şairleri bellidir. Ayrıca mersiye yalnızca ölen biri için söylendiği halde ağıt, tabii bir felâket, gelin olan kız veya hapse düşen biri için de söylenebilir. Ağıtta, mersiyede olduğu gibi yalnız acı ve keder anlatılmaz; ölenin iyilikleri, üstünlükleri ve kahramanlıkları da anlatılarak övülür.

Kına gecelerinde ve düğünlerde de gelin ağlatmak için ağıtlar yakılmaktadır. Kına ağıtı, gelin ağıtı, ağıt havası, gelin ağlatma havası, gelin savusu, savu sağmak, gelin türküsü, gelin yası ve okşama denilen bu ağıtlarda ölüm acısı yerine, ayrılık üzüntüsü vardır. Gelin ağıtları, gelinin ağzından ya da yakınlarının ağzından söylenir. Askere giden oğul, kaza neticesinde sakat kalan genç, yenilgi ile sonuçlanan savaş, düşman saldırısı, ayaklanma, göç, yangın, kıtlık ve hastalık gibi konulara da ağıtlar yakılmıştır. Bunlardan başka isteğini yerine getirememe, sevdiğine kavuşamama gibi durumlarda ve at, köpek, geyik gibi çok sevilen hayvanların ölümlerinde yakılmış ağıtlar da bulunmaktadır.

Ağıtçılar, yakacakları ağıtın metnini hâfızalarındaki eski temeller üzerine kurarlar. Ayrıca kendi yetenekleriyle, içinde bulundukları zaman, mekân ve olayın yarattığı etkiden faydalanarak söyledikleri ağıtın şekil ve konu bakımından zenginleşmesini sağlarlar. Ağıtlar çoğu zaman uzun manzumeler halinde söylenir. Bunların metinlerinde vezinler genellikle düzensizdir. Serbest tarzda, konuşur gibi söylenen cümlelerin kelimeleri arasında seci yapılarak bir iç kafiye meydana getirilir. Bağlantılı ve bağlantısız bendlere sahip bulunan ağıtların bend ve bağlantılarındaki mısra sayısı değişebilmektedir. Ağıtlar, dörtlükler halinde de söylenir. Bu dörtlüklere, bazı yörelerde ölü deşetleri ve sazlamağ gibi isimler verilir. Ağıt örnekleri arasında soru-cevap şeklinde düzenlenmiş dörtlükler de bulunmaktadır.


Ağıtlar, en çok yedi, sekiz ve on birli hece vezni ile söylenmekte, kafiye yapıları değişebilmekte ve kafiyesiz olanlarına da rastlanmaktadır. Saz şairlerinin aruzla söyledikleri örnekler de mevcuttur.

Türk Mûsikisinde Ağıt. Ağıtlar edebî yapı ve ezgileriyle birlikte bir bütünlük arzederler ve ağıtçıların törenlerdeki vücut hareketleri de anlamlarını tamamlar. Ağıtların ezgileri, gerçekte söyleyenin hâfızasında eskiden kalan bir nevi “melodi kalıpları”dır. Ağıt yakma deyimi ise “yas töreni sırasında ağıtı yakanın, hâfızasında yer etmiş bulunan mahallî melodi kalıplarına söz döşemesi” olarak tanımlanabilir. Bu sebeple ezgi kalıpları hem bölgenin ritim, melodi, diyalekt, tavır ve üslûp özelliklerini yansıtır, hem de söyleyenin şahsî üslûbunu taşır. Genellikle ağıtların söz ve ezgi cümleleri içinde “ah”, “of”, “aman”, “anacığım”, “kuzum”, “babamın oğlu” gibi anlamlı ve anlamsız terennümler de bulunur.

Tamamen serbest ağızla ve serbest bir ritimle söylenen ağıtlar, Türk halk müziğinin “uzun hava” formu içinde telakki edilmektedir. Bu çeşit ağıtlar oldukça fazladır ve âdeta ritimli bir ezgi gibi belli durak yerlerine sahiptir. Tiz seslerden başlayarak çoğunlukla inici bir melodik seyir takip eden ağıtların ses genişliği genel olarak bir oktav kadardır; ancak bundan daha dar ve daha geniş ses sahalı olanları da bulunur. Serbest ritimli ağıtların son bölümlerinde karar sesine olan süratli melodik düşmeler, ağıtların ortak özelliklerindendir. Ağıtlar, uzun hava tarzında ve tamamen serbest ritimde oldukları gibi, kırık hava tarzında ve düzenli bir ritimde de olabilirler. Ana usul, birleşik usul ve karma usulde örnekler çoktur. Bunların dışında, serbest başlayıp sonradan usule giren, saz bölümleri belli bir usulde, söz bölümleri ise serbest ritimli ağıt örnekleri de bulunmaktadır. Türk halk mûsikisinin zengin çeşitleri arasında ölüm olaylarının sözsüz olarak yalnız saz ile tasvir edildiği bazı örnekler de yer almaktadır.

Derlenmiş olan türkülerin bir kısmı konu itibariyle ağıttır. Bu durum, ağıtların zamanla türkü haline dönüştüğünü göstermektedir. Kıtaları arasında başka halk şairlerinin şiirlerinden, daha eski ağıtlardan ve meşhur türkülerden parçalar bulunan ağıt örnekleri de dikkat çekmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Çankırılı Ahmet Talat, Halk Şiiri Şekil ve Nevileri, İstanbul 1928, s. 137; Derleme Sözlüğü, Ankara 1963, I, 93; Tarama Sözlüğü, Ankara 1971, V, 3245; İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ankara 1977, s. 283; Arman Artun, Tekirdağ Folklor Araştırması, İstanbul 1978, s. 86-87; Şükrü Elçin, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara 1981, s. 287-288; Ahmet Şükrü Esen, Anadolu Ağıtları (haz. Pertev Naili Boratav - Remy Dor), Ankara 1982; Raci Damacı, “Azeri Türklerinde: Niyet ve Fal ile Ölüm ve Ağı”, TFA, II/32 (1952), s. 509; M. F. Kırzıoğlu, “1205 (1791) Anapa Ağıtı”, a.e., sy. 87 (1956), s. 1384; Cahit Öztelli, “Başa Toprak Savurmak ve Yas-Ölü Gelenekleri”, a.e., sy. 116 (1959), s. 1860; Mehmet Hilmi Gür, “Eğin’de Yas Çağırmak”, a.e., sy. 271 (1972), s. 6215; Mehmet Karaduman, “Kadirli ve Erzin’de Kına Gecesinde Ağıtlar”, a.e., sy. 283 (1973), s. 6548; Efdal Sevinçli, “Ağıt Geleneği-Ölü Deşetleri”, a.e., sy. 338 (1977), s. 8090; Pertev Naili Boratav, “Türk Ağıtlarının İşlevleri, Konuları ve Biçimleri”, Sinan Yıllığı, İstanbul 1973, s. 240-243; Kurt Reinhard, “Güney Türk Ağıtlarının Biçimleri”, I. Uluslararası Türk Folklor Semineri (Bildiriler), Ankara 1974, s. 192-215; M. Sabri Koz, “Elbistan ve Adana Yöresinde Ağıtlar”, Boğaziçi Üniversitesi Halk Bilimi Yıllığı, İstanbul 1975, s. 59; Mehmet Kalkanoğlu, “Şarkışla’da Deyişler ve Ağıtçılar”, Sivas Folkloru, Temmuz 1975, s. 30; Necmi Yaşar, “Kuzey Çukurova Kozan Yöresi Ağıtları”, II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi (Bildiriler), Ankara 1982, II, 469; Şadi Cındık, “Ağıt’ın Folklor Dışı İşlevleri”, Halay, sy. 30 (1983), s. 17-18; Hülya Ekici, “Şereflikoçhisar Yöresinde Yas Geleneği ve Ağıtları”, Türk Halk Müziği ve Oyunları, Ankara 1983, s. 8; Tahir Kutsi Makal, “Anadolu’da Ağıtçı Kadınlar”, III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi (Bildiriler), Ankara 1986, II, 245; Musa Seyirci, “Afyonkarahisar Ağıtları”, I. Uluslararası Türk Halk Edebiyatı Semineri, Eskişehir 1987, s. 297; Süleyman Şenel, “Cide’de Gelin Savu (Sagu)su”, Kubbealtı Akademi Mecmûası, sy. 1 (1988), s. 63; THM Nota Yayınları, İstanbul, TRT Müzik Dairesi, nr. 20, 32, 503, 772, 774, 791-792, 903 , 1415, 1756, 1852, 2154, 2982.

Süleyman Şenel