AFRİKA

Yeryüzünün Asya’dan sonra ikinci büyük kıtası.

I. FİZÎKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

II. TARİH

III. DİN

İlk defa Kartaca savaşları sırasında Romalılar tarafından kullanılan Africa adı, Romalılar’ın Tunus’un yerlilerine verdikleri Afer veya Afri adından türetilmiştir ve “Afriler’in ülkesi” anlamına gelmektedir. Başlangıçta yalnız Tunus için kullanılan Afrika adı, daha sonra Mısır’ın batısındaki diğer kıyı ülkelerinin tamamı için kullanılmış, nihayet bütün kıtaya teşmil edilmiştir. Araplar’ın Berberistan’ın doğu ve Tunus’un güney kısmına verdikleri İfrîkıyye adı ise Latin menşeli Afrika kelimesinin Arapçalaştırılmış şeklidir.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA.

1. Coğrafî Konum. Afrika, Eski Dünya denilen karalar topluluğunun güneybatı parçasını oluşturur. Doğuda Kızıldeniz ile Asya’dan, kuzeyde Akdeniz ile Avrupa’dan ayrılır. Batısında bulunan Atlas Okyanusu’nun ötesinde (3000 km. kadar uzaklıkta) ise Güney Amerika kıtası yer alır. Yüzölçümü yaklaşık olarak 30.328.000 km2 (Avrupa’nın üç misli), nüfusu ise 550 milyon civarındadır.

En kuzey noktası 37º 21’ kuzey enleminde Beyaz Burun (Ras ben Sekka) ile en güney noktası 34º 51’ güney enleminde İğne Burnu (Cape Agulhas) arasındaki mesafe yaklaşık 8.000 km.; en doğu noktası 51º 25’ doğu boylamında Hafun Burnu (Ras Hafun) ile en batı noktası 17º 32’ batı boylamında Yeşil Burun (Pointe des Almadies) arasındaki mesafe ise yaklaşık 7400 kilometredir. Ekvator her ne kadar kıtanın hemen hemen ortasından geçerse de topraklarının yaklaşık 2/3’ü ekvatorun kuzeyinde ve 4/5’i tropikal kuşakta yer alır. Ekvator boyunca genişliği kıtanın kuzey bölümündeki doğu-batı genişliğinin yarısından azdır ve güneye gittikçe daha da daralır. Afrika, genel çizgileri ile bir plato görünümündedir ve zaman zaman denizin istilâsına uğramış bulunan daha alçak kuzey kısmı bir yana bırakılırsa, “Prekambriyen devir”den beri olduğu gibi kalmıştır. Bu devre ait temel arazi daha çok metamorfik bir özellik gösterir ve içerisinde çeşitli devirlerin granit intrüzyonlarına ve temel üzerinde, çoğunun denizle ilgisi bulunmayan tortul tabakalara rastlanır. Afrika’nın yapı bakımından Güney Amerika, Hindistan, Avustralya ve Güney Kutup kıtası ile benzerlik göstermesi, ilim adamlarını, eskiden mevcut büyük bir kıtanın (Gondwana) sonradan denizlerle ayrılmış bir parçası olduğu düşüncesine sevketmiştir; Arabistan yarımadası da yapı bakımından Afrika'nın parçası kabul edilmiştir.

Afrika’nın yeryüzü şekillerinde jeolojik yapının etkisi açık olarak görülür. Esas itibarıyla eski kayalardan ibaret bir blok olan Afrika kıtasının sadece kuzeybatı kenarında ve güney ucunda genç kıvrım dağları bulunur. Kuzeydekiler Tunus, Cezayir ve Fas topraklarında birkaç sıra halinde uzanan Atlas dağlarıdır. Bu dağlar, Avrupa’daki Alp dağları sisteminin, İtalya’dan gelip Cebelitârık boğazının ötesinde İspanya üzerinden tekrar Avrupa’ya dönen bir parçası olarak kabul edilirler. Kuzeyde kıyı boyunca uzanan Tel Atlasları ile daha yüksek yapılı Büyük Sahra Atlasları olmak üzere iki sıradan oluşan bu dağların arasında Şot platoları uzanır. Genç kıvrım dağlarından güneyde bulunanlar ise Güney Afrika Cumhuriyeti’nin güney kıyısı boyunca uzanan Kap dağları kuşağıdır. Atlas ve Kap kıvrım kuşakları dışında kalan büyük Afrika kitlesi, yeryüzü şekilleri bakımından farklı iki kısımdan oluşur. Bunlardan biri, Kongo nehri ağzı ile Aden körfezi arasındaki hattın kuzeyinde kalan alçak Afrika, diğeri de bu hattın güneyinde kalan yüksek Afrika’dır. Alçak Afrika’da yükseklikler çoğunlukla 150-300 m. arasında değişir ve 1000 metrenin üzerinde bulunanlar az yer kaplar. Bu hattın güneyinde ise sahanın büyük bir kısmı 300 metrenin üzerinde olup çok yerde yükseklik 1200 metreyi geçer. Alçak Afrika ile yüksek Afrika arasındaki farklılık ekonomik gelişmede Avrupalılar’ın yerleşmesinde ve


siyasî durumda da görülür. Sıcaklık şartlarını değiştiren yükselti, tropikal kuşakta iklimi daha müsait hale getirir. Etiyopya’da ise yükseklikler 4500 metreye kadar ulaşır.

Afrika’nın yapı bakımından başka bir özelliği de jeolojinin geç devirlerinde arazinin kırılmalara mâruz kalmış olmasıdır. Bu kırılmalar “graben” ve “horst” şeklindeki dağların meydana gelmesine sebep olmuş, zayıf noktalardan püsküren lavlarla da platolar ve tepeler teşekkül etmiştir (Sudan’da Dârfûr 3090 m., Kamerun’da Kamerun dağı 4070 m. gibi). Doğu Afrika graben sistemi, Kızıldeniz ve Etiyopya üzerinden Mozambik’e kadar uzanır. Başlıcaları Turkana (Rudolf), Victoria, Mobuto Sese Seku (Albert), Rutanzige (Edward), Kivu, Tanganika ve Nyasa (Malawi) olan doğu Afrika’nın gölleri, bu çöküntü alanları içerisinde yer alır. Kuzeybatı Afrika’da, Şot platolarındaki tuzlu göl ve bataklıklarla Batı Merkezî Afrika’daki Çad gölü bu gruptan sayılmazlar.

Kıtanın yaklaşık üçte bir kısmının dışarıya akışı yoktur. Dışa akışı olmayan kapalı havzaların en büyüğü Çad havzasıdır. Sahil kuşaklarındaki küçük akarsular bir yana bırakılırsa, Afrika kıtasında sekiz büyük nehir havzası vardır. Bunlardan en geniş olanı Zaire (Kongo) havzası (3.690.000 km2, nehrin uzunluğu 4667 km.), ikincisi ise Nil havzasıdır (2.875.000 km2, nehrin uzunluğu 6995 km.). Diğerleri, büyüklük sırasıyla Zambezi, Oranj, Limpopo, Volta, Senegal ve Ubangi-Şari’dir. Afrika nehirleri, içeriden sahile doğru dağları yararak geçerken hızlı akarlar ve çağlayanlar meydana getirirler.

2. İklim ve Bitki Örtüsü. Ekvatorun her iki tarafına yayılan, kuzeyde 35 derece paraleline yaklaşan, güneyde 37 derece paralelini geçen Afrika kıtasında, tropikal ve subtropikal iklim kuşakları geniş yer tutar. Ilıman iklimler kuzeybatıda Akdeniz kıyılarında, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin güneybatı bölgelerinde ve iç kısımda büyük plato sahasının yüksek yamaçlarında görülür. Kıtada yer alan iklim türleri şunlardır: Ekvatoral İklim. Bol konveksiyon yağışları vardır. Mevsim farkı bulunmaz ve yıllık ortalama sıcaklık 27 derece civarında olup yıllık sıcaklık farkı çok azdır. Tropikal İklimler. Yıllık ortalama yağış miktarı 750-1500 mm. arasında değişir. Eş yağış çizgisi 750 mm. olarak kabul edilirse yayılış alanları, kuzeyde 12-14 ve güneyde 16 derece enlemlerine rastlar. Çöl İklimleri. Kuzeyde Büyük Sahra, güneyde ise daha küçük sahalı olan Kalahari ve Namib çöllerinde görülür. Yaz sıcaklıkları 43 dereceyi geçebilir, kış mevsiminde gündüz sıcaklığı 16 derece kadardır, havanın kuru olduğu zamanlarda yer çok çabuk soğur. Akdeniz İklimi. Kuzeyde Fas’tan başlamak üzere Tunus’a kadar uzanan sahada ve güneyde Kap’ta görülür. Kışın yağışlı, yazın kuraktır. Yıllık yağış miktarı 400-800 mm. arasında değişir; en soğuk ayın ortalama sıcaklığı 10 derecenin üzerindedir. Nemli Subtropikal İklim. Mozambik’in güneydoğusunda ve bunun devamı olarak Güney Afrika Cumhuriyeti’nin dar sahil şeridinde hüküm sürer. Yazlar sıcak ve nemli, kışlar yağışlıdır; yağmurlar kasımdan nisana kadar devam eder. Ilıman Plato İklimi. 1000-2000 m. yükseklik gösteren çayırlık plato sahalarında görülür. Yazları sıcak ve yağışlı olup çoğunlukla konveksiyon yağışları görülür. Ortalama yıllık yağış miktarı 500-1000 mm. arasında değişir. Kışlar serin ve kuraktır. Yüksek Saha İklimleri. Doğu Afrika’da yüksekliğin 1800 metreyi geçtiği küçük sahalarda, özellikle Ruwenzori, Kilimancaro, Kenya ve Elgon dağlarının yamaçlarında hüküm sürer. Geniş Etiyopya platosu da 2400 metrenin üzerindeki zirveler hariç bu iklim özelliğini taşımaktadır. Genel olarak 2400 m. yüksekliğindeki platoda kurulmuş bulunan Etiyopya’nın başşehri Adisababa’da yıllık ortalama yağış miktarı 1250 milimetredir. Yağışlar çoğunlukla hazirandan eylüle kadar süren zaman içerisindedir. Güney yarım küresinde Lesotho’da da bu iklim özelliklerine rastlanır. Yüksek dağ yamaçları serin, sisli ve nemli olup kışın karla kaplıdır.

Bitki örtüsünün yayılışı iklim kuşaklarına uyar. Zaire (Kongo) havzasında ekvatoral yağmur ormanları geniş yer kaplar. Çok çeşitli bitkilerden oluşan ve devamlı yeşil, balta girmemiş ormanlar Gine körfezinin kuzey sahili boyunca batıya doğru bir kuşak halinde uzanırlar. Ekvator ormanlarının kuzey ve güneyinde, kurak mevsimde yapraklarını döken çok seyrek ağaçlarla bunların arasında boyları birkaç metreyi bulan otlardan oluşan savanlar bulunur. Kurak devrenin uzun olduğu yerlerde stepler hâkimdir. Buralarda otlar daha cılızdır ve sert yapraklı ağaçlara da rastlanır. Özellikle Doğu Afrika ve Zambezi yüksek sahalarında Angola’nın hemen her yerinde ve Güney Afrika’da Kalahari’ye kadar uzanan bölgede stepler görülür. Çöl iklimi sahalarında taban sularının satha yakın olduğu yerlerde deve dikenleri ile geven türünden bitkilere ve vahalara rastlanır. Tropikal iklimin sert yapraklı ağaçları, mantar meşesi, defne ve zeytinlerle birlikte maki bitki toplulukları Atlas ülkelerinin kışın yağış alan bölgelerinde bulunmaktadır. Daha serin olan yüksekliklerde sert yaprakların yerini geniş yapraklı, iğne yapraklı veya karışık ormanlar alır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde Güneybatı Kap’ta sert yapraklı bitkiler, başka bir deyimle Akdeniz iklimine has bitki toplulukları görülür.

3. Nüfus. Afrika nüfusu oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu durum çok sayıda kavmin ve bunların konuştukları dillerin birbirine karışmış olmasından ileri gelmektedir. Son yüzyıllarda Büyük Sahra’nın güneyindeki bölgelere sömürgeci beyazlar gelmiş olmakla beraber Afrika’nın esas nüfusunu çeşitli yerli kabileler teşkil eder. Zaire havzasının kuzeyinden itibaren güneye doğru Zambezi nehrinin ötesine kadar uzanan geniş sahalarda Bantu denilen yerli halk yaşar. Zaire havzasında, Bantular arasına serpilmiş olarak Pigmeler’e de rastlanır. Gine körfezinin kuzeyinden Etiyopya’ya doğru uzanan sahada Sudan zencileri, daha kuzeyindeki geniş alanlarda ise Araplar, Berberîler ve Tuaregler yaşar. Doğu Afrika’da Habeşler çoğunluktadır. Bunların dışında, her birinin nüfusu milyonla ifade edilen çeşitli devletler kurmuş büyük müslüman kabileler de bulunmaktadır. Çoğu Batı Afrika’da olan bu kabilelerin başlıcaları Merde, İbo, Yoruba, Futa Calon, Fülânî ve Mandingo’dur.

Nüfusu yaklaşık 550 milyon cıvarında olan Afrika’da nüfus dağılımı ekonomik, sosyal ve siyasî faktörlerle yakından ilgilidir. Büyük Sahra, Namib ve Kalahari çölleriyle boynuz şeklindeki Doğu Afrika çıkıntısında, çöl şartlarından dolayı nüfus çok seyrektir. Drakensberg, Ruwenzori ve Atlas dağları gibi yüksek yerlerde de az insan yaşar. Buna karşılık Kilimancaro ve Kamerun dağı gibi ekvatoral ve tropikal kuşak dağlarının aşağı yamaçlarında daha fazla insana rastlanır. Diğer yerlerde ise nüfus dağılışı çok düzensizdir. Bugün Afrika’daki bağımsız devletlerin sayısı elliden fazladır.


4. Dil ve Kültür. Dil bakımından da oldukça karmaşık bir görünüm arzeden Afrika kıtasında binden fazla dil ve lehçe konuşulmaktadır. Bu dillerin kesin sayısını belirlemek imkânsız olduğu gibi, kesin bir tasnifini yapmak da mümkün değildir. Afrika’da konuşulan dilleri öncelikle yerli diller ve sonradan buraya gelen ve yerleşip kökleşen diller şeklinde bir ayırıma tâbi tutmak gerekmektedir. Kıtanın kuzey, doğu, güney ve kuzeydoğu bölgelerinde dışarıdan gelen dillerin etkisi ve hâkimiyeti dikkati çekmektedir. İslâmiyet’in doğuşundan kısa bir süre sonra Afrika’ya ulaşması, burada Arapça’nın nüfuzunu kolaylaştırmıştır. Kuzey Afrika’da ve Sahra’da Arapça hâkim dil olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Mısır, Sudan, Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Moritanya, Somali ve Cibuti’nin resmî dilleri Arapça’dır.

Afrika’nın güneyinde bazı küçük grupların kullandığı Afrikaanca, bölgeye gelen Hollandalılar’ın konuştukları dil ile İngilizce ve yerli dillerden etkilenip Flemenkçe’den oldukça farklı biçim almış İndogerman bir dildir. Madagaskar’da konuşulan dil, Avustronezya dil ailesinin Malay-Polinez grubundandır ve Endonezyalı göçmenler tarafından getirilip yaygınlaştırılmıştır. Doğu Afrika’nın özellikle sahil şeridinde yaygın olan Sevâhili dili de Arapça ile yerli dillerin karışımından oluşmuş bir dildir. Sömürge döneminde Batılı sömürgeciler yoluyla Afrika’ya girip eğitim, ticaret ve yönetim alanlarında geniş kullanım imkânı bulan Batı dilleri, sömürgecilik sonrasında da bu alanlardaki hâkimiyetlerini devam ettirmişlerdir. Fransızca Fransa’nın Batı Afrika ve Orta Afrika’daki sömürgelerinde, İngilizce Batı Afrika, Güney Afrika ve Doğu Afrika ülkelerinde, Portekizce de Angola ve Mozambik’te oldukça yaygındır. Toplumların özellikle seçkin tabakalarında Batı dilleri konuşulmakta ve yazılmaktadır. Dolayısıyla Afrika’nın yazılı edebiyatı da genellikle Batı dillerinde gelişme göstermiştir.

Yabancı menşeli dillerin etki alanı dışında kalan Orta, Batı ve Kuzeydoğu Afrika’da konuşulan yüzlerce dil ise zenci Afrika dillerini meydana getirmektedir. Yerli Afrika dillerinin oluşturduğu zenci Afrika dilleri üzerinde analiz ve sınıflandırma çalışmaları geçen yüzyılın sonlarına doğru başlamış ve birbirinden farklı tasnifler yapılmıştır.


Bu dilleri iki ana dil ailesine ayırmak mümkündür. Nil-Sahra dil ailesi Mali, Nijer, Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti, Sudan, Kenya, Uganda ve Zaire’de konuşulan çok sayıda mahallî dili içine almaktadır. Bu diller arasında Sahra, Songay, Maban, Koman ve Fur dil grupları ile kendi içerisinde de bazı alt gruplara ayrılan Nil-Çad grubu en önemli olanlardır. İkinci dil ailesini teşkil eden Nijer-Kongo dil ailesi, tropikal bölgelerde ve Güney Afrika ülkelerinde 200 milyon insan tarafından konuşulan 800 kadar mahallî dili içine almaktadır. Bu dil ailesi başlıca altı gruba ayrılır: Batı Atlantik grubu (Fülânî, Volof, Diola, Sererce), Senegal ile Sierra Leone arasında kalan kıyı bölgelerinde konuşulmaktadır. Manden grubu Mende, Maninke, Soninke ve Bambara gibi önemli alt gruplara ayrılır ve Liberya’nın içleri ile Mali’nin bulunduğu bölgelerde yaygındır. Volta grubu Burkina Faso, Benin, Togo, Gana ve Fildişi Sahili’nde konuşulan yetmiş kadar dili içine alır. Grubun en önemli dili Musi’dir. Kva grubu İbo, Akan, Fon gibi bazı kitlelerce konuşulan ve yetmişe yakın dili içine alan bir gruptur. Adamava grubu Kamerun, Orta Afrika Cumhuriyeti’nin güneyi ile Zaire ve Sudan’ın güneyinde konuşulan yirmi kadar dili içerisine almaktadır. Bantu-Kongo grubu ise Nijerya’nın doğusunda konuşulan beş yüz kadar dilden meydana gelmektedir.

Yerli Afrika dillerinin dışında kalan dillerden Arapça, Berberîce, Etiyopya’da konuşulan Amhari, Tigre ve Tigrinya dilleri Hâmî-Sâmî dil ailesi içerisinde yer alırlar. Güneybatı Afrika’da Namibya, Botswana, Zimbabve, Angola, Güney Afrika ve Tanganika’da konuşulan diller ise Hoisan dil ailesini oluştururlar.

Afrika, diğer eski dünya kıtaları gibi çok zengin bir kültür, medeniyet ve sanat mirasına sahiptir. Kıtada İslâm öncesi dönemin izleri eski Mısır medeniyeti ile diğer Afrika kavim ve kabilelerinin gitgide değişen ve modern bir sentezde yaşamaya çalışan animist kültürlerine aittir. Bunun dışında halen Afrika’nın üçte ikisine yerleşmiş bulunan kültür ve medeniyet mirası İslâmî’dir. Tarih boyunca Afrika’da kurulan birçok müslüman devlet sadece siyasî hareketlerin değil, aynı zamanda farklı bazı ilim ve kültür hareketinin sonucu olarak doğmuştur. Afrika’da zaman zaman parlayan ve zayıflayan, bazıları halen yaşayan birçok ilim, kültür ve sanat merkezi böyle meydana çıkmıştır. Bunların başlıcaları Kahire, Tunus, Kayrevan, Merakeş, Fas, Tinbüktü ve Zengibar’dır. Bunlara ilâveten Güney Afrika’da Durban, Fildişi Sahili’nde Abican, Sudan’da Hartum ve Senegal’de Dakka bugün önemli birer İslâmî merkez haline gelmişlerdir.

Afrika’da sanat, dinî inançların bir anlatım aracı olup kıtaya has orijinal niteliklere sahiptir. Plastik sanatlar malzeme ve uygulamada çok çeşitlilik arzeder. Ağaçtan madene, deriden toprağa kadar çeşitli maddeler Afrika’ya has renk ve şekil anlayışlarıyla işlenir. Bu durum tasvirî sanatlardan mimariye, süs ve sembollerden gündelik eşyaya kadar her alanda müşahede edilebilir. Afrika’da mücerret anlamda bir sanatçı, sanat ürünü veya sanat anlayışı görülmez. Bütün sanat ürünleri doğdukları çevrenin tabii ve lüzumlu birer parçasını teşkil eder. Üretimle sanat iç içedir, sanatkârlarla zenaatkârlar birbirlerinden çok farklı ve ayrı insanlar değildir.

Başlangıçtan beri Doğu İslâm dünyasıyla güçlü siyasî ve kültürel bağları bulunan ve Kahire’de Ezher, Tunus’ta Zeytuniye, Fas’ta Karaviyyin gibi parlak bir geçmişe sahip ilim ve kültür merkezlerinin görüldüğü Kuzey Afrika’da zengin bir yazılı edebiyat mirasının varlığına karşılık, edebiyatı esas itibarıyla sözlü geleneğe dayanan Siyah Afrika dillerine ilk yazılı metinleri İslâm kazandırmıştır. Bunlar genellikle Arap harfleriyle yazılmış dua ve dinî metinlerdir. Mâniler, atasözleri ve tarihî olayları anlatan hikâyeler ana edebiyat ürünlerini meydana getirir. Başlıca yazılı edebiyat, en geniş biçimde Arapça’da ve ondan sonra da sömürge döneminden intikal eden Batı dillerinde gelişmiştir. Bugünün Afrikalı edebiyatçılarının bir kısmı doğrudan doğruya Batı edebiyatı ürünlerini taklit ederken, bir kısmı da kıtanın ve Afrika ülkelerinin meselelerini, tarihini ve kültürünü işlemektedir.

5. Ekonomik Durum: Afrika, tabiat şartları bakımından insanın yerleşmesine ve faaliyetlerini geliştirmesine pek imkân vermeyen bir kıta olmasına rağmen çeşitli kaynaklara sahiptir ve bunlardan özellikle kakao, altın ve elmas dünya ölçüsünde ekonomik değer taşımaktadır. Su kaynakları bakımından dünyanın en zengin kıtası olarak kabul edilebilen Afrika’nın hidroelektrik potansiyeli, Avrupa’nınkinden üç, Kuzey Amerika’nınkinden dört kat fazladır. Bu su gücünün yarıdan çoğu ekvatoral


kuşakta Kongo havzasındadır. Fakat Afrika’nın tahmin edilen bu yüksek hidroelektrik potansiyelinin ancak küçük bir kısmından faydalanılmaktadır. Öte yandan ekvatoral kuşakta suyun fazlalığı, Büyük Sahra, Kalahari ve Somali gibi kurak sahalarda ise yokluğu büyük problemler doğurmaktadır. Bunlardan biri olan yağışlı sahalarda suyun, kurak bölgelerde rüzgârın meydana getirdiği erozyon olayı, 1930’lu yıllardan itibaren önemli görülmüş ve ormanların korunması, tarla açmak için ağaç kesilmesinin önlenmesi, toprağı bir arada tutan derin köklü ağaçların yok edilmemesi, çiftçilerin eşyükselti eğrilerine uygun şekilde toprağı işleme konusunda eğitilmeleri gibi tedbirlerin alınmasına başlanmıştır.

Afrika’nın dünya ticaretinde önemli bir yer tutan tarım ürünleri çoğunlukla tropikal kuşakta yetişir. Kakao, hurma (yağı sabun, koçanı margarin yapımında), pamuk, sisal keneviri, çay, kahve, yer fıstığı ve diğer yağlı tohumlar bunlar arasındadır. Bu kuşakta hayvancılık ve et konserveciliği de gelişmiştir. Tropikal kuşak dışında bazıları son derece önemli olan nisbeten küçük sahalar tarım ürünlerine tahsis edilebilmiştir. Güney ve Kuzey Afrika’nın, özellikle Cezayir’in ve bir dereceye kadar da Fas ile Tunus’un iyi sulanan ve havası daha serin olan tarıma elverişli kısımlarında Avrupaî usuller geniş ölçüde uygulanabilmektedir. Hayvancılık, özellikle koyun ve daha az kurak sahalarda sığır yetiştirilmesi, mümkün olan yerlerdeki mısır


tarımıyla birlikte, Güney Afrika ekonomisinin temelini oluşturur. Bununla beraber Transvaal’de mandıracılık, Natal’de şeker üretimi, Güneybatı Kap’ta narenciye ve üzüm yetiştirilmesi gibi mahallî özellik gösteren ekonomik faaliyetler de bulunmaktadır. Zambiya ve Zimbabve (eski Kuzey ve Güney Rodezya), tamamıyla tropikal kuşakta bulunmalarına rağmen, tahıl yetiştirme ve hayvan otlatma alanları bakımından Güney Afrika’ya çok benzerler; buralarda tütün önemli bir gelir kaynağıdır. Kuzey Afrika’nın başlıca ürünleri buğday, arpa, zeytin ve üzümdür. Büyük Sahra boyunca dağınık halde bulunan birçok vahada yoğun tarım yapılır. Mısır’da ise Nil vadisinde sulama ile çeşitli ürünler ve bu arada bilhassa pamuk yetiştirilerek yoğun bir nüfusun geçimi sağlanır.

Afrika kıtasının ancak 1/8’i ormanlarla kaplıdır. Bugün tropikal yağmur ormanlarıyla ekvatoral kuşağın yüksek bölgelerindeki ormanlar dahil pek çok ormanlık alan tarla açma sebebiyle yer yer tahrip edilmiş ve sahaları daraltılmış durumdadır. Savan tipinde, seyrek ağaç ve çayırlardan oluşan bitki toplulukları geniş sahalarda görülür. Ilıman kuşak ormanlarına sadece Doğu ve Güney Afrika’nın yüksek yerlerinde rastlanır. Kuzey Afrika’da ise Akdeniz iklimine has orman alanları sınırlıdır. Halen ormanlar toprak ve suyun korunması, mahallî yakıt ve kereste ihtiyaçlarının sağlanması gibi tedbirlerle ilgili devletlerin sıkı kontrolleri altında bulunmaktadır. Gabon gibi bazı bölgeler bir yana bırakılırsa, eskiden ormanlardan pek faydalanılmamasına karşılık, bugün orman ürünleri önemli bir gelir kaynağı oluşturmaktadır. II. Dünya Savaşı’nın talebi artırması üzerine Fildişi Sahili, Gana, Nijerya ve Kongo Cumhuriyeti’nde kereste endüstrisi gelişmiş, ayrıca biçilmiş kereste ihracatına ek olarak entegre sanayi tesisleri de kurulmuş ve böylece Batı Afrika, başarılı bir kâğıt hamuru üreticisi haline gelmiştir. Bu arada tropikal Afrika toprakları dışındaki ormanların mantar meşesi ve sert keresteli ağaç gibi bazı ürünleri de ticarî önem kazanmış durumdadır.

Afrika kıyıları önündeki kıta sahanlığının darlığı sebebiyle balıkçılık fazla gelişmemiştir. Deniz derinliğinin sahillere yakın mesafelerde birden 200-1000 metreye kadar inmesi, Kuzeybatı Avrupa ve Doğu Asya balıkçılığı ile mukayese edilebilecek geniş çapta bir faaliyete imkân vermemektedir. Bununla beraber gerek kıyılarda gerekse büyük göl ve nehirlerde bir miktar balık tutulmaktadır. Bağımsızlığını yeni kazanmış bazı Afrika ülkeleri ticarî balıkçılığa yönelmeyi planlamaktadırlar. Bunlardan Gana, Volta nehri üzerinde yeni inşa edilmiş olan büyük Akosomba baraj gölünde balıkçılığa başlamış durumdadır. Güney Afrika Cumhuriyeti ise güney yarı küresinin başlıca balık üreticilerinden biridir (yılda 650 bin ton).

Sanayi, II. Dünya Savaşı’ndan önce, yalnız Kuzey ve Güney Afrika’da madencilikle birlikte gelişmiştir. Maden zenginlikleri kıtanın jeolojik yapısı ile yakından ilgilidir. Prekambriyen devri metamorfik kayaları arasında bakır, krom ve altın gibi kıymetli madenler, Güney Afrika’da birinci zamanın Karbon devri arazisinde de zengin kömür yatakları mevcuttur. Dünyada üretilen altının yarıdan fazlası, elmasın % 98’i, kobaltın % 70’i, kromun % 40’ı ve vanadiumun % 20’si Afrika’dan çıkarılmaktadır. Uranyum, radyum, fosfat, potas, tuz, boksit, demir ve petrol gibi daha birçok yer altı kaynaklarına sahip olan Afrika’nın II. Dünya Savaşı sırasında, uzun süre Avrupa ile ilişkilerinin kesilmesi üzerine bu zengin ham maddelere deniz aşırı ülkelerden istek gelmiş ve bu durum da endüstrinin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Daha sonraki yıllarda bağımsızlığını kazanan Afrika ülkeleri endüstriye önem vermeye başlamışlardır.

BİBLİYOGRAFYA:

H. Baumann#D. Westermann, Les Peuples et les civilisations de l’Afrique, Paris 1948; Early Civilisation the Mind Alive Encyclopedia, London 1948; L. D. Stamp, Africa, London 1953; Myers Handbuch über Afrika, Mannheim 1962; W. A. Hance, The Geography of Modern Africa, London 1964; Harrison#R. J. Church, Africa and the Islands, London 1964; Regional Economic Atlas, Oxford 1964; R. Cornevin, Histoire de l’Afrique, Paris 1962-66, c. II; J. D. Fage#M. Verity, An Atlas of African History, London 1967; Veli Ertan, Afrika’da ve Avrupa’da İslamiyet, İstanbul 1968; J. D. Fage#R. Oliver, A Short History of Africa, London 1974; H. Fallard#H. C. Darby, The University Atlas, London 1975; J. Murray, Cultural Atlas of Africa, Oxford 1981; F. Robinson, Atlas of the Islamic World since 1500, Oxford 1982; J. Paxton, The Statesman’s Yearbook 1984-1985, New York 1985; The Times Atlas of The World, London 1985; Merit Students Encyclopedia, New York 1968; G. Yver, “İfrîkıye”, İA, V/2, s. 939-940; M. Talbi, “Ifrıkiya”, EI² (İng.), III, 1047-1050; “Africa”, EBr., I, 246-311; “Afrique”, “Afrique Noire”, EUn., I, 363-446.

Cevat Rüştü Gürsoy





II. TARİH.
1. İslâm Öncesi. Tarihî devirlere Nil vadisinde Mısır medeniyeti (bk. MISIR) ile giren Afrika’nın Akdeniz kıyıları, milâttan önce I. binyılda Fenikeliler’le Yunanlılar tarafından tanınmaya ve kolonize edilmeye başlamıştır. Bugünkü Tunus şehri civarında milâttan önce 814 yılında kurulmuş olan Fenike kolonisi Kartaca, yüzyıllarca parlak bir ticaret merkezi olmuş ve bu durum milâttan önce II. yüzyılda başlayan Roma hâkimiyetine kadar devam etmiştir. Bununla birlikte Kartacalılar daha çok deniz ticaretiyle uğraştıklarından kıtanın içleriyle ilgilenmemişlerdir. İlk Yunan kolonisi ise milâttan önce VII. yüzyılda Kyrenika’da kuruldu. Kartacalılar’la Yunanlılar arasında sınır anlaşmazlıkları sebebiyle çıkan savaşların yüzyıllarca devam ettiği bilinmektedir. Milâttan önce 300 yıllarında üstünlüğü ele geçiren Kartacalılar bu defa da Roma ile karşı karşıya geldiler. Kartacalılar’ın III. Pön Savaşı sonunda (m.ö. 146) yenilmeleri üzerine, Kuzey Afrika kıyıları Romalılar’ın eline geçmiş ve kurulan on dokuz yeni koloni ile imparatorluğun en önemli eyaletlerinden biri haline getirilmiştir. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasıyla (395), bugünkü Libya’nın ortasından geçen kuzey-güney doğrultusundaki bir çizginin batısında kalan topraklar Batı Roma’ya, doğusunda kalan topraklar da Doğu Roma’ya (Bizans) bağlanmıştır. Batı Roma’nın Afrika eyaleti, V. yüzyılda İspanya’dan Afrika’ya geçen Vandallar, daha sonra da VI. yüzyılda Bizans İmparatorluğu tarafından ele geçirilmiştir.

2. İslâmî Devir. Afrika’nın İslâmiyet’le ilk teması Birinci ve İkinci Habeşistan hicretleriyle (615, 616) olmuş, daha sonra Hz. Ömer devrinde (634-644) Amr b. Âs tarafından Mısır’ın fethedilmesiyle de (641) kıta toprakları müslümanlara açılmıştır. Mısır’ın fethinden sonra güneydeki Nûbe ile münasebet kuruldu. Hz. Osman devrinde (644-656) fethedilen Kuzey Afrika Mısır vilâyetine bağlandı ve Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh Mısır’a vali tayin edildi. Muâviye b. Ebû Süfyân devrinde (661-680) Ukbe b. Nâfi‘in Kuzey Afrika’ya yaptığı yeni seferler neticesinde Berberîler İslâm’a girmeye başladılar. Kuzey Afrika valiliğine Ukbe b. Nâfi‘ getirildi. Emevî Halifesi Velîd b. Abdülmelik devrinde (705-715) Mûsâ b. Nusayr Kuzey Afrika valisi oldu ve kumandanı Târık b. Ziyâd Tanca’ya kadar gitti. Bu fetihlerle bütün Kuzey Afrika


Bizans egemenliğinden çıkıp İslâm hâkimiyetine girdi. Hilâfetin Abbâsîler’e geçmesinden sonra, uzak bölgelerdeki toprakların üzerlerinde merkezî idareden koparak bağımsız devletler kurulmaya başladığı dönemde Tunus’ta Ağlebîler (800-909), Fas’ta İdrîsîler (788-985), Mısır’da sırasıyla Tolunoğulları (868-905), İhşîdîler (935-969) ve Fâtımîler (909-1171) hüküm sürdüler. Fâtımîler bir ara bütün Kuzey Afrika’yı birleştirdilerse de bu pek uzun sürmedi. Aynı asırlarda Batı Afrika’da Büyük Sahra’da yaşayan Berberî kabilelerinin aracılığıyla İslâmiyet’i kabul eden zencilerin Mandi grubu tarafından Gana’da Soninke (XIII. yüzyıl), Mali’de Mandingo (XIII-XIV. yüzyıl) ve Senegal’de Songay (800-1592) devletleri kuruldu. Orta Afrika’da ise Sahralılar Kanem (XIII-XIV. yüzyıl) ve Hevsâ (XVI. yüzyıl) devletlerini kurdular. Mısır’da Fâtımîler’in yerini Eyyûbî Devleti (Mısır hâkimiyeti 1171-1250) alırken Kuzey Afrika’da Murâbıtlar Devleti (1056-1147) doğdu ve hâkimiyetini İspanya’ya kadar genişletti. Sonraları Murâbıtlar’ın yerini daha çok Fas, Cezayir, Tunus ve Libya üzerinde hâkimiyet kuran Muvahhidler (1130-1269) aldı. 1230’larda Batı Afrika’da çağının en müreffeh devleti olan Mali İmparatorluğu kuruldu. Muvahhidler’in yerini Fas’ta Merînîler (1195-1470), Cezayir’de Abdülvâdîler (1235-1550), Tunus’ta Hafsîler (1228-1574) alırken Mısır’da da Eyyûbîler’in yerine Memlükler geçti (1250-1517).

Osmanlılar’ın Afrika’ya ulaşmaları XVI. yüzyılda gerçekleşti ve 1517’de Mısır’ın alınmasıyla oradaki Memlük dönemi sona erdi. Ayrıca Türk denizcileri Oruç, Hızır (Barbaros) ve İshak kardeşler 1516’da Cezayir’i İspanyollar’dan alarak tekrar İslâm hâkimiyetine soktular. Barbaros’un Osmanlı hizmetine kabul edilmesiyle Cezayir (1520), daha sonra Tunus (1534) ve Trablusgarp (1551) Osmanlı hâkimiyetine girdi. Böylece Kuzey Afrika tarihi bakımından yeni bir dönem başladı. Avrupalılar’ın Ümit Burnu’nu dolaşıp Hint Okyanusu’na çıkarak Hindistan’a varmalarının oluşturduğu tehdit karşısında, Osmanlı Devleti bu güçlerle gerek Okyanus’ta gerek Afrika kıtasında mücadeleye başladı. Bu münasebetle Kanûnî Sultan Süleyman devrinde IV. Hint seferi sırasında Habeşistan fethedilerek Habeş eyaleti kuruldu (1554-1560). Kızıldeniz’deki Osmanlı faaliyetleri, Hindistan seferi için hazırlanan donanmanın Süveyş’ten kalkarak Sevâkin’e çıkarma yapması ve burada ileri bir deniz üssü kurmasıyla başladı ve gelişti. Kızıldeniz sahilleri ve Habeşistan üzerinde tam kontrol sağlanarak Zeyla‘da yeni bir deniz üssü kuruldu. Osmanlı Devleti’ni Asya ve Avrupa’da uğraştırmakta olan meseleler, merkeze uzak kalan bu bölgelerde yeni teşebbüslere geçilmesine fırsat vermedi (Afrika’nın İslâmî devir tarihiyle ilgili geniş bilgi için maddenin III. bölümüne bakınız).

3. Sömürgecilik Öncesinde Afrika. Avrupalılar’ın daha çok ekonomik amaçlarla Afrika kıtasına ilgi göstermelerinin tarihi XV. yüzyılın başlarına kadar gider. Bu yüzyılda, Hindistan’dan Avrupa’ya ulaşan İpek yolu ile diğer ülkelerarası ticaret yollarının karada güçlü İslâm devletleri, denizde de Venedikliler tarafından kontrol altında tutulması, Avrupa’nın en kuvvetli deniz gücüne sahip olan Portekizliler’i güneye doğru inmeye sevketti. Portekizliler önce, Sahra’dan gelen ticaret yollarının son bulduğu Fas’ın işlek limanları Sebte (Ceuta), Tanca ve Agadir’i ele geçirip buralara hâkim oldular. Altın, baharat ve köle peşinde koşan Portekizliler, Afrika’nın Atlantik sahillerinden güneye doğru inmeye devam ederek Yeşil Burun ve Beyaz Burun adalarına ulaştılar. Önce Altın Kıyısı’na, buradan da Angola’ya ulaşmalarından (1484) sonra Bartolomeu Dias, Ümit Burnu’ndan dolaşarak Doğu Afrika kıyılarına vardı (1488). Baharat yolunun başlangıcını bulmak ve yeni topraklardan değerli madenleri ülkelerine taşımak amacında olan Portekizli denizciler, Doğu Afrika’da Zambezi nehri ağzında, Batı Afrika’da da Angola kıyılarında, Gine körfezi, Sierra Leone ve Senegal sahillerinde üsler ve antrepolar kurdular. Afrika kıyılarına ilk ulaşan Portekizliler’i İspanyollar takip ettiler ve Batı Afrika kıyılarında bulunan Sao Tome, Fernando Po gibi bazı adaları ele geçirip deniz ticaretinde birer üs ve depo olarak kullanmaya başladılar. XVII. yüzyılda İspanya’nın egemenliğine giren Portekizliler’in Afrika’daki üstünlükleri giderek zayıfladı.

Ekonomik, stratejik ve ticarî amaçlarla Afrika kıyılarına yerleşen ve buralarda üsler, çiftlikler ve koloniler kuran Portekizliler’le İngiliz, Fransız ve Hollandalılar arasında XVII. yüzyılın başından itibaren rekabet başladı. Batı Afrika’dan Lizbon’a her yıl ortalama 700 kg. altın ve 10.000 kadar köle getirilmesi, diğer Avrupa ülkelerinin ticarî ve emperyalist duygularını tahrik etti. Avrupa’nın büyük ülkeleri Hindistan ticareti amacıyla özel şirketler kurup Afrika’nın sömürgeleştirilmesi hareketine katıldılar. 1600 yılında İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (East India Company), bundan iki yıl sonra da Hollanda Doğu Hindistan Şirketi (Algameene Ostindische Companie) kuruldu. Yine aynı yıllarda kurulan Fransızlar’ın Çin Şirketi (Compagnie de Chine) ve diğer şirketler milletlerarası ticaret alanında birbirleriyle yoğun bir rekabete giriştiler. Bilhassa Portekizliler’le rekabet eden Hollandalılar, kısa zamanda Portekizliler’in Batı Afrika kıyılarındaki değerli maden ve köle ticaretini ele geçirerek Ümit Burnu’na yerleştiler ve burada Cape Colony’yi kurdular (1652). Cape Colony, Avrupa-Hindistan deniz yolu üzerinde önemli bir ikmal merkezi ve antrepo olarak hizmet verdi.

Avrupalılar’ın Afrika kıyılarına yerleşmeleri zorla ya da çeşitli antlaşmalarla oldu. Batı, Güney ve Doğu Afrika kıyılarında Avrupalılar’ın yerleşmelerine karşı koyan yerliler, şiddetle ve kanlı biçimde etkisiz hale getirildiler.

İlk dönemlerdeki canlılığını giderek kaybeden altın ticaretinin yerini XVII-XVIII. yüzyıllarda fildişi, baharat, palmiye yağı ve özellikle köle ticareti aldı. Sömürgeciler kıyılarda kurdukları tarım işletmelerinde köleleştirdikleri yerlileri çalıştırdıkları gibi, Amerika kıtasındaki geniş çiftliklerden ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerinden gelen köle taleplerine de cevap verdiler. Batı ve Güneybatı Afrika kıyılarında, özellikle “köle kıyısı” adıyla da anılmaya başlayan Nijer nehri ağzı, Luanda ve Altın Kıyısı gibi sahil bölgelerinde köle pazarları kurularak Uida, Porto Novo ve Badagri gibi önem kazanan limanlardan Amerika ve Avrupa’ya köle yüklü gemiler gönderilmeye başlandı. Portekizliler’in elinde bulunan Angola kıyılarında da önemli köle pazarları kurulmuştu. Zaire (Kongo) nehri deltası, Luanda, Benguela önemli köle pazarlarıydı. Ayrıca Güney ve Doğu Afrika’da Zambezi nehir deltası, Mozambik kıyılarında Kilve (Kilwa) ve Okyanus’taki adalarda köle pazarları vardı. XVII-XVIII. yüzyıllarda kurulan Hollanda, İngiliz, Fransız, Danimarka ve İsveç şirketlerinin en önemli faaliyeti köle ticareti olmuş ve XIX. yüzyılın ortalarına kadar devam eden bu ticaret, Afrika’nın demografik ve sosyal yapısını altüst ederken sömürgeci Batılılar’ın bu yolla zenginleşmelerine de imkân sağlamıştır. Afrika’dan götürülen köle sayısı kesin olarak tesbit edilememekle beraber bu


sayının taşıma ve avlanma sırasında ölenlerle birlikte otuz milyona yakın olduğu tahmin edilmektedir.

4. Kıtanın Paylaşılması ve Sömürgeleştirilmesi. Uzun yıllar köle, değerli maden, baharat ve palmiye yağı ticaretiyle uğraşan Avrupalılar, Afrika’nın iç kısımlarına ilgi duymamış, sadece kıyı bölgelerinde kurdukları üslerle depo ve çiftliklere hâkim olmuşlardır. Amerika Birleşik Devletleri’nin sivil savaş (1861-1864) sonunda köleliği bütün ülkeden kaldırıp köleleri tamamen serbest bırakması ve Batı Avrupa’da köle ticaretine karşı gelişen kamuoyunun da tesiri ile, yarım asır kadar süren siyasî tartışmalardan sonra Fransa’da (1848), Portekiz’de (1858), Hollanda’da (1863), İngiltere’de (1867) ve diğer Avrupa devletlerinde köle ticaretini yasaklayan kanunlar çıkarılması, Batılılar’ın dikkatlerini giderek gerileyen köle ticaretinin ardından tamamen Afrika’nın iç bölgelerine çevirdi. Kıtanın içlerine doğru düzenlenen ve dış görünüşleri dinî veya ilmî hüviyet taşıyan keşif seferlerini, toprakların emperyalist genişleme amacıyla paylaşılması ve sömürge haline getirilmesi takip etti.

Avrupalılar’ın Afrika’nın iç bölgelerine ilgi duymaya başlamaları XVIII. yüzyılın sonlarına rastlamaktadır. Önceleri, özellikle önemli nehirlerin kaynaklarını keşfetmek için çeşitli dernekler kuruldu. Bunlar çoğunlukla Hıristiyanlığı yaymak için, kilisenin ve sömürgecilik amacıyla hükümetlerin destekledikleri coğrafya dernekleri idi ve iç bölgelere keşif seferleri düzenliyorlardı. İlk defa İskoçyalı Mugno Park, Nijer nehrinden hareket ederek Gambia nehrinin kaynağına ulaştı (1795). Gordon Laing, Sierra Leone ve Büyük Sahra’yı keşfetmeye çalışırken Hugh Clapperton ile Richard Francis Burton da Çad’da incelemelerde bulundular. Afrika’nın içlerine seyahat edenler arasında en tanınmışı İskoçyalı David Livingston’dur. Protestanlığın ateşli bir taraftarı olan Livingston Güney Afrika’ya giderek buradan içerilere doğru ilerleyip Zambezi nehrinin kaynaklarına ulaştı. Bu seyahati sırasında Angola kıyısından Zambezi nehrinin deltasına kadar yürüyüp kıtayı batıdan doğuya doğru Zambezi nehrini kaynağından ağzına kadar inceledi (1841-1856). Alman yönetiminin desteğiyle Kuzey Afrika’dan Sahra’yı aşıp Batı Sudan’ı inceleyen ve Çad’a ulaşan Heinrich Barth’ın bölge hakkında verdiği bilgiler Avrupa’da büyük ilgi gördü (1849-1855). Bazı Almanlar Kenya, Nijer ve Ubangi’ye devlet yardımı ile araştırma seyahati yaptılar. Bu arada Fransa da Afrika’ya pek çok seyyah gönderdi. Bunlar arasında Tinbüktü’ye (Nijer) kadar giden René Caillé, Senegal ve Gambia’da nehir kaynaklarına ulaşan Mollien, Yukarı Nil’e kadar giden Linard de Bellefonds, Madagaskar’a geçen Alfred Grandider ve Gabon ile Kongo’nun iç kısımlarında keşif gezilerinde bulunan Pierre Savorgnan de Brazza anılabilir. Afrika seyahatlerini destekleyen ülkelerden biri de Belçika’dır. Livingston’un teşebbüslerini devam ettiren Henry Morton Stanley, Belçika Kralı II. Leopold’dan destek gördü. Zengibar’dan hareket ederek Tanganika gölü bölgesini dolaşıp Kongo nehrinin suladığı alanlardan geçti ve nehrin denize döküldüğü deltaya ulaştı (1874-1877). Stanley ayrıca Bağımsız Kongo Devleti’nin (Congo Free State) kurulmasına da yardımcı oldu. Carlo Piaggia ve Giovanni Miani adlı iki İtalyan da Nil nehrinin kaynağına ulaşmaya çalışarak geçtikleri bölgelerdeki insanların hayatlarını incelediler.

Bu keşif gezileri ve Afrika’nın iç bölgeleriyle ilgili olarak elde edilen bilgiler Batı’da büyük ilgi gördü. Kilisenin desteğiyle misyonerler, seyyahların arkasından derhal Afrika’nın her tarafına dağıldılar. Güney ve Doğu Afrika Protestan, Orta ve Batı Afrika ise Cizvit ve Katolik misyonerlerin faaliyet alanı haline geldi.

XIX. yüzyıl Avrupa’nın hızla sanayileşme faaliyetine girdiği ve bundan dolayı da ucuz ham madde kaynaklarına şiddetle ihtiyaç duyduğu bir devir olmuş, ayrıca sanayileşme ile birlikte artan üretim de kısa zamanda doyum noktasına ulaşan Avrupa pazarlarının yerine yeni pazarların bulunmasını mecburi hale getirmiştir. Ucuz ham madde temini ve yeni tüketim pazarları bulma ihtiyacı, Avrupa ülkelerini Afrika’yı, Güney Asya’yı, Orta ve Güney Amerika’yı ve uygun buldukları diğer yerleri sömürgeleştirmeye itmiş ve bunun sonucunda Afrika hızla ele geçirilerek paylaşılmıştır. XIX. yüzyıl ortalarına kadar kıtanın kıyıları boyunca sağlam ticaret merkezleri ve çiftlikler kurmakla yetinen İspanyollar, Fransızlar, İngilizler ve Portekizliler yerleşmiş oldukları kıyıların arka bölgelerinin de (hinterland) kendi egemenliklerinde olduğunu iddia ederek içerilere doğru ilerlemeye başladılar. Daha çok ekonomik ve dinî amaçlarla başlayan ve bir devletin diğer devlet veya toplum üzerinde maddî, mânevî bir kontrol ve nüfuz kurması veya üstünlük sağlaması olarak ortaya çıkan sömürgecilik, çok kısa bir zaman içerisinde hemen hemen bütün Afrika’yı Avrupa’nın hâkimiyetine soktu. 1875’lerde kıtanın sadece onda biri sömürge halinde iken 1895’lerde bu oran onda dokuza yükseldi. XX. yüzyılın başında ise kıtada sadece Fas, Etiyopya ve Liberya bağımsızlıklarını koruyabilmişlerdi. Kısa


zamanda bütün Afrika’nın sömürge haline gelmesinde “fiilî işgal” prensibi ile “hinterland” teorisi önemli rol oynamıştır.

Avrupa devletlerinin kıyılardan içerilere doğru ilerlemeye başlamaları ile hızlanan sömürgeleştirme hareketi sırasında, sömürgeci güçler arasında çeşitli anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Bunun üzerine sömürgeci Avrupa devletleri, aralarında çıkan anlaşmazlıkları görüşmek üzere 1884-1885’te Berlin’de toplandılar. Toplantı sonunda imzalanan Berlin Senedi ile daha önce sürtüşmelere sebep olan sömürgecilikte “fiilî işgal” prensibi ve “hinterland” teorisi hepsi tarafından benimsendi. Bu prensibe göre, kıyıda yerleşim alanı bulunan bir ülkenin bu yerin arka bölgelerine de sahip olmaya hakkı vardı ve bunun için toprakları fiilen işgal etmesi gerekiyordu. Bu gerekçeyle Avrupalılar Afrika’yı fiilen işgale ve daha çok yeri sömürgeleştirmeye yöneldiler. Kıtanın hızla sömürgeleştirilmesi sırasında çıkan anlaşmazlıklar çeşitli ikili antlaşmalarla halledilmeye çalışıldı. Sudan üzerindeki Fransız ve İngiliz çatışması 4 Ağustos 1890 tarihli Fransız-İngiliz antlaşması ile, Doğu Afrika’daki İngiliz ve Almanlar arasındaki anlaşmazlık da 15 Haziran 1890 tarihli İngiliz-Alman antlaşması ile çözüme kavuşturuldu. Orta Afrika’nın İngilizler’le Fransızlar arasında paylaşılması, 21 Mart 1899 tarihli Fransız-İngiliz antlaşması ile gerçekleştirilmiş ve her iki ülkenin egemenlik alanları kesin sınırlarla belirlenmiştir.

Fransa’nın Sömürge Faaliyetleri. Afrika’da en erken sömürgecilik faaliyetine başlayan ülke Fransa’dır. 1830’da


Cezayir’i işgal eden Fransa 1845’lerden itibaren Senegal, Gine ve Batı Afrika kıyılarından içerilere doğru ilerlemeye başladı ve ilerlemesini batı-doğu istikametinde Büyük Sahra’nın kuzey ve güneyinde sürdürdü. 1881’de Tunus’u işgal ettikten sonra bugünkü Mali, Çad, Nijer ve Orta Afrika Cumhuriyeti topraklarını ele geçirip Batı Sudan’ı tamamen denetimine alan Fransa, daha sonra Gabon ve Kongo bölgelerinde keşifler yapan İtalyan asıllı Savorgnan de Brazza’nın çeşitli kabile şefleriyle yaptığı anlaşmalara, bu seyahate malî destek sağlamış olduğu gerekçesiyle sahip çıktı ve Gabon’dan doğuya doğru ilerlemeye başladı. Jean-Baptiste Marchand yönetimindeki Fransız ordusu Batı Sudan’da Faşoda’ya ulaştığında burada bulunan İngilizler’le çatışma durumuna geldi; ancak anlaşmazlık Madagaskar’ın Fransa’ya bırakılması, Fransa’nın da Batı Sudan’dan vazgeçmesi suretiyle halledildi (1898). Kongo nehrinin ağzı konusunda Fransa ile Belçika arasında baş gösteren anlaşmazlık, Berlin Konferansı’nda nehrin sağ tarafı Fransa’ya bırakılarak halledilirken Dahomey (bugünkü Benin) ve Fildişi Sahili de Fransa’nın sömürgeleri arasına katıldı. I. Dünya Savaşı öncesinde Fas’ı işgal eden (1912) ve savaş sonrasında da Almanya’nın sömürgelerinden Kamerun’u ele geçiren Fransa, böylece kıtanın üçte birini teşkil eden Kuzey ve Batı Afrika topraklarının hemen hemen tamamını denetimi altına almış oldu. Güney bölgelerinde sömürgesi bulunmayan Fransa, Doğu Afrika’da da Süveyş Kanalı’nın açılmasından (1869) sonra stratejik önemi artan Afrika boynuzundaki İtalya ve İngiltere ile bölüştüğü Somali kıyılarından bugünkü Cibuti topraklarına (Fransız Somalisi) sahipti.

Afrika’da doğrudan yönetim ve asimilasyona dayalı bir idare kuran Fransa, sömürgelerini iki ayrı federasyon halinde teşkilâtlandırdı. Senegal, Moritanya, Yukarı Senegal-Nijer, Yukarı Volta (Burkina Faso), Fildişi Sahili, Nijer, Gine ile Dahomey’i bünyesinde toplayan ve başşehri Dakar olan Fransız Batı Afrikası 1896’da kuruldu. Fransız Ekvatoral Afrikası da 1910’da Gabon, Fransız Kongosu (Brazzaville), Ubangi-Şari (Orta Afrika Cumhuriyeti) ve Çad sömürgelerini bir araya topladı. Fransa sömürgelerini Paris’ten yönetmeye çalıştığından idarî teşkilâtta mahallî kadrolara yer vermedi. Buralardaki insanları Fransız vatandaşlığına almakla beraber onların medenî ve siyasî haklarını kullanmalarına ortam hazırlamadı. Sadece anavatana aktarılacak ekonomik çıkarlarla ilgilenen Fransa, siyaset ve eğitim alanında uyguladığı asimilasyon ilkesi sebebiyle millî değerleri unutturup yerine kendi kültür ve değer hükümlerini yerleştirmeye çalıştı. Fakat buna rağmen 1939’da Fransız Batı Afrikası’ndaki on beş milyon nüfus içerisinde sadece 2136 kişi Fransız vatandaşlığını kabul etmiş bulunuyordu. Fransa, sömürgelere Fransızlar’ın yerleştirilmesinde ve bunların yönetimde görev almalarında hassas davranırken yerli aydınların, kabile şeflerinin ve diğer ileri gelenlerin toplum üzerindeki etkilerini de silmeye çalıştı.

İngiltere’nin Sömürge Faaliyetleri. Afrika’nın sömürgeleştirilmesinde en büyük paya sahip olan İngiltere, XIX. yüzyılın başlarında Hollanda’nın elindeki Cape Colony’yi alıp (1815) buradan kuzeye doğru ilerlemeye başladı. Daha sonra da Süveyş Kanalı’nın açılması ile stratejik ve ekonomik önemi iyice artan Mısır’ı işgal ederek Fransa’nın buradaki nüfuzuna son verdi (1882). Böylece Afrika’nın güney ve kuzey noktalarını ele geçirip buralardan iç bölgelere doğru ilerleme imkânını elde etti. Nil nehrinden güneye inmeğe devam ederek Sudanlılar’ın şiddetli savunması karşısında iki kere başarısızlığa uğradıktan sonra Sudan’ı da işgale muvaffak oldu ve burası Mısır-İngiliz ortak yönetimi altına girdi (1896). Afrika’da güney-kuzey doğrultusunda genişlemeye çalışan İngiltere Cape Colony’ye yerleştikten sonra burada bulunan Hollandalı çiftçilerin kuzeye doğru çekilerek kurdukları Oranj ve Transvaal devletlerini sömürgeye kattı (1877). Kap sömürgesini genişletmeye çalışan İngilizler Bechuanaland (bugünkü Zimbabve) (1885) ve Nyasaland’ı (bugünkü Malawi) (1889) ele geçirdikten sonra Güney Afrika Federasyonu’nu kurmak istediler ve 1881’de dış politikada İngiltere’ye bağımlı olmak şartıyla bağımsızlık verdikleri Boerler’in Transvaal ve Oranj cumhuriyetlerini birkaç yıl devam eden savaş sonunda sömürge haline getirdiler (1902). Doğu Afrika’da bulunan Uganda 1892’de İngiliz yönetimine girerken Kenya da 1895’te İngiliz himayesini kabul etti. Daha sonra burası krallığa bağlı bir sömürge haline geldi (1920). I. Dünya Savaşı sonunda Almanlar’dan da Tanganika’yı almak suretiyle Doğu Afrika’ya tamamen sahip olan İngiltere, Batı Afrika’da da Gambia, Sierra Leone, Altın Kıyısı ve Nijerya’yı sömürgelerine kattı. XX. yüzyılın başlarında dünyanın en büyük sömürge imparatorluğunu kuran İngiltere, Fransa’nın aksine sömürgelerinin yönetiminde dolaylı yönetim prensibine göre hareket ederek kabile şeflerine ve yerli aydınlara söz hakkı tanıyıp yerlilerden oluşan bir idare kadrosunun ortaya çıkmasını teşvik etti. Bu durum ve ayrıca yerli kültürlerin ortadan kalkması için özel bir gayret göstermemesi, İngiliz sömürgelerinin bağımsızlığa geçişini daha kolay hale getirmiştir.

Almanya’nın Sömürge Faaliyetleri. Almanya, Afrika’da sömürgecilik faaliyetine geç başlamış ve erken çekilmek zorunda kalmıştır. Esas itibarıyla sömürgeciliği bir lüks olarak gören Bismarck, biraz da kamuoyunun baskısı üzerine 1884’ten itibaren sömürgeciliğe yöneldi. Kamerun’da seyyah Dr. Nachtigal’in ileri gelen bazı kabile reisleriyle yaptığı himaye anlaşmaları burasının Alman sömürgesi haline gelmesinde etkili oldu (1884). Seyyah Nachtigal’in gayretleriyle Togo Alman nüfuzuna girerken (1884) Güneybatı Afrika da (bugünkü Namibya) 1884’te bölgeye müdahale eden Almanya’nın sömürgesi haline geldi. Diğer taraftan XIX. yüzyılın sonlarına doğru Carl Peters adlı bir gemici Zengibar’da kabile şefleriyle yaptığı bazı anlaşmalarla 140.000 km2’lik bir bölgede hak sahibi olmuş ve bu hakkını devletine devretmesiyle de Almanya’nın Doğu Afrika’daki sömürgesi kurulmuştur (1885). Berlin Kongresi Almanya’nın Kamerun, Togo ve Güneybatı Afrika üzerindeki himayesini teyit etmiştir. İngiltere’nin, Almanya’nın Doğu Afrika’daki


nüfuzunun genişlemesinden endişelenmesi üzerine bu iki devlet 15 Haziran 1890 tarihinde imzaladıkları bir antlaşmayla Doğu Afrika’da kendi nüfuz alanlarını düzenlemişlerdir. Almanya’nın I. Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine sömürgeleri Milletler Cemiyeti’nce İngiltere ile Fransa arasında paylaştırılmıştır.

Diğer Avrupa Ülkelerinin Sömürge Faaliyetleri. Afrika’da sömürgecilik faaliyetine ilk başlayan ülkelerden olan Portekiz Güneybatı Afrika’da Angola, Doğu Afrika’da da Mozambik’e sahip olmuştur. Ayrıca Batı Afrika’da Yeşil Burun adaları, Sao Tome ve Gine Bissau da Portekiz’in sömürgeleriydi.

XVI. yüzyılda Kanarya adalarına yerleşen İspanya, İspanyol Ginesi’ni, Fernando Po adasını ve Rio Muni’yi (bugünkü Mbini) işgal ederek sömürge haline getirdi.

Afrika’daki sömürgeci devletlerden bir diğeri olan Belçika, Kral II. Leopold tarafından 1882’de kendi şahsî hâkimiyeti altında bağımsız bir devlet olarak kurulan ve Berlin Kongresi’nce de bağımsızlığı kabul edilen (1885) Kongo’yu (bugünkü Zaire) 1908’de sömürgeleştirdi. Belçika yerli halka idarede söz hakkı tanımadığı gibi onları eğitim alanında da geri bırakmaya gayret göstermiş, buna karşılık sağlık ve misyonerlik hizmetlerine önem vermiştir. Geniş yetkilere sahip olan şirketler özellikle yönetimde etkili olmuşlardır.

Diğer Avrupa ülkelerine nisbetle Afrika’da sömürgecilik faaliyetlerine daha geç girişen İtalya, önce Kızıldeniz kıyısındaki Eritre’ye yerleşti (1889); ardından Somali’nin güneydoğu kıyılarını ele geçirdi (1893). Daha sonra da Etiyopya’ya saldırdı, fakat Adva’da (Adoua) yenilgiye uğradı (1896). Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşı’yla uğraşmasından istifade ederek Trablusgarp ve Bingazi’yi işgal etti (1912); 1896’da ele geçiremediği Etiyopya’yı da II. Dünya Savaşı öncesinde milletlerarası şartların uygun olduğu bir sırada hâkimiyeti altına aldı (1935).

5. Sömürge Yönetimleri. Afrika’da sömürge yönetimlerinin kuruluşu kolay olmamıştır. Afrika’yı, aralarında imzaladıkları çeşitli antlaşma ve kongrelerle paylaşan Avrupa devletleri, kendi nüfuz alanlarındaki sömürgelerde birbirinden farklı yönetim politikaları takip etmişlerdir. Sömürgecilik hareketlerinin ana sebebi ekonomik ve milletlerarası politika alanında prestij kazanmak olduğundan, sömürgeci ülkeler öncelikle Afrika’da faaliyet gösteren şirketlere destek sağlayarak buradaki ekonomik imkânların anavatana aktarılmasına çalıştılar. Sömürgenin ekonomik yapısı, ham madde ihracı ve mâmul madde ithali şeklinde bir temele oturtularak tamamen sömürgeci ülkenin ekonomik ihtiyaç ve çıkarlarına uygun biçimde kurulup geliştirildi. I. Dünya Savaşı’ndan önce Afrika’nın bazı yerlerine sömürgeci sermayesinin yatırım yapması, Afrikalılar’ın ihtiyaçlarına değil Avrupa ülkelerinin çıkarlarına yönelik olmuştur.

Sömürge yönetimlerinin bir başka özelliği, sömürgelerin en güzel ve en önemli yerlerine Avrupalılar’ın yerleştirilmesi ve her türlü stratejik mevkilerin onlara verilmesidir. Cezayir’e yerleştirilen 400 bin kadar Fransız, bu ülkenin bağımsızlığa kavuşmasında büyük problem teşkil etmiştir. İtalya, Libya’nın sulanabilir arazilerine İtalyanlar’ı yerleştirmiştir. Batı, Orta ve Güneybatı Afrika’daki Avrupalı beyazlar ise Güney Afrika’ya nisbetle daha az problem olmuş, Güney Afrika ve Rodezya’da ırk ayırımı resmî politika haline getirilmiştir.

Fransa, Portekiz ve Belçika sömürgelerini merkezden yönetmeye ve onları merkezin bir vilâyeti şekline getirmeye çalışırken, İngiltere yerinden yönetim ilkesine uyarak dolaylı yönetim politikası takip etmiştir. Doğrudan yönetim biçimini uygulayan Fransa, takip ettiği asimilasyon politikasıyla, kültürel bakımdan kendi toplum ve gelenekleriyle çatışan nesillerin yetişmesine sebep olmuştur. Yerlilerin yönetimde söz sahibi edildiği sömürge yönetimlerinde de sadece Avrupalılar’a yardımcı olacak kadroların yetişmesine çalışılmıştır.

İktidarın Batılı güçlerin elinde olması sömürge topraklarında sosyal yapıyı ve siyasî bünyeyi bozmuştur. Kabile şeflerinin etkisiz hale gelmesiyle toplum bölünmüş ve birleştirici, bütünleştirici geleneksel unsurlar kalmamıştır. Ayrıca Batı ülkelerine ait şirketlerin şehir merkezlerinde kurdukları tesislerde, kırsal kesimdeki yerlilerin gelip işçi olmaları şehirleşme eğilimini ve bununla ilgili olarak da konut ve gecekondu problemini ortaya çıkarmıştır. Batı ideolojileri, değer yargıları ve kültür kalıpları, ortadan kalkan geleneklerin ve eski kültürün yerini almıştır. Genellikle misyonerlerin yönettikleri okullarda Batılı ideallerle yetişen bir seçkin zümrenin meydana çıkması, yerli halkın lehine olmaktan çok sömürgeci ülkenin lehine hareket eden bir aydınlar zümresini oluşturmuştur.

6. Afrika’nın Bağımsızlığı. Batılı devletlerin Afrika’da kurdukları sömürge yönetimlerine karşı yerliler çeşitli tarihlerde ayaklanmışlar ve Afrika kanlı çatışmalara ve kıyımlara sahne olmuştur. Özellikle I. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürge imparatorluklarında bazı kıpırdanmalar başladı. Kuzey Afrika’da Abdülkerîm el-Hattâbî’nin Rif Cumhuriyeti’ni kurarak (1921-1926) Fransız ve İspanyol egemenliğine karşı başlattığı bağımsızlık hareketi güçlükle bastırılabildi. Senûsîler’in Libya’da İtalyan emperyalizmine karşı yürüttükleri direniş bütün İslâm dünyasında büyük yankı uyandırdı. Mısır’daki milliyetçi gelişme ise İngilizler’i ülkeye sözde bağımsızlık vermeye mecbur etti (1922) ve Mısır 1936 tarihli İngiliz-Mısır antlaşmasıyla daha geniş yetki ve imkânlara kavuştu. Tunus, Çad, Yukarı Volta (Burkina Faso) ve Kamerun’da Fransızlar’a karşı ayaklanmalar yoğunlaşırken Angola’da da Portekiz yönetimine karşı bağımsızlık hareketi başlatıldı (1913). Alman Güneybatı Afrikası’nda Herero ve Hotanto (1904), Alman Doğu Afrikası’nda Maji Maji (1905-1907), Netal’de Zulu (1906), Somali’de Seyyid Muhammed (Deli Molla) (1890-1898) ve Sudan’da Mehdî (1881-1895) ayaklanmaları anılması gereken önemli hareketlerdir.

Afrika’da asıl bağımsızlık dönemi II. Dünya Savaşı’ndan sonra başladı. Savaş yıllarında ve savaştan önce bağımsızlık düşüncesi yeterince gelişmemişti. Çeşitli yerlerde ortaya çıkan isyanların kanlı biçimde bastırılması da yerli ileri gelenler arasında bağımsızlık lehindeki düşüncelerin gelişmesini engelledi. Nitekim II. Dünya Savaşı yıllarında Afrika’nın


Avrupa ile bütünleşmesini ifade eden Eurafrica düşüncesi Lumumba, Senghor, Houphouet-Boigny gibi geleceğin önemli liderleri tarafından da savunuldu ve bağımsızlığa karşı çıkıldı. Savaştan sonra ise Birleşmiş Milletler’in, milletlerarası siyasî şartların ve cepheden dönen askerlerin etkisiyle, bağımsızlık düşüncesi Afrika’da da kök saldı ve özellikle Güney Asya’daki sömürgelerin savaştan hemen sonra bağımsızlıklarını kazanması Afrikalılar için örnek teşkil etti. Milletlerarası kamuoyunun sömürgeciliğe karşı gelişmesi, Birleşmiş Milletler’in sömürge toplumlarını bağımsızlığa kavuşturmak amacıyla Vesayet Konseyi’nin denetimine vermesi Afrika’nın uyanışını hızlandırdı. 18-24 Nisan 1955 tarihleri arasında Üçüncü Dünya ülkelerine dahil yirmi dokuz Asya ve Afrika ülkesinin tertip ettikleri Bandung Konferansı’nda sömürgelerin bağımsızlık istekleri açıkça ilân edildi. II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, özellikle Batı Afrika’da kongreler dönemi başladı. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da okuyup ülkelerine dönen aydınların liderliğinde gelişen kongreler muhtariyet, selfdeterminasyon, anayasa gibi taleplerin dile getirilmesinde etkili oldular. Bunun üzerine sömürgelere, sömürgeci ülkenin siyasî yapısında yer alan haklara benzer birtakım haklar tanındı. Siyasî partilerin kuruluşuna izin verilmesi üzerine, 1958’lerde kongreler dönemi yerini partiler dönemine bıraktı. Özellikle partileşme hareketi, anayasalara ve genel oy hakkına kavuşan Batı Afrika’da görüldü.

II. Dünya Savaşı öncesinde Etiyopya’yı işgal eden İtalya savaşta sömürgelerini koruyamadı ve İtalyan Doğu Afrikası İngiltere’nin eline geçti. Savaştan sonra ise İtalya’nın egemenliğinde bulunan topraklar Birleşmiş Milletler’in sorumluluğuna verildi. Daha sonra Somali (1950) ve Libya (1951) bağımsız devlet olurken Eritre Etiyopya’ya katıldı (1952).

İngiltere 1922 ve 1936’da Mısır’a bağımsızlık yolunda önemli yetkiler vermekle birlikte Süveyş Kanalı’nın stratejik önemi dolayısıyla buradaki egemenliğini 1956 Süveyş krizine kadar sürdürmeye devam etti. Bu olayda Fransa ve İngiltere’nin başarısızlığa uğraması, sömürgelerde bu ülkelere karşı yürütülen bağımsızlık hareketlerinin güçlenmesine yardım etti ve özellikle Mısır-İngiltere ortak egemenliği altındaki Sudan’ın bağımsızlığını kazanmasını (1956) hızlandırdı. Birleşmiş Milletler’in İtalyan sömürgelerine bağımsızlık vermesi, Süveyş krizinde İngiltere ile Fransa’nın başarısızlığa uğramasından sonra Mısır ve Sudan’ın bağımsızlığa kavuşmaları ve milletlerarası alanda sömürgecilik aleyhine kamuoyunun gelişmesi gibi faktörlerin hızlandırdığı Afrika’daki bağımsızlık hareketleri, Altın Kıyısı’nın Gana adıyla bağımsızlığını ilân etmesi (1957) üzerine birden yoğunluk kazandı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra anayasa rejimine kavuşan Altın Kıyısı’nın başkanı Kwame Nkrumah aynı zamanda Gana’nın kurucusuydu ve başarıyla sonuçlanan mücadelesi, onu Afrika ülkelerinde örnek alınan bir lider durumuna getirdi. Bu bölgedeki İngiliz sömürgelerinden Nijerya 1960’ta, Sierra Leone 1961’de, Gambia da 1965’te bağımsızlıklarını kazandılar. Batı ve Orta Afrika’da sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra kıtanın güney ve doğu bölgelerindeki İngiliz sömürgelerinde takip edilen politika değişime uğramak zorunda kaldı. Orta Afrika’da beyazların hâkimiyetini sürdürmek için kurulan Orta Afrika Federasyonu başarısızlığa uğradı. Uganda 1962’de, Kenya 1963’te ve Malawi (Nyasaland) ile Zambiya (Kuzey Rodezya) 1964’te bağımsızlıklarına kavuştular. 1965’te de Güney Rodezya bağımsızlığını kazandı, ancak yönetim 1980 yılına kadar beyaz azınlığın elinde kaldı; 1980’de yönetim siyahlara geçti ve ülkenin adı Zimbabve olarak değiştirildi. 1966’da ise Botswana adını alan Bechuanaland ve Lesotho bağımsızlıklarını elde ettiler.

Sömürgelerini iki ayrı federasyon halinde örgütlemiş olan Fransa, bağımsızlık hareketlerinin gelişmesi üzerine federasyon içinde nisbî özerklik vermeyi denedi. Bu amaçla düzenlenen 1944 Brazavil (Brazzaville) Konferansı Fransa Birliği’ni (Union Française) oluşturmaya yönelikti. Ancak bu yapı içerisinde sınırlı özerklik verilmesi sömürgeleri bağımsızlık ülküsünden vazgeçiremedi ve ilk önce bir antlaşma ile Fas ve Tunus bağımsızlıklarını kazandılar (1956). 1958’de Gine, Fransa Cumhurbaşkanı General De Gaulle’ün bazı alanlarda sömürgelere özerklik vererek kurduğu Fransız Ülkeler Topluluğu’na (La Communauté) girmeyi reddederek bağımsızlığını ilân etti. Bu olayın arkasından Fransa, iki yıl içinde Fransız Batı Afrikası ile Fransız Ekvatoral Afrikası’ndaki sömürgeleri olan Moritanya, Senegal, Yukarı Volta, Nijer, Kamerun, Çad, Gabon, Kongo, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Madagaskar’a bağımsızlık vermek zorunda kaldı. Bu tarihte Fransa’nın elinde sömürge olarak yalnız Cezayir ile Fransız Somalisi kalmıştı ve bunlardan Cezayir 1954’ten beri devam ettirdiği silâhlı kurtuluş mücadelesini kazanarak 1962’de, Fransız Somalisi 1977 yılında Cibuti adıyla bağımsızlıklarını kazandılar.

Belçika 1960’ta Kongo’ya (Zaire), 1962’de de Burundi ile Ruanda’ya bağımsızlık vermek zorunda kaldı. Sömürgelerine en son bağımsızlık veren ülke Afrika’nın en eski sömürgeci devleti olan Portekiz’di. Angola ve Mozambik, Portekiz yönetimine karşı sürdürdükleri silâhlı mücadele ile 1975’te bağımsızlık kazanırken onların yanı sıra Sao Tome, Principe ve Gine Bissau da aynı tarihte bağımsızlıklarına kavuştular. İspanya’nın sömürgesi Rio Muni ile Fernando Po ise 1968’de Ekvator Ginesi adıyla bağımsız bir devlet oldu.

7. Bağımsızlık Sonrasında Afrika. Yaklaşık bir asır kadar süren sömürge yönetiminin 1956’dan itibaren yirmi yirmi beş yıl içerisinde son bulmasıyla siyasî bakımdan bağımsızlığa kavuşan Afrika kıtası bu defa da sömürgeciliğin sebep olduğu birçok problemle karşı karşıya geldi. Sömürgecilik Afrika’nın eski ekonomik, sosyal, siyasî, kültürel ve dinî yapısını bozarak yeni problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Siyasî


bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla tamamlanamaması, “yeni sömürgecilik” adıyla tanımlanan bir bağımlılık biçimini ortaya çıkardı. Afrika’nın sömürge yönetimi dönemindeki ekonomisi sömürgeci devletlerin ekonomilerini tamamlayacak ve onların parçası olacak şekilde kurulduğundan, hürriyetin kazanılmasından sonra da Afrika’nın genç devletlerinin eski sömürgeci ülkelere bağımlılıkları devam etti ve onlarınkiyle bütünleşen ekonomik yapılarının bağlarını koparabilmeleri mümkün olmadı. Ayrıca, sömürge ülkelerinin Afrika’dan çekilirken eski sömürgeleriyle ekonomik ve siyasî münasebetlerini sürdürebilmek için yaptıkları bazı antlaşmalar da genç devletlerin bağımlılığını sürdüren bir diğer önemli sebebi oluşturmuştur. Eski sömürgeci devletler bu antlaşmalarla çeşitli imtiyazlar elde etmişler, verdikleri kredi ve dış yardımlarla da genç devletlerin ekonomilerini yine istedikleri gibi yönlendirmişlerdir. Ekonomik bakımdan geri kalmışlık ve fakirlik kalkınma gayretlerini zorlaştırdığından devamlı olarak dışarıdan yardım alma yoluna gidilmiş, özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği, Çin, çeşitli Avrupa ülkeleri ve milletlerarası kuruluşlardan büyük miktarlarda yardımlar alınmıştır. Halen Afrika ülkelerine Avrupa Topluluğu ile Afrika, Karayip ve Pasifik ülkeleri grubu arasında imzalanan Lomé Konvansiyonu çerçevesinde çeşitli dış kredi ve yardımlar sağlanmakta, Afrika ülkelerine tarım ürünlerini ve ham maddelerini Avrupa pazarlarına ihraç etme imkânı verilmektedir.

Bugün Afrika’da görülen istikrarsızlık, iç çatışma ve bazı bölgelerdeki karışıklıkların başlıca sebebini, sömürge yönetimlerinin geride bıraktıkları sunî sınırlar ve azınlıklar gibi siyasî meseleler teşkil etmektedir. Berlin Konferansı (1884-1885) ve Brüksel Kongresi (1890) ile sömürgeciliğin fiilî işgal esasına bağlanması sömürgeler arasında ortaya sunî sınırlar çıkarmıştır. Sınırların belirlenmesinde ülkelerin sosyal ve kültürel özellikleriyle coğrafî yapıları dikkate alınmadığından, aynı kabile insanlarının iki ayrı devletin sınırları içerisinde kalmaları ve birbirine düşman kabilelerin de bir devletin çatısı altında toplanmaları söz konusu olmuştur. Bunun sonucunda sömürgeci siyasî otoritenin kalkması ile ülke içinde etnik çatışmalar ortaya çıkarken komşu devletler arasında da sınır anlaşmazlıklarından doğan çatışmalar başlamıştır. Bu yüzden Afrika Birliği Teşkilâtı sınır çatışmalarıyla ilgilenmek zorunda kalmış ve bazı çatışmaların durdurulmasında başarı sağlarken bazısında başarılı olamamıştır (daha geniş bilgi için bk. AFRİKA BİRLİĞİ TEŞKİLÂTI).

Sömürge yönetiminden kalan ve bağımsız devletleri ciddi şekilde uğraştıran önemli bir mesele de “beyaz yönetim” meselesidir. Cezayir’de sömürge yönetimi döneminde buraya gelip yerleşen Fransızlar bağımsızlıktan sonra uzun yıllar ciddi problem olmuştur. 1965’te bağımsızlık kazanan ve beyaz azınlık yönetimi kuran Güney Rodezya’da siyahların yönetimi ele geçirmeleri uzun silâhlı mücadele sonunda mümkün olabilmiştir (1980). Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ve onun işgali altındaki Namibia’da ise beyaz azınlık yönetimi hâlâ Afrika’nın en önemli siyasî problemini oluşturmaya devam etmektedir.

Bağımsızlık sonrasında Afrika’nın genç devletleri karşı karşıya bulundukları ekonomik ve sosyal problemleri çözmek ve millî birliği kurmak için etnik ve siyasî bölünmelere ortam hazırlamayan birleştirici ve merkeziyetçi üniter devlet modelini benimseyerek ülkelerine tek parti sistemini ve yukarıdan aşağıya doğru inen toplumu düzenleme anlayışını yerleştirmeye çalıştılar. Özellikle Batı Afrika’da bağımsızlık öncesinde kurulan çok partili sistem yerini tek partili sisteme bıraktı. Afrika ülkeleri ekonomik alanda kalkınmak için de sanayileşme yolunu seçtiler ve vasıta olarak sosyalizmi tercih ettiler. Ancak ülkelerinde sanayileşmeyi gerçekleştirebilecek derecede güçlü bir yerli özel sektör mevcut olmadığı ve kapitalist sistem ortamında gelecek yabancı sermayenin, ülkeyi yine Batılılar’ın kontrolüne sokacağı gerçeği karşısında benimsedikleri Afrika sosyalizminin Marksizm’le pek ilgisi yoktur. Sadece, devletin ülke problemlerine aktif şekilde karışmasını hedef alan bu yol, amaç olarak değil ekonomik kalkınmada bir araç olarak seçilmiş ve bu sistemin bağımsızlığın kazanılmasında en önemli rolü oynayan Afrika milliyetçiliği ile birleştirilmesi ekonomik ve sosyal gelişme alanında yeni bir yol oluşturmuştur.

Afrika ülkeleri milletlerarası politika alanında kendilerini yıllarca horlamış ülkelere varlıklarını ve onlarla eşit haklara sahip olduklarını kabul ettirebilmek için büyük gayret gösterdiler. Bu amaçla milletlerarası politikaya ve kuruluşlara aktif şekilde katıldılar. Birleşmiş Milletler’de ve diğer milletlerarası teşkilâtlarda oluşturdukları gruplarla kendilerinden söz ettirdikleri gibi milletlerarası dayanışma ve iş birliğine de katkıda bulundular. Bu teşkilâtlarda eski idarecileriyle yan yana oturmaları ve onlarla eşit seviyede oy kullanmaları kendilerine güvenlerini arttırdı. Birleşmiş Milletler’in Afrika meseleleriyle ilgili birçok karar almasını sağladıkları gibi mevcut milletlerarası hukuka karşı çıkarak yeniden düzenlenmesini de istediler. Özellikle milletlerarası alanda takip ettikleri “bloksuzluk politikası” ile kendilerini kabul ettirme imkânı buldular.

Bağımsızlıktan sonra Afrika’da çeşitli alanlarda birleşme problemleri gündeme geldi. Kwame Nkrumah, Akra’da toplanan bütün Afrika Halkları Konferansı’nda (1958) “organik birleşme” tezini savunurken Senghor, Azikiwe ve Selâsiye gibi liderler bu teze karşı çıkıp “fonksiyonel birleşme” tezini işlediler. Bu liderler bağımsızlığın hemen arkasından siyasî birleşmeye gidilemeyeceğini ve ancak mahallî kuruluşlar yoluyla ticarî ve iktisadî bir iş birliğinin geliştirilebileceğini, bu birliğin de kademeli şekilde kurulabileceğini savunuyorlardı. Fakat fonksiyonel birlik iyi yürütülemedi ve 1960’lara kadar Afrikalılar arasında görülen iş birliğine yönelik faaliyetler, bu tarihten itibaren devletler arasında bloklaşmalara dönüştü. Bu arada bağımsızlıklarına yeni kavuşan ve “Brazzaville devletler grubu” olarak bilinen on bir Fransız sömürgesi Kamerun,


Brazavil Kongosu, Fildişi Sahili, Dahomey, Gabon, Yukarı Volta, Madagaskar, Nijer, Orta Afrika Cumhuriyeti, Senegal ve Çad siyasî birlik düşüncesine karşı çıkarken Fas, Gana, Gine, Mali, Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır-Suriye 1958-1961), Libya ve Cezayir geçici hükümeti Kazablanka’da yaptıkları toplantıda (Ocak 1961) siyasî birlik fikrini savundular. “Kazablanka grubu” olarak anılan bu devletlerin fikrine karşılık da “Monrovia grubu” adıyla yeni bir gruplaşma ortaya çıktı. Brazavil grubuna ilâve olarak Liberya, Nijerya, Somali, Sierra Leone, Togo, Etiyopya ve Libya’dan oluşan bu yeni grup, Liberya’nın başşehri Monrovia’da yaptıkları toplantıda (Mayıs 1961) siyasî birleşmeye karşı çıkıp Afrika dayanışmasını savundular. Bölgelerde görülen bloklaşmalar diğer bazı grupların da ortaya çıkmasına sebep oldu. Afrika Birliği Teşkilâtı’nın kurulmasıyla (1963) bu gibi grupların çoğu dağıldıysa da bazıları hâlâ faaliyetlerini sürdürmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

J. C. Anane#G. Brown, Africa in the Nineteenth and Twentieth Centuries, Ibadan 1966; A. Bourde, L’Afrique Orientale, Paris 1968, s. 34-68; J. D. Fage, A History of West Africa, Cambridge 1969, s. 51-220; Abdurrahman Çaycı, Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti (1858-1911), Erzurum 1970, s. 77-103; R. Lurafhi, Sömürgecilik Tarihi (trc. Halim İnal), İstanbul 1975, s. 231-301; Charles#André Julien, Histoire de l’Afrique Blanche, Paris 1976, s. 104-126; Fernand Bezy, “Du Colonialisme au néo-Colonialisme”, Le Nouveau dossier Afrique, Marabout 1977, s. 173-179; C. McEvedy, The Penguin Atlas of African History, London 1980, s. 66-130; Baskın Oran, Az Gelişmiş Ülke Milliyetçiliği: Kara Afrika Modeli, Ankara 1980, s. 68 vd.; E. A. Boateng, A Polotical Geography of Africa, Cambridge 1980, s. 54-79; G. Barraclough, Times Dünya Tarihi Atlası (trc. Zeki Özer), İstanbul 1980, s. 240-241, 244-245, 248-249, 276, 282, 283; J. D. Fage#M. Verity, An Atlas of African History, London 1982, s. 44-71; The Cambridge Encyclopedia of Africa (nşr. Roland Oliver), Cambridge 1984, s. 141-220; İbrahim Sughayroon, “Islam in Uganda: Traders and Trade Routes and the Establishment of Islam in Uganda Kingdom”, Proceeding of the First Islamic Geographical Conference, Riyad 1984, VI, 61-76; Africa South of the Sahara 1988, London 1987, s. 11-43; Henri Brunschwig, “Politique et economie dans l’Empire Français d’Afrique Noire 1870-1914”, JAfr.H, XI/3 (1970), s. 401-417; Olutunji Oloruntimehin, “French Colonisation and African Resistance in West Africa up to the First World War”, Tarikh, IV/3, Nigeria 1973, s. 24-34; Ishijuke Kabongo, “Les Cultes africains comme manifestation de la résistance au colonialisme belge (1920-1948)”, Presence Africaine, sy. 104, Paris 1977, s. 46-59; “Afrique”, EUn., I, 345-363.

Davut Dursun





8. Afrika’da Başlıca İslâmî Cihad ve Direniş Hareketleri. Afrika XIX. yüzyıl ile XX. yüzyılın başlarında İslâm’ı yaymak ve Avrupa ülkelerinin sömürgeci genişlemesine karşı koymak amacı taşıyan bazı hareketlere sahne oldu. Tasavvufî düşünceden büyük çapta etkilenen bu hareketlerin belli başlıları şunlardır.

a) Fülânî Hareketi. Batı Afrika’da sömürgecilik öncesinde en önemli İslâmî cihad hareketi, Senegal’in Futa Toro bölgesinden Nijerya’nın kuzeyindeki Hevsâ bölgesine hicret etmiş Fülânî kabilesine mensup Osman b. Fûdî’nin (Osman dan Fodyo, ö. 1817) putperest kabileler arasında İslâm’ı yaymak için başlattığı harekettir. Osman b. Fûdî’nin kısa zamanda iyi sonuçlar elde etmesiyle Gobir bölgesindeki Degal’da büyük bir müslüman topluluk meydana geldi. Bu topluluğun gittikçe güçlenmesi, bölgeyi kontrolünde tutan Hevsâ Krallığı’nda endişe uyandırdı ve iki topluluk arasında bir gerilime yol açtı. 1797’de Gobir Kralı Nafata ile onun yerine geçen Yunfa müslüman yayılmasının önüne geçmek için bazı tedbirler aldılar. Hareketin lideri Osman b. Fûdî’ye karşı saldırıya geçen Gobir Kralı Yunfa’nın kuvvetlerini müslümanlar başarıyla püskürterek 1806-1808 yılları arasında bölgede birçok önemli merkezi ele geçirip nüfuzlarını genişlettiler. Gobir’in merkezi Alkalawa’yı da Fülânî hareketinin nüfuzuna alan Osman b. Fûdî, İslâmî esaslara bağlı bir devlet kurdu (1809) ve Atlantik sahillerinden Tinbüktü ve Hevsâ’ya kadar olan bölgeyi hâkimiyeti altına aldı. Daha sonra, sınırları genişleyen devletin batı kesimini kardeşi Abdullah b. Muhammed’e, doğu kesimini de oğlu Muhammed Bello’ya bıraktıysa da ölünceye kadar devleti tek başına yönetmeye devam etti.

Fülânî hareketi, Osman b. Fûdî’nin ölümünden sonra oğlu Muhammed Bello (ö. 1838) tarafından Sokoto Halifeliği adı altında sürdürüldü. Bello, Fülânî hâkimiyetini kabul etmeyen kabilelerle devamlı bir savaş halinde idi ve kendisine itaat etmeyen kabilelere karşı 1836’da kazandığı Gawakuke Savaşı’yla hâkimiyeti altındaki topraklar en geniş sınırlarına ulaştı. Sokoto Devleti’nin sınırları batıda Mâsînâ’dan doğuda Bagîrmî’ye, güneyde Yorbu’dan kuzeyde Büyük Sahra’daki Adar Agades’e kadar uzanıyordu. Giriştiği fetih hareketleri yanında Muhammed Bello, ilmî gelişmeyi de teşvik ederek medrese ve camiler inşa ettirdi. Kendisi de ilmî çalışmalara bizzat iştirak ederek ülkede ilmî seviyenin yükselmesine çalıştı. Ayrıca dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı koymak için sınırlarda ribât*lar inşa ettirdi.

Mâsînâ bölgesinde Osman b. Fûdî’ninkine benzer faaliyeti, Ahmedü Lobbo (Şeyh Hamedü) olarak bilinen Fülânî âlimi Ahmed b. Muhammed b. Ebû Bekir b. Saîd gerçekleştirmiştir. Osman b. Fûdî’nin emrinde cihad hareketlerine katılan Ahmedü Lobbo daha sonra Mâsînâ bölgesindeki kabileler arasında İslâm’ı yaymaya çalıştı ve 1813’te putperest Bambara kabilelerine karşı cihad ilân etti. 1826’da Tinbüktü’ye kadar ilerledi ve Hamdullahi şehrini başşehir yaparak bir İslâm devleti (Mâsînâ Şeyh Hamad Devleti) kurdu. Ahmedü Lobbo’nun ölümü üzerine (1844) devletin başına oğlu Ahmedü Şeyhu (ö. 1852) geçti ise de el-Hâc Ömer’in 1862’de başşehir Hamdullahi’yi ele geçirmesiyle bu devlet ortadan kalktı.

b) Tekrûr Devleti ve el-Hâc Ömer. Batı Afrika’da Avrupa sömürgeciliğine karşı başlatılan cihad hareketlerinin önemlilerinden biri de el-Hâc Ömer’in (ö. 1864) liderliğindeki harekettir. Ticâniyye tarikatına mensup olan el-Hâc Ömer, Futa Calon bölgesinde Diaguku’da bir din öğretim ve davet merkezi kurarak (1840) etrafına büyük bir cemaat topladı. Daha sonra Dinguiray’a yerleşerek putperestleri İslâm’a davet etmeye başladı ve 1852’de putperest kabilelere karşı cihad ilân etti. Kısa zamanda bölgedeki şehirlerin çoğunu ele geçirdi. Bambuk ve Bambara Krallığı’nı kontrolüne aldı. Ardından Avrupa sömürgeciliğine karşı harekete geçti. el-Hâc Ömer’le ticarî ilişki içinde olmalarına rağmen Fransızlar bölgeyi sömürgeleştirmek amacıyla, Senegal nehri kıyısındaki Medine şehrine saldırdılar (1857). Ancak el-Hâc Ömer liderliğindeki müslümanlar şehri kuvvetle savundu. Daha sonra doğuya doğru çekilmeye karar veren el-Hâc Ömer, Mâsînâ ve Bambara bölgesindeki birçok şehri kontrolüne aldı ve kurduğu Tekrûr Devleti, Tinbüktü’ye kadar uzanan bölgeye hâkim oldu. Bu arada bölgede el-Hâc Ömer’e karşı birçok ayaklanma meydana geldi. Kendisi de bu ayaklanmaların birinde öldürüldü (1864). el-Hâc Ömer’in ölümünden sonra, taraftarlarından bir kısmı başkanlık için seçim yapılmasını isterlerken bir kısmı da onun büyük oğlunu halef tayin ettiğini iddia ettiler. el-Hâc Ömer’in


yerine getirilen oğlu Ahmedü Seku ülkenin bütününe hâkim olamadığından siyasî birlik bozuldu ve 1870’te iki yıl süren bir iç savaş ortaya çıktı. Ahmedü 1880’lerde Fransızlar’ın Tekrûr Devleti’ne yönelik işgallerine karşı koydu ise de iç ayaklanma ile dışarıdan gelen bu saldırılar karşısında yenilmekten kurtulamadı ve Tekrûr Devleti Fransızlar tarafından ortadan kaldırıldı (1893).

c) Mehdî Hareketleri. Sudan Mehdîsi. Sudan’da Muhammed Ahmed b. Seyyid Abdullah (ö. 1885) tarafından başlatılan ve Mehdîlik hareketi adını alan dinî-siyasî hareket, özellikle Avrupa sömürgeciliğine karşı yürütülen mücadele ile önem kazandı. 1880’e kadar Beyaz Nil üzerindeki Aba adasında münzevi bir hayat yaşayan Muhammed Ahmed, 1881’de kendisini mehdî ilân ederek faaliyetlerine başladı. Bu hareketin yayılmasında özellikle kuzeydeki kabile reislerinin yardımını gördü. Bağlı bulunduğu Semmâniyye tarikatını bir haberleşme vasıtası gibi kullanarak Mehdîlik hareketini bütün Sudan’a yaydı ve bölgeyi sömürgeleştirmek isteyen İngilizler’e karşı mücadele etti. Mısır’ın nüfuzundaki Sudan’ın kuzey bölgelerinde Mehdî’nin etkisinin artması ve fikirlerinin yayılması üzerine Mısır’ın yönetime karşı çıktıkları gerekçesiyle Mehdî ve taraftarları üzerine askerî birlikler yollamasından sonra (1881) batıya doğru çekilen Mehdî, dostluk kurduğu ve ailevî ilişkilerle bağlı bulunduğu Baggara kabilesine sığındı. Bu arada bölgenin diğer kabile reisleri ile dinî liderlerinin desteğini kazanarak 1882’den itibaren İngilizler’e karşı hareketi büyütüp savaş esaslarına göre organize edilen silâhlı kuvvetlerinin (ensar), 1883’te Mısır-İngiliz kuvvetlerine karşı başarı kazanmalarından sonra Mehdîlik bütün Sudan’ı etkisi altına aldı. 27 Ocak 1885’te Hartum’un ele geçirilmesiyle gücü en yüksek noktaya ulaşan Mehdî, başşehri Hartum olan bir İslâm devleti kurarak mücadelesini daha da yoğunlaştırdı. Ancak kısa bir süre sonra ölen Mehdî’nin (25 Haziran 1885) yerine geçen Abdullah b. Muhammed et-Teâyişî (ö. 1899) hareketi yaymaya devam ettiyse de Tuşki’de İngiliz-Mısır ortak kuvvetleri karşısında uğranılan yenilgi (1889), hareketin dönüm noktasını teşkil etti. Bu mağlûbiyeti takip eden iç ayaklanmaların devletin gücünü sarsması, yenilgiye yenilerin eklenmesine yol açtı ve 1896’da İngiliz-Mısır kuvvetlerinin bütün Sudan’ı ele geçirmek için başlattığı büyük askerî hareket karşısında Mehdî kuvvetleri dağıldı. Daha sonra 1899’da Halife Abdullah’ın yenilmesiyle de Mehdî Devleti ortadan kalkmış oldu.

Somali Mehdîsi. Somali’de Muhammed b. Abdullah Hasan’ın (ö. 1920) liderliğini yaptığı bir İslâmî direniş hareketidir. Muhammed b. Abdullah 1895’te Mekke’de Sâlihiyye tarikatına intisap ederek Somali’ye döndükten sonra bu tarikatı yaymaya çalıştı ve kısa zamanda Somali’nin İngiliz sömürgesi olan kısmında taraftar topladı. Başlangıçta sömürge yönetimiyle ilişkilerini iyi tutmakla beraber 1899’dan itibaren tutumunu değiştirerek İngilizler’e karşı cephe aldı. Aynı yıl mehdî olduğunu ilân ederek gayri müslimlere karşı cihad başlattı. İngilizler, İtalyanlar’la birlikte 1900-1904 yılları arasında Mehdîlik hareketini durdurmak için karşı saldırıya geçtiler. Bu saldırılar karşısında ülkede bir birlik oluşturmayı amaçlayan Mehdî, kabileleri bir araya getirmeye çalıştıysa da bunda başarı sağlayamadı. Bu arada kendisinin de Sâlihiyye prensiplerinin dışına çıkan hareketleri, tarikat lideri ve kurucusu Seyyid Muhammed es-Sâlihî tarafından hoş karşılanmadı ve tarikattan çıkarılmasına sebep oldu. Muhammed b. Abdullah’ın Somali’de yirmi yıl boyunca devam eden mücadelesi, 1920 yılında İngilizler’in nihaî saldırısı karşısında uğranılan yenilgiyle sona erdi ve kendisi de kısa bir müddet sonra öldü.

d) Senûsîlik Hareketi. Aynı zamanda bir tarikat olan ve Libya ile Büyük Sahra’da Avrupa sömürgeciliğine karşı etkili mücadele veren Senûsiyye hareketi, Muhammed b. Ali es-Senûsî (ö. 1859) tarafından başlatıldı. Muhammed b. Ali es-Senûsî Mekke’de, Abdullah b. İdrîs el-Fâsî’nin müridi oldu ve onun ölümü üzerine ortaya çıkan gruplardan birinin liderliğine getirildi. Birkaç yıl Mekke’de kaldıktan sonra kendisine karşı gelişen muhalefet yüzünden 1840 yılında Kuzey Afrika’ya dönmek zorunda kaldı. Dönüşte uğradığı Kahire’de de aynı tavırla karşılaştı. Libya’da ise bütün karşı koyuşlara rağmen düşüncelerini kabileler arasında yaymak için uygun bir ortam buldu. 1843 yılında tarikatın ilk zâviyesini Derne ile Bingazi arasındaki Beydâ’da kurarak faaliyetlerini düzenli bir şekilde sürdürdü. 1846’da tekrar gittiği Mekke’de 1853 yılına kadar kaldı. Bu sırada ilmî çalışmalar yaparak düşünce ve prensiplerine daha düzenli bir şekil verdi. Libya’ya geri döndüğünde hareketini yeniden organize ederek daha aktif hale getirdi. Zâviyeleri büyütüp daha müstahkem yerler olan ribâtlara dönüştürdü ve hareketin merkezini Mısır sınırı yakınındaki Cagbub’a taşıdı. Sultan Abdülmecid’den yakın ilgi ve destek gördü. Senûsî’nin ölümüyle hareketin liderliğine oğlu Muhammed el-Mehdî (ö. 1902) geçti. Diğer oğlu Muhammed eş-Şerîf (ö. 1896) ise Cagbub’daki medresenin yönetimini üstlendi. 1870’te Bingazi, 1882’de Trablusgarp zâviyelerinin kurulmasına rağmen şehirlerdeki yayılışı oldukça sınırlı kalan Senûsîlik, Sahra kabileleri arasında hızla yayılarak 1870’lerde bölgenin yarısını etkisi altına aldı. XIX. yüzyılın sonunda merkezi Cagbub’dan Kufra’ya taşındı ve burada hareketin daha düzenli bir hale getirilmesi için idarî ve adlî kurumlar teşkil edildi. Ayrıca Senûsîler Kufra’da, Çad gölüne doğru ilerleyen Fransızlar ve Sudan’daki Mısır-İngiliz güçlerine karşı yer yer çatışmaya girdiler. Hareketin liderlerinden Şerîf’in 1896’da, Mehdî’nin de 1902’de ölmelerine rağmen halefleri Senûsî hareketini devam ettirdiler. 1902’de Mehdî’nin büyük oğlu Seyyid İdrîs çok genç yaşta liderliği üstlendi. İtalyanlar’ın Libya’ya girmeleri üzerine (1911) Osmanlı kuvvetleriyle birleşerek sömürgeciliğe karşı mücadelesini sürdüren Senûsîlik hareketi 1920’ye kadar Büyük Sahra’da gücünü korumaya devam etti.

e) Emîr Abdülkadir el-Cezâirî Hareketi. Cezayir’in batısında Fransız sömürgeciliğine karşı Emîr Abdülkadir’in (ö. 1883) başlattığı hareket, kabilelerin Fransızlar’a karşı koymak istemelerinden doğdu. Babası tarafından bu harekete önderlik yapması için görevlendirilen Abdülkadir, 1832’de Oran ve Muasker kabilelerinin bağlılıklarını temin ederek mücadeleyi başlattı. Ulemânın desteği ile bölgedeki otoritesini daha da güçlendirerek elinde bulunan kuvvetlerle düzenli bir ordu kurmayı başardı. Abdülkadir mücadelesini iki safhada sürdürdü. 1832’den 1839’a kadar devam eden ilk devre, bir dizi silâhlı mücadele ve düşmanla taktik icabı yapılmış bazı antlaşmaları ihtiva eder; bunlardan Tafna Antlaşması’yla Cezayir’in üçte ikisini hâkimiyetine aldı. 1839’dan 1847’ye kadar olan ikinci devrede ise Fransızlar’la devamlı çarpışma halinde bulundu ve bu yüzden kurulması düşünülen devlet fikri gerçekleştirilemedi. Fransızlar’ın devamlı saldırıları karşısında Abdülkadir


Fas sultanına sığındı. Cezayir’de 1845’te Muhammed b. Abdullah’ın başlattığı direnişi fırsat bilerek tekrar ülkesine dönen Abdülkadir 1847’de Fransızlar’a yenik düşüp esir alınmasına kadar mücadelesine devam etti.

f) Abdülkerîm el-Hattâbî Hareketi. Kuzey Afrika’da İspanyol ve Fransız sömürgeci güçlerine karşı bir hareket başlatan Abdülkerîm el-Hattâbî (ö. 1963), babasının ölümünden sonra kabilesinin başına geçerek diğer kabilelerle birlikte Rif bölgesinde bağımsız bir devlet kurmak için İspanyollar’a cihad açtı. İspanyollar’a karşı 1921’de büyük Rif ayaklanmasını düzenledi; İspanyol ordusunu mağlûp ederek Rif Cumhuriyeti’ni kurdu ve bu devletin ilk başkanı oldu. Bu başarı, Abdülkerîm’e halk arasında büyük bir nüfuz sağladı. Cumhuriyetin dışarıda tanınması için yapılan teşebbüsler sonuçsuz kaldı. Fransızlar, gittikçe güçlenen Hattâbî’ye karşı bölgedeki etkili tarikatları ayaklandırmaya çalıştıkları gibi İspanyollar’la da anlaşarak güneyden ve kuzeyden Abdülkerîm’in ordularına saldırdılar ve onları mağlûp ettiler; Abdülkerîm’i de esir alıp sürgüne gönderdiler. Böylece Hattâbî hareketi son bulmuş oldu.

BİBLİYOGRAFYA:

I. M. Lewis, Islam in Tropical Africa, Oxford 1966; Anson P. Atterbury, Islam in Africa, Westport 1969; J. D. Fage, A History of West Africa, Cambridge 1969, s. 147-189; The Cambridge History of Islam, Cambridge 1970, II/A, s. 211-405; Abdurrahman Çaycı, Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti (1858-1911), Erzurum 1970, s. 17-21; J. Spencer Trimingham, Islam in East Africa, Oxford 1971; B. G. Martin, Muslim Brotherhoods in 19th Century Africa, New York 1978; Hasan Îsâ Abdüzzâhir, ed-Davetü’l-İslâmiyye fî Garbi İfrîkıyâ ve kıyâmü devleti’l-Fûlânî, Riyad 1401/1981, s. 126-182; Muhammed Abdullah en-Nakıre, İntişârü’l-İslâm fî Şarkı İfrîkıyye ve münâhedatü’l-Garbi lehû, Riyad 1402/1982, s. 165-167; John Obert Voll, Islam, Continuity and Change in the Modern World, Colorado 1982, s. 79-82, 119-120, 135-138, 139-143; Fethi Yeken, el-Mevsûatü’l-harekiyye, Amman 1403/1983, I, 157-158, 169; Peter B. Clarke, West Africa and Islam, London 1984, s. 113-120, 130-136; H. İbrâhim Hasan, İntişârü’l-İslâm fi’lkarreti’l-İfrîkıyye, Kahire 1984, s. 119-124, 132133; Magali Morsy, North Africa 1800-1900, New York 1984, s. 138-143, 247-283; Mervyn Hiskett, The Development of Islam in West Africa, New York 1984, s. 227-233, ayrıca bk. İndeks; Jamil M. Abu’n-Nasr, A History of the Maghrib in the Islamic Period, Cambridge 1987, s. 253-255, 257-260, 378-382; Edward Sell, “Islam in Africa”, The Moslem World, New York 1911, I, 136-146; Abdurrahman Zeki, “Hareketü’l-islâhi’d-dînî fî Garbi İfrîkıyye”, Revista, XIII, Madrid 1965-66, s. 139-160.

Rıza Kurtuluş





III. DİN
Afrika’da yerli dinler ile sonradan yayılmış dinler arasında İslâmiyet ve Hıristiyanlık önemli yer tutar. Afrika’nın özellikle batı, ekvator ve güney bölgelerinde yaşamakta olan yerli dinler, konuşulan dillerin sayısından daha fazla olmakla birlikte üç ana din grubu içerisinde mütalaa edilebilir. Bunlar animizm, fetişizm ve totemizmdir. Orta Afrika’da pek çok taraftarı bulunan animizm inanışında canlı ve cansız varlıkların birer ruhu olduğuna ve “ruh gücü”ne inanılmaktadır. Batı Afrika klanlarının dini olan ve içinde bir ruh veya olağan üstü bir güç olduğuna inanılan bir nesneye (fetiş) tapınmanın esas teşkil ettiği fetişizmde, insanların tabiat kuvvetleri karşısında duydukları korkulardan kurtulmak için başvurdukları büyü ve sihir gibi müesseseler önemli yer tutar. Daha çok büyük göller bölgesinde rastlanan totemizmde ise atalar bir bitki veya hayvanın kimliği ile bütünleştirilmekte ve totem olarak kabul ettikleri bu nesneden türediklerine inanılmaktadır.

Afrika yerli dinlerinin günlük hayattaki yeri büyüktür. Kozmolojiyi, ölümü ve toplum ilişkilerini açıklamaya çalışan din ile sosyal ve siyasî hayat âdeta iç içedir. Aile veya kabile reisi aynı zamanda bir kâhin, âyin yöneticisi ve nisbeten tanrılaştırılmış bir din adamıdır. Bu kişinin dinî reis olması için uzman olmasına gerek olmayıp otoritesi aileden, klandan ve siyasî konumundan gelmektedir. Afrika topluluklarında büyücülüğün sosyal hayattaki önemi giderek azalmakta ise de kırsal alanlarda yine de büyüye itibar edilmektedir. Yerli Afrika dinlerinde dikkat çeken en önemli özellik bir “yüce varlık” inancının bulunması ve bunun yaratıcı, öldürücü bir gücü ifade etmesidir. Günlük hayatın merkezinde yer alan dinde geleneksel formüller şeklinde olan dualar nesilden nesile intikal edegelmiştir. Yazılı bir dinî metin bulunmamaktadır. Yerli dinlerin önemli rol oynadığı Afrika toplumlarında, ölüleri ve dirileri içine alan hiyerarşik bir yapılanmanın yer aldığı gözlenmektedir. Toplum hiyeraşisinin en üst tabakasında “atalar”, onun altında ailenin kurucusu “dedeler” yer almaktadır. Bu iki tabaka dirilerle ölüler arasında bir geçiş basamağı olup her aile veya klanın bunlar tarafından korunduğuna inanılmaktadır. Ailenin üstünde soy, soyun üstünde köy ve köyün üstünde de klan yer almakta olup klan reisi, aynı zamanda dinî ve siyasî bir liderdir.

Afrika’da uzun bir geçmişi bulunan İslâmiyet ve Hıristiyanlık daha ziyade şehirlerde yaygındır. IV. yüzyılda Hıristiyanlık, Mısır’dan Tunus körfezine kadar olan sahada ve özellikle Aşağı Nil bölgesinde hâkimiyet kazandı. Fakat VII. yüzyılda İslâm dininin yayılmasıyla gerilemeye ve silinmeye başlayan bu din, sadece köklü bir geçmişe sahip olduğu Habeşistan’da gücünü koruyagelmiştir.

Hıristiyanlık hiçbir zaman Büyük Sahra’dan Batı Afrika’ya doğru sokulamamıştır. İslâmiyet ise VII. yüzyıldan itibaren Avrupalılar’ın Gine körfezinin kuzey kıyıları boyunca uzanan sahaya gelmesine kadar geçen bin yıllık zaman zarfında Kuzey Afrika’daki bütün topluluklar tarafından benimsenmiş ve Gine körfezine kadar yayılmıştır. Hıristiyanlık bu bölgeye ancak XIX. yüzyılın ortasından itibaren nüfuz etmeye başlamıştır. Portekizliler, XVI. yüzyılda İslâmiyet’in hicrî I. asrın başlarından itibaren yayılmaya başladığı Doğu Afrika sahilleri ve Batı’da Kongo ve Angola’nın kıyı bölgeleri ile Batı Afrika’nın bazı noktalarında misyonlar kurarak Hıristiyanlığı yaymaya


çalıştılar. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ise Hollandalı göçmenler, Hıristiyanlığın değişik bir yorumu olan Kalvinizm’i Güney Afrika’ya soktular. XIX. yüzyılın ortasından itibaren gerek Protestan gerekse Katolik misyonerler Batı, Doğu ve Merkezî Afrika’nın muhtelif kısımlarında çalışmalara başlamışlardır. Misyonerlik faaliyetleri 1860’tan sonra çok genişlemiş ve bugün artık Büyük Sahra’nın güneyindeki sahalarda Hıristiyan misyonu bulunmayan pek az yer kalmıştır. Bununla beraber Hıristiyanlık, İslâm dininin uzun zamandan beri hâkim olduğu bölgelerde fazla sayıda insanı dinlerinden döndürmeye muvaffak olamamıştır. Bugün ise İslâmiyet’in Hıristiyanlık’tan daha çabuk yayıldığı görülmektedir. Bölgelere göre yer yer oranlarda farklılıklar olmakla birlikte genel olarak Büyük Sahra’nın güneyindeki ülkelerde nüfusun % 25’ten biraz fazlası müslümandır. Hıristiyanların oranı % 25’ten az olup kalan % 50’si geleneksel kabile dinlerine bağlıdır. Afrika nüfusunun yaklaşık % 50’si müslüman olmakla beraber Gine körfezinin kuzey kıyıları boyunca sıralanan ülkelerde nüfusun % 80’den fazlası, Kuzey Afrika ülkeleri ile doğuda Somali’nin tamamı müslümandır. Kenya ve Tanzanya’da müslümanların çoğu kıyı bölgelerinde, Batı Afrika ülkelerinde ise daha çok kuzey bölgelerinde toplanmışlardır. Kongo Halk Cumhuriyeti ile Zambiya’da ise müslüman azdır.

Afrika’da İslâmiyet. Afrika, müslüman nüfus oranının diğer kıtalara nisbetle en yüksek olduğu kıtadır. İslâmiyet,


Afrika’da yalnız inançların değişmesine yol açmamış, bunun yanında sosyal, kültürel ve iktisadî bakımdan da kıtada bir gelişme unsuru olmuştur. Bu durum İslâmiyet’in asırlar boyunca siyasî bir güç olarak varlığını sürdürdüğü Kuzey Afrika’da en yüksek seviyede gözlenmekte, bunu doğu ve güney sahilleriyle iç bölgeler takip etmektedir. İslâmiyet’in yayılmasıyla birlikte Afrika yerlilerinin sosyal hayatında önemli gelişmeler oldu. Dar aile ve kabile bağları yerini zamanla daha güçlü sosyal ve siyasî bağlara terketti, kabileler birleşerek devletler kurdular. Eğitim ve kültür seviyesi yükseldi, büyük ilim ve kültür merkezleri doğdu. Ticaret, sanat ve ziraatta büyük ilerlemeler kaydedildi.

Yerli Afrika dinlerinde bir yüce tanrı inancının varlığı yanında, yerlilerin günlük hayatta doğum, evlenme, sünnet, ölüm, yağmur, hasat vb. münasebetlerle ilâhlar, ruhlar, çeşitli tabiat güç ve unsurları adına düzenledikleri dinî tören, dua ve kurban gibi uygulamaların cemaatle namaz, cuma ve bayram namazları, kurban, sünnet, düğün ve cenaze törenleri, Kadir, Berat, Mevlid geceleri gibi daha sağlam ve mantıkî esaslara dayalı benzerlerini İslâm’da bulmaları bu dine intibaklarını kolaylaştırdı. İslâmiyet’in tesiriyle insan eti yeme, tanrılara insan kurban etme, çocukları diri diri toprağa gömme gibi insanlık dışı âdetler kalktı, çırılçıplak gezenler örtünmeye, hiç yıkanmayanlar yıkanmaya başladı. Bununla birlikte İslâmiyet’in dinî ve sosyal hayat üzerindeki etkisi Afrika’nın her yerinde aynı olmamıştır. İslâmiyet’in Afrika’da gerek inanç gerek dinî yaşayış bakımından birbirinden çok farklı biçimlerde anlaşıldığı ve uygulandığı görülmektedir. Özellikle yerliler arasında İslâm ile geleneksel inanç ve hayat tarzı birbirine karışmış durumdadır. Doğu İslâm dünyasıyla baştan beri sıkı münasebetleri bulunan, ilim ve kültür merkezlerinin yaygın olduğu ve Afrika müslüman nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşadığı Kuzey Afrika ile Doğu Afrika sahilleri boyunca İslâmî inanç ve yaşayışın sıhhatli oluşuna karşılık, buralara uzak kalan iç bölgelerde inanç ve dinî yaşayışın daha karmaşık ve zayıf olduğu müşahede edilmektedir. Esasen Afrika’da İslâm’ın en belirgin bir özelliği de bir şehir dini olarak ortaya çıkması, kırsal bölgelerde fazla etkili olmamasıdır. İslâmiyet’i kabul eden yerlilerden bazıları eski inanç ve âdetlerini İslâmî bir şekil ve renk vererek devam ettirmektedirler. Bazı yerliler tarikatlardaki zikir halkalarını çeşitli merasimlerdeki danslarla özdeşleştirirken, bazıları da kabile ve dinî reislerinin, sihirbaz ve kâhinlerin fonksiyonunu müslüman din âlimleri ve tarikat şeyhlerinin şahsında görmektedirler. Bazı bölgelerde erkeklerin dörtten fazla kadınla veya iki kız kardeşle birlikte evlenmesi, doğum, düğün, cenaze defni, bayram vb. konularda eski âdetleri uygulamaları, haram olan bazı hayvan etlerini yemeleri, tesettüre tam riayet etmemeleri de bu nevidendir. İslâm inancının bulanık ve dinî yaşayışın zayıf olması, özellikle bir kabilenin bütünüyle müslüman olması durumunda daha çok görülmektedir. Kabileden bazı kimselerin müslüman olarak ilim ve kültür merkezlerine hicret etmesi veya bu merkezlere yakın olmaları durumunda ise inanç ve yaşayışları daha sıhhatli olmaktadır. Özellikle Kuzey ve Batı Afrika’da baştan beri birbirini takip eden İslâm cihad ve ıslah hareketleri ile tarikatların yerliler arasında gerçek İslâmî inanç ve hayat tarzının yerleşmesinde büyük tesiri olmuştur. Hac ibadetinin de bu konudaki önemine işaret etmek gerekir.

Burada işaret edilmesi gereken bir husus da İslâmiyet’in kabul görmediği bazı bölgelerde bile yerli putperest inançları etkilemiş olması ve özellikle tek tanrı inancının gelişmesinde önemli rol oynamış bulunmasıdır. Birçok yerde müslüman olmayan yerliler, hatta bazan halkın yarısı müslümanlar gibi namaz kılmakta, cenaze törenleri ve bayramlara iştirak etmektedirler. Bunların müslüman âlim ve mürşidlerini vasıta kılarak tanrıdan hayır dilemeleri, çocuklarını eğitmek üzere onlara teslim etmeleri de çok sık rastlanan hususlardan biridir. Genel olarak kültür seviyesinin yüksek olduğu yerlerde İslâmî inanç ve hayat doğruluk ve saflığını korurken, eğitim ve kültür seviyesinin düşük olduğu yörelerde inanç ve yaşayışta bulanıklık ve zaaf görülmektedir.

a) Kuzey Afrika’da İslâmiyet. İslâmiyet’in, doğduğu asırda Bizans’ın elinde bulunan Kuzey Afrika’ya ulaşması oldukça erken dönemlere rastlar. Halife Hz. Ömer tarafından Mısır’ın fethi ile görevlendirilen Amr b. Âs’ın 641 yılında Mısır’ı fethetmesiyle İslâmiyet Afrika kıtasına ilk adımını atmış oldu. İslâmiyet bu fetihten sonra Nil vadisi doğrultusunda güneye ve Akdeniz sahilinden batıya doğru ilerlemeye başladı. 647’de Trablusgarp’a varan Amr b. Âs Hz. Osman tarafından geri çağrılınca yerine gönderilen Abdullah b. Sa‘d, Trablusgarp’tan İfrîkıyye’ye (bugünkü Tunus ve civarı) kadar ilerledi ve buraların İslâmlaşmasında önemli rol oynadı. Daha sonra İfrîkıyye başkumandanlığına getirilen Ukbe b. Nâfi‘in Kuzey Afrika’daki fütuhatı ve bölgedeki Berberîler’in müslüman olmalarındaki gayreti büyüktür. Ukbe 670 yılında Kayrevan şehrini kurdu ve burası kısa zamanda bölgenin en önemli ilim ve kültür merkezi haline geldi. Onun fetihleri sonunda müslümanlar Atlantik kıyılarına kadar ilerleyerek Kuzey Afrika’ya hâkim oldular. Ukbe, sadece Akdeniz sahili şeridinde yaşayan Bizanslılar’la değil ayrıca sahilden içeride yaşayan Berberîler’le de çarpışmış ve onları İslâm hâkimiyetine almıştır. Kısa zamanda İslâmiyet’i benimseyen Berberîler İslâm bayrağının Batı Afrika’ya kadar götürülmesinde büyük rol oynadılar. Ukbe Atlas Okyanusu kıyısındaki Tanca’ya ulaştıktan sonra güneye doğru yönelerek


Lemtûne çölüne kadar ilerledi ve burada yaşayan Berberîler’i de itaat altına aldı. Ukbe b. Nâfi‘ Kayrevan’a geri dönerken Berberî kumandanı Kusayle tarafından öldürüldüğünde (683), bütün Kuzey Afrika İslâm hâkimiyetine girmiş, fakat Berberîler’in hepsi müslüman olmamışlardı.

Muâviye zamanında kurulan İfrîkıyye eyaletinin valisi olan Hasan b. Nu‘mân el-Gassânî idaresinde, bölgedeki Bizans otoritesi tamamen son buldu ve Berberîler üzerinde İslâm hâkimiyeti kesin olarak sağlandı. Kartaca yakınlarında Tunus şehri kurularak önemli bir merkez haline getirildi. Hasan b. Nu‘mân’ın yerine 698 yılında İfrîkıyye valisi olan Mûsâ b. Nusayr da bölgede İslâm hâkimiyeti altındaki toprakları genişletti. Sahra’ya doğru ilerleyerek diğer Berberî kabileleri itaat altına aldı ve onların müslüman olmalarını sağladı. İslâm’ın hâkimiyetine giren Kuzey Afrika’da siyasî otoritenin müslümanların elinde olması, bir anda son bulmayan mahallî inanç ve geleneklerin yaşamasına engel teşkil etmemiş, bölgenin müslümanlaşması yavaş yavaş olmuştur.

756’da bağımsız Endülüs Emevî Devleti’nin kurulmasından sonra Kuzey Afrika’da bağımsızlık hareketleri başladı ve bölgede müstakil bazı İslâmî yönetimler doğdu. Burada önce Hâricî hânedanlar ortaya çıktı. Cezayir’in batısında hüküm süren Rüstemîler (777-909) ile Sicilmâse’de ortaya çıkan Midrârîler (772-977), Hâricî-İbâzî inanışına mensup hânedanlar idi. İbâzîler’in merkezi haline gelen Tâhert’e servet edinmek ve Hâricî düşüncesine bağlılık gayesiyle İran’dan ve başka yerlerden pek çok kişi gelmiştir. Bugünkü Fas’ın bulunduğu bölgede hükümran olan İdrîsîler (788-985) Abbâsîler’e bağlı kaldılar. IX. yüzyılda bugünkü Tunus’ta kurulan Ağlebîler de (800-909) şeklen bile olsa Bağdat’a bağlı kalıp bir asır parlak bir devlet olarak yaşadılar. Ağlebîler’in yerini alan Fâtımîler (909-1171), Şiî oldukları halde bölgedeki Sünnî halka hükümran oldular. IX. yüzyılın ortalarına kadar Tunus’ta hüküm süren Fâtımîler, Kahire’ye yerleştikten sonra iyice güçlenerek bütün Kuzey Afrika’yı, Mısır’ın güneyini, Arap yarımadasını, Filistin ve Suriye’yi içine alan bir imparatorluk kurdular. X. yüzyılın son çeyreğinden XII. yüzyılın ortalarına kadar Tunus, Cezayir, Fas ve Sicilya’da hüküm süren Zîrîler (972-1148), Şiî olmalarına rağmen Fâtımîler’den ayrı bir hânedan idiler. Zîrîler’in bir kolu olan Hammûdîler (1040-1058), Cezayir’i Zîrîler’den alarak bir emirlik şekline getirdiler. XI. yüzyılın ortalarından XII. yüzyılın ortalarına kadar Kuzey Afrika’da hükümran olan Murâbıtlar (1056-1147) ise bölgede İslâm birliğini yeniden kurmaya çalışarak Kuzey Afrika, Endülüs, Batı ve Orta Afrika’yı içine alan bir imparatorluk kurmayı başardılar. Sünnî inanışa bağlı Murâbıtlar’ın başşehri Merakeş idi. Murâbıt veliahtları “nâib” unvanıyla müslüman İspanya’da genel vali olarak görev yaptılar. Ayrıca Murâbıtlar’ın Kara Afrika’nın (Zenci Afrika, Batı ve Orta Afrika) müslümanlaşmasında büyük tesirleri görüldü. Bölgede Murâbıtlar’ın halefi Fas, Cezayir, Tunus ve Güney İspanya’da hüküm süren Muvahhidîler (1130-1269) oldu. Sünnî olan bu hânedanın başşehri de Merakeş idi.

Daha sonra Kuzey Afrika XIII. yüzyılda Hafsîler (1228-1574), Abdülvâdîler (Zeyyânîler) (1235-1550) ve Merînîler (1195-1470) arasında paylaşıldı. Üç asır kadar Kuzey Afrika’da hüküm süren bu hânedanlar bölgede İslâm medeniyetinin gelişmesinde, şehirlerin imar ve iskânında önemli rol oynadılar. XVI. yüzyılın ortalarından sonra Kuzey Afrika’da hâkimiyet Osmanlılar’ın eline geçti.

İslâm dünyasında erken dönemde başlayan siyasî kargaşalıklar sebebiyle ortaya çıkan bazı aşırı siyasî-dinî akımlar, iktidar merkezlerinde yaşama imkânı bulamadıklarından başşehirden uzak bölgelere kaymış ve bu arada Kuzey Afrika Hâricîler’le İbâzîler’in ve Şiîler’in sığındıkları bir yer haline gelmiştir. Bölgede Hâricîlik uzun zaman yaşamışsa da zamanla Sünnîlik içerisinde eriyip gitmiştir. Fâtımîler zamanında bölgeye yayılan Şiîliğin de geniş bir etkisi olmamıştır. Esas itibarıyla Kuzey Afrika’da Mâlikî mezhebi yaygın olmakla birlikte bölgenin Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra idarecilerin bulunduğu merkezlerde Hanefîlik de güçlenmiştir. Fransa’nın Kuzey Afrika’yı işgal etmesinden sonra ise bölgede Hıristiyanlığın etkisini artırmak için büyük gayret gösterilmiş, fakat bütün çabalara rağmen halk İslâm’ı bırakıp Hıristiyanlığa geçmemiştir. Uzun yıllar Fransa’nın sömürgesi olarak kalan Mağrib’de halk dinî bakımdan muhafazakâr, reformist ve modernist eğitimlere sahip gruplar halindedir. Özellikle Batı’da yetişenler laik ve reformist düşünceyi temsil ederken halkın büyük çoğunluğu mukafazakârdır. Son yıllarda Batı etkisine ve laik uygulamalara karşı ümmetçi-siyasî hareketlerin geliştiği gözlenmektedir.

b) Batı ve Orta Afrika’da İslâmiyet. Atlas Okyanusu kıyısındaki Senegal’den Habeşistan’a kadar uzanan Büyük Sahra’nın güneyindeki, müslüman coğrafyacıların Sudan (Bilâdü’s-Sûdân) adını verdikleri bölgenin batı ve orta kısımları, Batı Afrika’yı meydana getirmektedir. Kuzey Afrika’daki önemli merkezlerden Sudan’a inen ve Sahra’yı doğudan batıya geçen eski ticaret yolları, Batı Afrika’nın müslümanlaşmasında çok önemli rol oynamıştır. İslâm’ın Afrika’ya girişinde, Kuzey Afrika’nın müslüman Araplar tarafından fethedilerek İslâmiyet’in burada yayılması birinci safha, müslüman tüccarların Sudan’a inmeleri ve İslâm’ı bu bölgeye getirmeleri de ikinci safha olarak kabul edilebilir. İslâm’ın bu bölgeye yayılmasında yardımcı olan önemli ticaret yolları durumundaki Sicilmâse’den Takhara’ya


kadar uzanıp Gana İmparatorluğu’na ve yine Sicilmâse’den Tuat, Gao ve Tinbüktü’ye giden yollarla Nijerya’yı Bornu, Fas, Trablusgarp’a ve yine Nijerya’yı Hevsâ, Gat, Gadâmes ve Tunus’a bağlayan yollar sayılabilir. Ayrıca Mısır’dan Fizan, Gat ve Tadmeka’ya uğrayarak Tinbüktü’ye varan bir başka önemli ticaret yolu daha bulunuyordu.

Ticaret amacıyla Sahra’dan geçip Batı ve Orta Sudan’a gelen müslüman tüccarlar, bölgeye İslâm’ı getiren ilk öncüler oldular. VII. ve VIII. yüzyıllarda ticaret yolları üzerinde bulunan şehirlerde, bazısı dışarıdan ticaret maksadıyla buraya gelip yerleşen, bazısı da İslâm’a giren yerlilerden oluşan müslüman mahalleler doğdu. Bu asırlarda Gap, Tinbüktü, Fizan, Takeda, Sicilmâse, Gat gibi ticaret şehirlerinin sosyal yapısını yerli ve dışarıdan gelen müslümanlarla mahallî dinlere mensup olanlar meydana getiriyordu. Bu şehirler müslümanların sayısının kısa zamanda artması ile önemli ilim ve kültür merkezleri haline geldi; Gao ve Tinbüktü en önemli İslâm merkezleri olarak gelişti. Ticaret yolları üzerinde bulunan şehirlerde müslüman tüccarların etkisi ile İslâm’a girenler genellikle toplumun ileri gelen şefleri, zenginleri ve yöneticileri idi. Eşrafın İslâm’a girişi halk üzerinde olumlu etki yapıp onların da yöneticileri takip etmelerine sebep olmuşsa da şehir merkezlerinden uzak yerlerde yaşayan halk arasında mahallî putperest inançlar günümüze kadar varlığını korumuştur.

Batı ve Orta Afrika’ya müslüman tüccarların gelmelerinden sonra, XI. yüzyılda Senegal kıyılarından Batı Afrika’da güçlü bir devlet olan Gana İmparatorluğu’na kadar içeriye doğru nüfuz eden Murâbıtlar ile daha sonraki asırlarda bölgeye yayılan çeşitli tarikat mensupları, İslâm dininin burada yayılmasını ve kökleşmesini sağladılar. Murâbıtlar Devleti’nin kurucusu Abdullah b. Yâsin (ö. 1059), Senegal bölgesine inerek burada bir ribât* inşa ettirdi ve İslâm dinini bu bölgede yaşayan Lemtûne kabilesi arasında yaymaya çalıştı. Onun mücadeleleri sonunda İslâmiyet Senegal-Nijerya yöresinde iyice yerleşmiş ve Gana İmparatorluğu üzerinde hâkimiyet kurmuştur. Batı Sudan bölgesinin her tarafına dağılan Murâbıtlar’la merkezî şehirlerdeki medrese ve zâviyelerde yetişen tarikat şeyhleri, İslâmiyet’i uzak köy ve şehirlere kadar götürüp yaymaya çalışmışlardır.

XI. yüzyılda Murâbıtlar’ın nüfuz sahasına giren Gana’da camilerin bulunduğu, devletin özellikle maliye, dış ilişkiler ve tercüme hizmetlerinde müslüman memurlara yer verildiği bilinmektedir. XII. yüzyıldan itibaren bugünkü Senegal, Gambia, Burkina Faso, Orta Nijer havzası ile Çad gölü çevresini içine alan Batı ve Orta Sudan’da çeşitli müslüman devletler kuruldu. Bunlardan XIII. yüzyılda Gana İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinde yükselen Mali, kısa zamanda


yukarı Nijer vadisi ile Gana bölgesini ve bu bölgedeki ticaret yollarını denetimine aldı. Mısır ve Endülüs’ten gelerek Mali’ye yerleşen pek çok müslüman İslâmiyet’in bu bölgeye yayılmasında önemli rol oynamıştır. Mali Devleti’nin başında bulunanlar, özellikle hac mevsimlerinde Mekke’ye giderek İslâm dünyası ile münasebetlerini geliştirmeye çalıştılar. Devlet en güçlü dönemini yaşadığı XIV. yüzyılda Sultan (Mense) Mûsâ (1312-1337), Fas ve Mısır’la münasebet kurdu ve 1325’te hac dönüşü pek çok âlimi ülkesine getirdi. Getirdiği mimarlara ilk defa pişirilmiş tuğladan beş cami inşa ettirdi. Sultan Süleyman döneminde (1341-1360) Mali’yi ziyaret eden İbn Battûta’nın anlattığı ülkenin refahı ve kültürel zenginliği, Sultan Mûsâ’nın çalışmalarının ürünüdür. Mali’nin sınırları içinde bulunan Tinbüktü, bu dönemin en önemli İslâm ilim ve kültür merkezi haline geldi.

İslâmiyet, Orta Nijer’deki Gao şehri çevresinde kurulmuş bulunan Songay Devleti’ne XI. yüzyılda girmiş olmakla birlikte uzun zaman büyük bir gelişme gösteremedi. Sınırları genişleterek Tinbüktü ve Cenne gibi önemli kültür merkezlerini hâkimiyeti altına alan Sünnî Ali’nin (1464-1492) müslüman adı taşımasına rağmen, İslâmî kurallarla geleneksel putperest inançlarını bağdaştırmaya yönelik politikası İslâm’ın gelişmesine mâni oldu ve İslâm bilginleri açıkça ona karşı tavır aldılar. Songay Devleti’nde İslâm’ın asıl gelişmesi, XV. ve XVI. yüzyıllarda hüküm süren Askiya hânedanından Muhammed Ture (1493-1528) zamanında olmuştur. Hacca gitmeyi teşvik eden Muhammed Ture, ülkesinde İslâmî okulları arttırdı ve ülkeyi İslâmî eserlerle imar etti. Böylece ilim ve kültür alanında büyük bir gelişme sağlandı. XVI. yüzyılın sonlarına doğru Faslılar Songay’ı ele geçirerek bu devlete son verdiler.

XI. yüzyılda Murâbıtlar hareketinin tesiriyle Batı Sudan bölgesinde İslâmiyet’i ilk kabul eden halk, Senegal’in alçak ovalarında yaşayan zenci Tekrûrlar’dır. İslâm’ı kabul eden bölgenin ilk emîri 1042’de ölen Vâr-Dyâbî’dir (Vâr-Ndyây) (bk. TEKRÛR).

Tekrûrlar’ın yaşadığı bölgenin güneyinde Futa Calon’da yaşayan Mandingo kabilesine de İslâm erken dönemlerde nüfuz etmiş, ancak sadece toplumun ileri gelenleri arasında benimsenerek halkın büyük bir kısmı tabiat kuvvetlerine ve çeşitli tanrılara tapmaya devam etmiştir. XIII. yüzyılda, bu kabilenin kurduğu devletin yöneticilerinin müslüman oldukları bilinmektedir. Mandingo Devleti XV. yüzyılda çevresindeki Songay, Musi, Tuareg ve Tekrûr krallıklarının hücumları sonucunda yıkıldı.

Çad gölü çevresini içine alan Orta Sudan’a da İslâmiyet ilk defa XI. yüzyılda girdi ve bölgenin en önemli merkezi olan Kanem’de Kral Hümay-Cilmi’nin (1085-1097) ihtida etmesiyle gelişme gösterdi. Mali’den buraya gelen bazı müslümanlar şehrin daha yoğun biçimde İslâmlaşmasına katkıda bulundular ve burada bir müslüman şehir devleti kuruldu. Emevî hânedanına mensup bazı kişilerin de yerleştikleri bilinen Kanem’in Trablusgarp’tan gelen ticaret yolu üzerinde bulunması, sultanlığın sosyal ve iktisadî hayatını önemli şekilde etkilemiştir. Burada da sultan ve eşrafın Müslümanlığı benimsemiş olmasına rağmen halk mahallî inanışlara sahip kalmıştır. Kanem Sultanlığı’nın yerli Maylar tarafından yıkılması üzerine XIV. yüzyılda müslümanlar başşehirlerini Bornu’ya taşıdılar ve Ali Gazi, burayı müreffeh bir şehir haline getirdi. XIX. yüzyılın başlarına kadar Orta Sudan’da bir İslâm sultanlığı olarak yaşayan Kanem-Bornu, Fülânîler tarafından yıkıldı. Kanem-Bornu Sultanlığı’nın batısında bulunan Kano’ya İslâmiyet XIV. yüzyılda girmiş ve kısa zamanda gelişmiştir. Burada özellikle Muhammed Rumfa (1463-1499) zamanında bilginler ve tüccarlar artmış, devletler arası ticaretin gelişmesi ve Kano’nun bir ilim merkezi olması için çalışılmıştır.

Batı Afrika’da İslâmiyet, Murâbıtlar hareketinden sonra en önemli gelişmesini XVIII. ve XIX. yüzyıllarda gerçekleştirmiştir. Bu gelişme, Tekrûrlar’ın Futa Calon’da dinî bir devlet kurmalarıyla başladı (1720) ve o zamana kadar putperest kalmış olan Fulbeler’e karşı zafer kazanılması sonunda Futa Toru’da da benzer bir İslâm devletinin kurulmasıyla devam etti (1776). XI. yüzyıldan bu yana müslüman kalan Tekrûrlar, XVIII. yüzyılda putperest Pöller’in hâkimiyeti altına girmişlerse de dinî inançlarını korumuş ve kısa zamanda esaretten kurtulmuşlardır. 1776’da Pöller’in hâkimiyetine son veren Süleyman Bal, yeniden Tekrûr İslâm Devleti’ni kurdu. Bu devlet “almami” denilen ve eşrafın seçtiği dinî-siyasî bir başkan tarafından idare ediliyordu. Tekrûrlu el-Hâc Ömer (ö. 1864), İslâmî kurallara göre işleyen devleti güçlendirdi ise de Fransa’nın sömürgeci ilerlemesi karşısında yıkılmaktan kurtulamadı (1893). Yukarı Senegal ve günümüzdeki Burkina Faso’nun bulunduğu bölgede Mandingolar’dan Samori Ture’nin cihadı ve siyasî faaliyetleri XIX. yüzyılda İslâm’ın güçlenmesine katkıda bulundu. Bölgede siyasî birliğin kurulması ve sömürgeciliğe karşı verilen savaşta büyük gayretleri olan Samori Ture’nin kurduğu devlet de Fransızlar tarafından yıkıldı. İslâmiyet bugünkü Nijerya’nın kuzeyinde yaşayan Hevsâlar’a ise XIV. yüzyılın sonlarına doğru Nijer ve Bornu havalisinden gelen tüccarlar vasıtasıyla ulaştı. Gine ile Kahire arasındaki ticarette oldukça faal bir yer olan Hevsâ’ya Mısır ve Cezayir’den gelip yerleşen müslümanlar, İslâmiyet’in bu


bölgeye yayılmasında önemli rol oynadılar. Özellikle XV. yüzyılın ortalarında Cezayir’den gelen Muhammed b. Abdülkerîm b. Mahmud el-Magılî’nin bölgenin İslâmlaşmasındaki rolü büyüktür. XV. yüzyıldan itibaren Kano ve Katsina ilim ve kültür merkezleri oldu. Cenne ve Tinbüktülü İslâm âlimleri buradaki şehirlerde ders veriyorlardı. Bununla birlikte Hevsâlar’da İslâmiyet iyice yayılmış değildi. XIX. yüzyılda Fülânî kabilesinden olan Osman b. Fûdî’nin (ö. 1817) putperestlere karşı başlattığı cihad hareketi kısa zamanda olumlu sonuç verdi ve Hevsâlar’ın çoğu İslâm’a girdi. Âlim bir kişinin oğlu olan Osman b. Fûdî, bu tarihe kadar putperest kalan Hevsâ’nın batısındaki Sokoto bölgesinin İslâm’a girmesinde büyük gayret gösterdi. Ayrıca Hevsâlar’ın kurdukları Zaria, Kano ve Katsina gibi şehir devletleri de Osman b. Fûdî’nin Fülânî Devleti’nin sınırları içinde yer aldılar. Osman b. Fûdî Tinbüktü’den Hevsâ’ya kadar geniş bir bölgeye hâkim olan Fülânî İslâm Devleti’ni kardeşi Abdullahi (Abdullah b. Muhammed) ile oğlu Muhammed Bello arasında paylaştırdı. Babasının ölümünden sonra, Muhammed Bello, bölgeyi hâkimiyetine alarak kurduğu Sokoto Devleti (1871), Batı Afrika’da XIX. yüzyılda kısa zamanda genişleyerek bölgenin en güçlü devleti oldu. Bu İslâm devleti İngiltere’nin Nijerya’yı ele geçirdiği 1900 yılına kadar ayakta kalmayı başarmıştır. Bugünkü Gana ve Fildişi Sahili’nin bulunduğu bölgedeki Aganti ülkesi de XVIII. yüzyılda müslüman cemaatlerin buluşma yeri haline geldi. Buraya İslâmiyet’i özellikle Hevsâlı müslüman tüccarlar getirip yaydılar. Müslümanların burada tesis ettikleri okullar, İslâm kültürünün yerleşmesinde etkili oldu. Fülânî, Mandingo ve Hevsâ kabilelerine mensup ve genellikle ticaretle meşgul olan müslümanlar buraya gelip yerleşerek İslâm dininin güçlenmesine katkıda bulundular.

Kuzey ve Siyah Afrika’da İslâm dininin kısa zamanda yayılmasını sağlayan bazı faktörler vardır. Özellikle Siyah Afrika’da İslâm’ın yayılmasında ticaret yolları etkili olmuştur. Bu yollar üzerinde bulunan şehirlerde kısa zamanda teşekkül eden müslüman cemaatler, yerli yöneticiler ve ileri gelenler üzerinde müessir olmuş, bunun sonucunda İslâmiyet öncelikle şehirlerde yayılmış, merkezî yerlerden uzak bölgelerde ise geleneksel inançlar yaşamaya devam etmiştir. İslâmiyet’in Siyah Afrika’da hızla yayılmasının bir diğer sebebi de İslâm dininin yapısından kaynaklanmaktadır. İslâmiyet’in bu insanlara yeni bakış açıları kazandırması, toplumun yeniden toparlanmasına imkân vermesi, diğer inanç sistemlerinden üstün olması ve İslâm’a girişin sade, formalitesiz oluşu gibi özellikler bu yayılmada rol oynamıştır. Hem Kuzey Afrika’da hem de Siyah Afrika’da İslâm’ın yayılışında en önemli rolü tüccarlar, toplumun ileri gelenleri, buralara yerleşen müslüman muhacirler ve çeşitli tarikat mensupları oynamıştır. XI. yüzyılda Batı Afrika’ya İslâmiyet’in nüfuz etmesinde büyük etkisi olan Murâbıtlar’ın dışında XV. yüzyıldan itibaren de Kadiriyye tarikatı büyük rol oynadı. XII. yüzyılın sonlarına doğru Fas’a ulaşmış olan Kadiriyye tarikatı kısa zamanda nüfuz alanını genişleterek Batı ve Orta Sudan’da İslâmiyet’in yayılmasını hızlandıran temel unsur oldu. Tarikata mensup şeyhler ve müridler gittikleri yerlerde putperest yerlileri İslâm dinine çağırdılar ve onlara İslâmiyet’i sevdirdiler. Ayrıca Cezayir’in Fransızlar tarafından işgali sırasında yürütülen mücadelede Kadiriyye tarikatı siyasî bir görev de yüklenmiştir.

XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Ticânî (ö. 1915) tarafından Fas’ta kurulan Ticâniyye tarikatının bilhassa Mağrib’de büyük etkisi oldu. Bu tarikat mevcut yönetime itaat etmeyi savunması sebebiyle işgalci-sömürgeci yönetimler nezdinde de gayet iyi bir mevkie sahipti. Bu sebeple Ticâniyye bilhassa Fransız sömürgelerinde yayılarak halkın İslâm’a girmelerinde etkili olmuştur. XIX. yüzyılın başlarında Fas’ta kurulan Derkaviyye ve Medeniyye tarikatlarının yanı sıra Büyük Sahra’da geniş nüfuza sahip Senûsîliğin şeklen müslüman olanların ve putperestlerin İslâm’a girmelerinde gördüğü hizmet büyüktür. Merkezi Cagbub’da iken, Sultan Abdülmecid’den vergi muafiyeti ve taraftarlarından öşür toplama yetkisini alan Senûsîlik, Libya ile Çad arasındaki bölgede gelişme göstermiştir. Şehirlerde tutunması sınırlı kalmakla birlikte Sahra kabileleri arasında hızla yayılmış ve XIX. yüzyılın sonlarına doğru bölgenin büyük bölümünü etkisi altına almıştır. Merkezi Cagbub’dan Kufra’ya taşındıktan sonra Senûsîlik, sömürgeciliğe karşı verilen mücadelede de çok önemli hizmetler görmüştür. Ayrıca XIX. yüzyılda Batı ve Orta Afrika’nın muhtelif bölgelerinde görülen çeşitli cihad hareketlerinin putperestlerin İslâm’a girmelerinde ve bölgede İslâm devletlerinin kurulmasında büyük etkisi olmuştur.

Bunların yanında sömürgecilik hareketleri de Siyah Afrika’da İslâm’ın yayılmasını ve güçlenmesini hızlandırmıştır. Sömürge yönetimleri döneminde geleneksel kültür ve inanç sistemlerinin gerilemesi, yaşlılara olan bağlılığın azalması ve sosyal yapıdaki değişmeler İslâm’ın yayılmasını kolaylaştırmış, Afrikalılar için İslâm bir sığınak ve yeni bir şahsiyet bulma vesilesi olmuştur.

Bugün Nijerya, Mali, Çad, Nijer, Senegal ve Gambia gibi Batı Afrika ülkelerinde nüfusun çoğu müslümandır ve buralarda Kadiriyye ve Ticâniyye tarikatlarının nüfuzu büyüktür. Buna karşılık Gana, Sierra Leone, Fildişi Sahili, Benin Cumhuriyeti ve Burkina Faso’da ise müslümanlar azınlıktadır ve buralarda da İslâm dışı hareketlerden biri olan ve


Müslümanlık’la Hıristiyanlığı bütünleştirmeye çalışan Hindistan kökenli Kadıyânîlik yaygın olup propagandaya yönelik güçlü yayın araçlarına ve özel kolejlere sahiptir.

BİBLİYOGRAFYA:

J. P. Rony, L’Islam en Occident: Europe-Afrique, Paris 1959, s. 245-285; J. D. Fage, A History of West Africa, Cambridge 1972, s. 1-46; a.mlf.#M. Verity, An Atlas of African History, London 1982, s. 7-20; H. Deschamps, Les Religions de l’Afrique Noire, Paris 1977, s. 81-101; Charles#André Julien, Histoire de l’Afrique du Nord: Tunisie-Algérie-Maroc, Paris 1980, II, 11-66; V. Monteil, L’Islam Noir, Paris 1980, s. 62-132, 153-183, 252-275, 348-420; a.mlf., “L’Islam Africain”, Encyclopedia de la Pleidde Ethnologie Regionele-1 (nşr. Jean Poirier), Paris 1972, s. 142-180; C. McEvedy, The Penguin Atlas of African History, London 1980, s. 44-115; T. W. Arnold, İntişâr-ı İslâm Tarihi (trc. Hasan Gündüzer), İstanbul 1982, s. 313-362; M. Hiskette, The Development of Islam in West Africa, London 1984; Peder B. Clarke, West Africa and Islam, London 1984, s. 1-166; J. Spencer Trimingham, A History of Islam in West Africa, Oxford 1985; P. Balta, L’Islam dans le Monde, Paris 1986, s. 229-237; Jamil M. Abu’n-Nasr, A History of the Maghrib in the Islamic Period, Cambridge 1987, s. 26-134; Ismael Hamet, “La Civilization Arabe en Afrique Centrale”, RMM, XIV/1 (1911), s. 1-35; Najor C. Bratihwaite Wallis, “The Influance of Islam on African Native Law I-II”, The Muslim World, XI/2, New York 1921, s. 145-168; XI/3 (1927), s. 296-308; Joseph J. Cooksey, “Islam in North Africa”, a.e., XXIV/4 (1934), s. 350-355; R. Le Tourneau, “L’Islam Nord-African”, Annales de l’Institute d’Etudes Orientales, XV, Alger 1957, s. 183-214; W. Montgomery Watt, “Some Problems Before West African Islâm”, The Islamic Quarterly, IV/1, London 1957, s. 43-51; E. G. Parrinder, “Islam and West African Indigenous Religion”, Numen, VI, Leiden 1959, s. 130-141; Ünver Günay, “Zenci Afrika’da İslâmiyet’in Yayılışının Belli Başlı Safhaları”, İslâmî İlimler Fakültesi, Prof. Dr. M. Tayyib Okiç Armağanı, Ankara 1978, s. 147-157; a.mlf., “Zenci Afrika’da İslâmiyet’in Yayılışının Temel Etkenleri”, İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 4, Ankara 1980, s. 105-117; A. Rahman#I. Doi, “Muslim Minorities in West Africa I-II-III”, The Muslim World League Journal, VIII/8, Makkah 1981, s. 44-48; VIII/9 (1981), s. 44-50; VIII/10 (1981), s. 36-43; a.mlf., “The planting and diffusion of Islam in Africa-South of the Sahara”, Proceeding of the First Islamic Geographical Conference, Riyad 1984, VI, 29-40; William F. S. Miles, “Islam and Development in the Western Sahel: Engine or Brake”, Journal Institute of Muslim Minority Affairs, VII/2, London 1986, s. 439-447; Maurice Delafosse, “Sûdan”, İA, X, 772-776.

Davut Dursun





c) Doğu Afrika’da İslâmiyet. İslâmiyet’in Doğu Afrika’da yayılışı, kıtanın Kızıldeniz ve Hint Okyanusu sahilleri boyunca ticarî münasebetler ve bu yörelere yapılan göçlerle denizden, Mısır’ın fethini müteakip Nil vadisi boyunca girişilen fetih hareketleri, ticarî faaliyetler ve yeni göçlerle de karadan olmak üzere başlıca iki yolla olmuştur.

Sahil Kesiminde Yayılışı. Araplar’ın Doğu Afrika ile ticarî münasebetleri İslâm’ın doğuşundan çok önceki tarihlere uzanmaktadır. Müslümanların Afrika ile ilk münasebetleri ise Habeşistan hicretleri sırasında meydana geldi. Mekke müşriklerinin İslâmiyet’i kabul edenlere uyguladıkları baskı ve zulmün artması üzerine Hz. Peygamber’in izniyle bir grup müslüman Habeşistan’a hicret etti; daha sonra da ikinci hicret gerçekleşti. Hicrî altıncı yılda Hz. Peygamber komşu bazı ülkelerin hükümdarları gibi Habeş Kralı Necâşî’ye de bir mektup göndererek onu İslâm’a davet etti. Necâşî’nin bu mektuba müsbet cevap verdiği bilinmektedir. Habeşistan’a hicret eden müslümanlar da Hayber’in fethine kadar (7/628) orada kaldılar.

Araplar’ın Doğu Afrika sahilleri boyunca eskiden kurdukları ticarî münasebetler, Arap yarımadasının tamamen İslâmiyet’i kabul etmesiyle daha da gelişti. Müslüman tüccarlar Doğu Afrika sahillerinde ve bu sahillere bakan adalarda, yalnız sahil yerlileri ile değil kıtanın iç taraflarından gelenlerle de münasebet kuruyorlar ve aynı zamanda Doğu ve Güney Asya ile Afrika sahilleri ve


Mısır arasındaki ticaretin önemli bir halkasını oluşturuyorlardı. Hatta bazı limanlarda kıtanın iç bölgeleriyle irtibat sadece müslüman tâcirler vasıtasıyla sağlanabiliyordu.

Hz. Peygamber’den sonra Hulefâ-yi Râşidîn devrinde ticaret yollarının emniyeti konusuna verilen önem, Afrika ile münasebetlerin gelişmesinde büyük rol oynadı. Emevî ve Abbâsî devirlerinde devletin sınırlarının genişlemesi, refah ve servetin artması, ticarî münasebetleri daha da geliştirdi. Fildişi, altın ve diğer madenleri temin maksadıyla Hint Okyanusu’na açılarak Afrika sahilleri boyunca ilerleyen ve gittikçe güçlenerek bu bölgelerde ticareti kontrol altına alan müslüman tüccarlar daha hicrî ikinci asırda Rodezya’nın kuzeyindeki altın kaynaklarına ulaşmayı ve Zimbabve’den hayvan sırtında demir gibi bazı madenleri getirmeyi başardılar.

Emevîler devrinden başlamak üzere kabile, aile ve dinî cemaatler arasında görülen mücadele ve çatışmalar sonucu zaman zaman bazı gruplar, hükümdarların ve rakiplerinin sultasından uzak buldukları Doğu Afrika sahillerine ve özellikle Habeşistan’a toplu halde hicret ettiler. Bunların ilki 65 (684) yılında Haccâc’ın yönetiminden rahatsız olarak Şam yöresinden ayrılan bir grupla aynı yıl Abdülmelik b. Mervân’ın gönderdiği ordudan kaçarak Afrika sahillerine göç eden Uman İbâzîleri’dir. Yine Abdülmelik b. Mervân zamanında, daha önce Hz. Ömer devrinde de bir defa yapıldığı gibi, Kızıldeniz’de gemilerin rahatça dolaşmasını sağlamak üzere Habeş korsanlarının üzerine bir ordu gönderilerek barınakları olan Dehlek adası ele geçirildi (702). Bu, aynı zamanda Doğu Afrika sahillerinde gerçekleştirilen ilk fetihtir ve bu fetihten sonra müslüman tâcirler Dehlek adası ve Massava Limanı yoluyla Habeşistan içlerine kolayca nüfuz etme imkânı bulmuşlardır. Abdülmelik b. Mervân zamanında Afrika’ya göç eden müslümanlar Hint Okyanusu’nun bugünkü Kenya ve Tanzanya kıyılarındaki liman ve adalarda Lamu, Pate, Malindi, Mombasa ve Zengibar gibi şehirleri kurdular. Hişâm b. Abdülmelik zamanındaki Şîa isyanları sırasında çıkan bir savaşta Zeyd b. Ali’nin öldürülmesi üzerine göç eden taraftarları, Somali kıyılarındaki Benâdir bölgesine yerleştiler (740). Bu Zeydî Şiîler’den bazıları Abbâsî devrinin başlarında da daha güneydeki Pemba adasına göçtüler. İslâmiyet’ten önce Araplar’ın ticarî münasebet kurmuş bulundukları Komor adaları ve Madagaskar’a da İslâmiyet hicri birinci asırda girdi.

Abbâsîler zamanında Karmatîler’in çıkardıkları iç karışıklıklarda, Ahsâ hükümdarının baskısından kaçan büyük bir grup Somali sahillerine hicret ederek orada bugünkü Somali’nin başşehri olan Makdişu (Mogadişu) şehrini kurdular (907). Bu bölgenin daha önceki sakinleri olan Zeydîler bu Sünnî grupla imtizaç edemeyerek daha güneye ve iç bölgelere çekilip karşılıklı evlenmeler yoluyla yerli halka karışarak Arap ve Zenci karışımı bir topluluk meydana getirdiler. Bunlara muhtemelen Ümmet-i Zeydiyye’den muharref olarak Emüzeydiç denildi. Ahsâ’dan göç eden Araplar daha sonra Brava ve Merka gibi bazı şehirleri kurdular.

X. yüzyılın ortalarında Şiraz hükümdarı, annesinin Habeş asıllı olması sebebiyle diğer kardeşleri tarafından aşağılayıcı bir muameleye mâruz kalması üzerine, aile ve tebaasından bir grupla birlikte Hürmüz adasından hareketle Afrika sahillerine yöneldi. Kendileri Şiî olduklarından Makdişu Limanı’na uğramayarak daha güneylere indiler ve bugünkü Tanzanya kıyılarında bulunan Kilve şehrini kurdular. Burada zamanla güçlü bir devlet meydana getiren Şîrâzîler’in hâkimiyeti altındaki topraklar kuzeyde Zengibar ve Pemba adasına, güneyde Süfâle’ye (Sofala) kadar uzanmaktaydı. Bunlar XVI. yüzyılın başlarında Portekizliler’in gelişine kadar hâkimiyetlerini sürdürdüler. Kilve ve Zengibar havalisi, XVII. yüzyılın sonlarına doğru Maskat (Uman) sultanları tarafından Portekizliler’den geri alınarak tekrar müslümanların hâkimiyetine sokuldu. Portekizliler bölgeye geldiğinde Kilve’de 500’den fazla cami bulunuyordu.

XII. yüzyılın başlarında Uman’da Nebhânîler Devleti’nin yıkılışından sonra, hükümdar Süleyman b. Süleyman’ın maiyetinde büyük bir grup Afrika’ya hicret ederek bugünkü Kenya kıyılarında yer alan Pate adasına vardılar. Adanın Arap ve İran asıllı sakinlerince iyi karşılanan Nebhânîler daha sonra yönetimi ellerine alarak XIX. yüzyıla kadar hâkimiyetlerini sürdürdüler.

Sahil boyunca teşekkül eden müslüman sultanlıklar zamanla ticarî faaliyetlerini arttırarak özellikle altın ve fildişi temini maksadıyla Rodezya ve bugünkü Güney Afrika Cumhuriyeti’nin kuzeydoğu taraflarından kıtanın içlerine nüfuz ettiler. Mozambik’in Güney Afrika Cumhuriyeti sınırına yakın bir yerde bulunan Süfâle XVI. yüzyılda bölgenin en önemli altın ihraç limanıydı. Afrika’nın Hint Okyanusu sahilinde kuzeyde genel olarak Araplar, güneyde ise İran asıllılar hâkimdiler. Kıyı boyunca ve özellikle Zengibar ve Kilve havalisinde muhacirlerle yerli halkın kaynaşmasından Sevâhilî (sahilliler, kıyıda yaşayanlar) denilen karma bir halk oluştu. Bunlar aynı adı taşıyan ve Bantu dili ile Arapça’nın karışımı olan bir dil konuşuyorlardı.

İç Bölgelerde Yayılışı. İslâmiyet’in Afrika kıtası ile karadan ilk münasebeti Hz. Ömer’in hilâfeti sırasında Amr b. Âs’ın Mısır’ı fethetmesiyle (20/641) olmuştur. Bizans hâkimiyeti ve kilisenin halk üzerindeki baskısı Mısır’ın fethini ve İslâmiyet’in buranın yerli halkı olan Kıptîler arasında yayılmasını kolaylaştırdı. Öyle ki Kıptîler’in çoğu daha fetih tamamlanmadan müslüman oldu ve sayıları gittikçe arttı. Bu yüzden Hz. Osman zamanında (643-655) Mısır’dan elde edilen haraç on iki milyon dinar iken Muâviye zamanında (661-679) bu miktar yedi milyon dinara düştü. Ömer b. Abdülazîz devrinde (717-720) bu miktarın son derece azalması üzerine, Mısır valisi bundan böyle müslüman olacak kimselerden cizye vergisinin düşürülmemesini teklif ettiyse de halife Ömer b. Abdülazîz, “Allah Hz. Muhammed’i câbî (vergi toplayan) değil, dâî (doğru yola çağıran) olarak göndermiştir” diyerek bunu reddetti.

Mısır’ın fethinden sonra müslümanlar ülkenin güney sınırından gelebilecek muhtemel bir saldırıya karşı Nûbe’ye yöneldiler. Ukbe b. Nâfi‘in Nûbe’ye düzenlediği sefer bir sonuç vermedi ve Nûbeliler’le bir anlaşma yapıldı (641). Daha sonra Mısır Valisi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh, Nûbe içlerinde Dongola’ya kadar vardı ve yine karşılıklı güven ve ticarî iş birliği esasına dayalı bir anlaşma yapıldı (651). Bu arada Kızıldeniz ile Nil arasındaki Becâ bölgesinde yaşayan halkın birçoğu İslâmiyet’i kabul etti. Daha sonraki yıllarda Mısır’da haraç âmili olan (723-734) Ubeydullah b. Habhâb Becâlılar’la bir anlaşma yaptı ve bunun ardından aralarında Cüheyne, Himyer ve Hevâzin gibi tanınmış kabile mensuplarının da bulunduğu birçok Arap


Becâ ülkesine yerleşti. Bu yeni iskân hareketinden sonra İslâmiyet bölgede süratle yayıldı ve hicrî II. yüzyılın başlarından itibaren bazı Becâ hükümdarları da İslâm’a girmeye başladı.

Mısır ile Sudan arasına yerleşmiş bulunan Benî Rebîa kabilesi X. yüzyıldan itibaren Becâlılar’la münasebetlerini geliştirerek Allâkı madenlerini kontrolleri altına aldılar. Bu asrın müslüman müellifleri Becâ bölgesindeki Sevâkin (Suakin) ve Ayzâb (Aidhab) gibi şehirlerdeki parlak İslâmî hayatı tasvir etmektedirler. Selâhaddîn-i Eyyûbî zamanında Nûbelîler’in düşmanca bazı teşebbüsleri sebebiyle Selâhaddin’in kardeşi Tûran Şah Aşağı Nûbe’yi istilâ etti (1173), fakat ülkeyi ilhak etmedi. Muhacir ve tâcirler vasıtasıyla İslâmiyet giderek gelişme gösterirken Nûbe’de çok eski tarihlerde yerleşen Hıristiyanlık gittikçe zayıflamaya yüz tuttu ve ilk defa XIV. yüzyılda Nûbe’de müslüman sultanlıklar görülmeye başladı. Bölgenin en büyük yerleşim merkezlerinden biri olan Dongola şehri hükümdarı İslâmiyet’i kabul etti ve Mısır halifesi adına hutbe okuttu.

Hz. Peygamber zamanında yapılan hicretlerden sonra asırlar boyunca müslümanların Habeşistan’a nüfuzu son derece sınırlı olmuştur. Hz. Ömer devrinde Kureyş kabilesinin Benî Mahzûm kolu Habeşistan’a hicret etmişti. Bunların bugünkü Adisababa’nın bulunduğu yerdeki Şüve (Shoa) bölgesinde müslüman bir sultanlık kurdukları (896) bilinmektedir. Bu tarihlerden itibaren müslümanlar Habeşistan’ın içlerine nüfuz etmeye başladı, güneyde Sidâmâ ile kuzeyde Tigre’ye yerleştiler. Daha iç taraflarda bulunan Cuba (bugün Sudan’ın güneyindeki Juba) bölgesi İslâmiyet’i kabul etti. XII. yüzyılın başlarında Şüve hükümdarları burayı hâkimiyetleri altına aldılar ve İslâmiyet Şüve’nin doğusunda yayılmaya başladı. XIII. asırda Şüve’nin doğusunda sahilde Zeyla‘a varan bölgede Evfât Sultanlığı kuruldu. XVI. yüzyılın ilk yarısında Harar Emîri Ahmed Gran Habeşistan’ı kuzey sınırlarına kadar istilâ etti. Bu istilânın müslümanların ülke içlerine nüfuzu ve İslâmiyet’in yayılmasına büyük tesiri oldu. Daha sonra Portekizliler’in yardımıyla müslümanlar mağlûp edilmekle birlikte, hıristiyan kiliselerinin rekabeti ve hıristiyan din adamlarının içine düştükleri ahlâkî çöküntü karşısında İslâmiyet yayılmaya devam etti. Habeşistan topraklarında muhtelif dönemlerde ortaya çıkan müslüman sultanlıklar, Habeşistan Hıristiyan Krallığı’na zaman zaman vergi ödemek zorunda kalmalarına rağmen hükümranlıklarını sürdürerek İslâmiyet’i yaymaya devam ettiler.

İslâmiyet Batı Sudan’a XI. yüzyılda girmekle birlikte Doğu Sudan’da (Mısır Sudanı) ancak XIV. yüzyılda Nûbe’de Dongola Hıristiyan Krallığı’nın yıkılışından sonra geniş şekilde yayılmaya başladı. Fakat Dongola ile Alve’nin İslâm hâkimiyetine girmesine rağmen güneyde Habeşistan engeli sebebiyle Sennâr’dan öteye geçilemedi. Orta Sudan’da Kordofan, Dârfûr ve Bornu istikametinde ilerleme kaydedildi. XVI. yüzyılın başlarında Sennâr ve havalisinde kurulan Func İslâm Sultanlığı, XVIII. yüzyılın sonlarına kadar hüküm sürdü. Bu sultanlık Sudan’da kurulan ilk İslâm devleti idi ve en parlak dönemi olan XVIII. yüzyılda sınırları güneyde Fazugli, doğuda Kızıldeniz, kuzeyde Üçüncü Şelâle ve batıda Kordofan’a kadar uzanıyordu. Daha önceleri muhacir Araplar’ın gelip yerleştikleri Kordofan bölgesine İslâmiyet’in girişi erken tarihlerde vuku bulmuştu; Arapça konuşulan kuzey ve orta kısımlarda halkın hepsi müslüman olup güneyde ise İslâmiyet daha çok ticaret yolları boyunca yayılmıştı. XIV. yüzyılda Tunus’tan ve doğudan gelip Dârfûr’a yerleşen müslümanlar XVI. yüzyılda güçlü bir İslâm devleti kurdular. Mehmed Ali Paşa’nın Doğu Sudan’ı fethine kadar bölgenin en güçlü devleti olan Dârfûr’un sultanları Bâbıâli ile de münasebet kurmuşlar, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz’den hükümdarlıklarını tanıyan fermanlar almışlardır. Dârfûr’un batısında yer alan Vaday’da XVIII. yüzyılın başlarından itibaren İslâmiyet yerli halk arasında yayılmaya başlamış ve bu sırada kurulan Vaday Sultanlığı XX. yüzyılın başlarına kadar hüküm sürmüştür.

Somali topraklarının Arabistan’a yakınlığı, burayı İslâm’ın ilk tebliğ faaliyeti alanlarından biri haline getirmiştir. Ülkenin güney sahillerine müslüman muhacirler erken tarihlerde yerleştiler. İslâmiyet’in sahilde kolayca yayılmasına karşılık iç bölgelerin İslâmlaşması daha yavaş ve genellikle tarikatlar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Ülkenin kuzeyinde Habeşistan’ın güney sınırları boyunca XIV. yüzyıldan başlayarak kurulan Zeyla‘, Adal ve Harar gibi müslüman sultanlıkların da Somali’de İslâmiyet’in yayılmasında önemli tesirleri olmuştur.

Doğu Afrika’da İslâmiyet’in yayılışı temelde barışçı yollarla sağlanmıştır. Kızıldeniz ve Hint Okyanusu sahilleri boyunca çok eskilere varan ve İslâmî devirde gittikçe gelişen ticarî münasebetlerle çeşitli zamanlarda meydana gelen göçler Doğu Afrika’nın İslâmlaşmasına temel teşkil etmiştir. Gerek Mısır’ın fethini müteakip güneyde Nûbe’ye doğru girişilen fetih hareketi, gerekse sahillerde ve daha sonraları iç bölgelerde oluşan müslüman sultanlıkların yerli putperest ve hıristiyanlarla zaman zaman yaptıkları savaşlar, düşmanın mukavemetini kırmada faydalı olmuşsa da müslümanların taraftar kazanması daima barışçı yollardan sağlanmıştır. Seyyahlar ve araştırmacıların verdikleri bilgiler, İslâmiyet’in Afrika’da zorlayıcı tedbirlerle değil tamamen barışçı yollarla yayıldığını açıkça göstermektedir.

Müslüman tâcir ve tebliğcilerin günün belli zamanlarında abdest alıp namaz kılmaları, dua etmeleri, cuma ve bayram namazları, kurban kesme gibi ibadetleri yerlilerin dikkatini çekmiş, kendileriyle kurulan yakın ve samimi münasebetler, muhtaç ve kimsesizlere yapılan yardımlar güven telkin etmiş ve müslümanlarla kolayca kaynaşmalarını sağlamıştır. Bilgi, kültür ve ahlâk bakımından müslümanların sahip oldukları üstünlük de onlara büyük bir itibar kazandırmıştır. Müslüman tâcir ve muhacirlerin yerli kadınlarla evlenerek onlarla kaynaştıkları konusunda kaynaklar son derece açıktır. Bu da İslâm’ın yayılışını kolaylaştıran önemli hususlardan biridir. Müslüman tebliğcilerin sınıf farkı gözetmemesi ve yerlilerin müslüman olur olmaz tebliğcilerle kendilerini eşit durumda görmelerine karşılık, hıristiyan misyonerlerin kendilerini yerli halktan üstün görmeleri, yerli kadınlarla evlenmemeleri, İslâm’ın siyahların dini, Hıristiyanlığın da beyazların dini olduğu şeklinde bir kanaatin doğmasına yol açmıştır. Diğer taraftan İslâmiyet’i kabul etmekle parlak bir kültür ve medeniyetin bir ferdi olma imtiyazını elde etme ve bütün İslâm ülkelerinde serbestçe dolaşma imkânına kavuşma düşüncesi de müslüman olmayı yerlilerin gözünde cazip hale getirmiştir. İslâmiyet’in dağlık bölgelerden çok vadi ve ovalarla ana yolların çevrelerinde yayılmış


olması da ticaretin bu konudaki rolünü göstermesi bakımından önemlidir.

Batı sömürgecilik hareketinin, Afrika’da İslâmiyet’in yayılmasına dolaylı yoldan da olsa müsbet bir tesiri olmuştur. Sömürge altındaki ülkelerde düzen ve güvenliğin sağlanması, demiryollarının açılması, ana yollara bağlanan tâli yolların yapılması, müslüman tâcir ve tebliğcilerin iç bölgelere nüfuzunu kolaylaştırmıştır. Sömürgeci devletlerin idarî görevlerdeki yardımcı personeli ve açılan okullarda ders veren hocaları daha çok fikrî ve kültürel bakımdan ileri olan müslümanlardan seçmeleri, hem İslâm tebliğini kolaylaştırmış hem de müslüman olmayı yerlilerin gözünde cazip hale getirmiştir.

Doğu Afrika’da İslâmiyet’in yayılmasında etkili olan diğer bir faktör de tarikatlardır. Özellikle dışarıdan gelen muhacir müslümanların yerleştikleri yerlerde cami ve medreseler baştan beri mevcut olagelmiştir. Daha sonraki asırlarda özellikle tarikatların İslâm’ı tebliğ konusunda gösterdikleri faaliyetler, cami ve medreselere tekke ve zâviyeleri de eklemiştir. Cami, medrese ve zâviyeler dinî öğretim ve tebliğin birer merkezi idi. Buralarda ders veren ve irşadda bulunanlar Fas, Tunus, Kayrevan, Kahire, Şam, Bağdat, Mekke ve Medine gibi İslâm ilim merkezlerinde tahsil görüp dönüyorlardı. Açılan medreselerde hem müslüman hem de putperest yerli çocuklar birlikte okutuluyor, kimsesizler toplanıp müslüman olarak yetiştiriliyordu. Tahsilini buralarda tamamlayanlar dört bir tarafa tebliğe gönderiliyorlardı. İslâm’ı sade ve basit bir dille tebliğ eden bu âlim ve mürşidler, yalnız müslümanların değil yerlilerin gözünde de büyük bir itibara sahiptiler. Bazı bölgelerde sosyal mevki bakımından kabile reislerinden sonra gelir, birbirine düşman topraklardan serbestçe geçebilirlerdi.

Doğu Afrika’ya tarikatların girişi, özellikle yakın münasebetleri bulunan Yemen ve Hadramut tâcir ve muhacirleri vasıtasıyla olmuştur. Bu bölgeye giren en eski tarikat Kadirîlik’tir. Kadirîliğin Doğu Afrika’ya VIII. (XIV.) asırdan önce girmediği ileri sürülmekle birlikte, Kızıldeniz kıyısındaki Massava şehri halkı Abdülkadir-i Geylânî’nin (ö. 561/1165-66) orada vefat ettiğine inanmakta ve Massava’da onun adını taşıyan ve aynı zamanda ziyaretgâh olan bir cami bulunmaktadır. Massava’nın ardından daha güneyde Zeyla‘ ile Somali’nin Hint Okyanusu sahillerindeki Makdişu’da yayılan Kadirîlik, XVI. yüzyıla doğru Habeşistan içlerindeki Harar bölgesine girdi. Ahmed Gran’ın fetihleri boyunca (1506-1543) bütün Habeşistan’da ve daha sonra da Somali, Tanzanya ve diğer yörelere yayıldı. Doğu Afrika’da etkili tarikatlardan biri de Mîrganiyye’dir (Hatmiyye). Bu tarikat, İdrîsiyye’nin kurucusu Ahmed b. İdrîs’in (ö. 1253/1837) Mısır ve Sudan’da tarikatı yaymak üzere gönderdiği Muhammed b. Osman el-Mîrganî (ö. 1268/1852) tarafından şeyhinin ölümünden sonra Kesela’da (Doğu Sudan) kuruldu. Onun zamanında İslâmiyet’in tebliği Kesela bölgesinde zirveye ulaştı. Daha sonra tarikat Kızıldeniz sahilindeki Sevâkin, Massava ve Eritre’de yayıldı. XIX. yüzyılın ilk yarısında Kuzey Afrika’da kurulan Senûsîlik, Doğu Afrika’da özellikle Somali ve Gala (Galla) bölgesinde etkili oldu. Aynı zamanda dinî bir ıslah hareketi olan Senûsîlik medrese ve zâviyelere büyük önem verdi. Senûsîler’in köleleri satın alıp âzat ederek tarikatın merkezinde eğittikten sonra tebliğde bulunmak üzere kendi memleketlerine geri göndermeleri son derece etkili olmuştur. Diğer tarikatlardan Ahmediyye daha çok Somali’de, Şâzeliyye Tanzanya’nın güneyinde, Ticâniyye Habeşistan’da, Semmâniyye de Sudan ve Eritre’de yayılmıştır.

Bugün Doğu Afrika ülkelerinden Somali, Cibuti ve Komor adalarında nüfusun tamamı müslümandır. Sudan’da müslümanların oranı % 70, müslümanların çoğunlukta bulundukları Eritre bölgesinde 1960’tan beri örgütlenerek bağımsızlık mücadelesi verdikleri Habeşistan’da (Etiyopya) % 50 dolaylarında, Tanzanya’da % 40, Mozambik’te % 18, Kenya’da % 7.5 ve Madagaskar’da % 5’tir. Tanzanya, Mozambik ve Kenya’da müslüman nüfus daha çok sahil boyunca yoğunluk göstermektedir.

Hint Okyanusu sahilleri boyunca yer yer bazı Şiî gruplar bulunmakla birlikte Doğu Afrika ülkelerinin hemen hepsinde halkın çoğunluğu Sünnî’dir ve Şâfiî mezhebine mensuptur. Yalnız Sudan’da Mâlikî mezhebi hâkim olup Tanzanya’da Afrika menşeliler Şâfiî, Hintliler Hanefî, Umanlılar ise Sünnî olmayıp İbâzî’dir. Kenya’da çoğunluk Şâfiî olmakla birlikte Asya menşeliler Hanefî, Sudanlılar da Mâlikî’dir.


BİBLİYOGRAFYA:

Lothrop Stoddard, Hâzirü’l-âlemi’l-İslâmî (trc. Accâc Nüveyhid, nşr. Şekîb Arslan), Beyrut 1394/1973, III, 1-161; Ahmed İbrâhim Diyâb, Lemehât mine’t-târîhi’l-İfrîkı el-hadîs, Riyad 1401/1981, s. 65 vd.; T. W. Arnold, İntişâr-ı İslâm Tarihi (trc. Hasan Gündüzler), Ankara 1982, s. 113-140, 342-362; Muhammed Abdullah en-Nakıre, İntişârü’l-İslâm fî Şarkı İfrîkıyye ve münâhedatü’l-Garbi lehû, Riyâd 1402/1982; H. İbrâhim Hasan, İntişârü’l-İslâm fi’l-karreti’l-İfrîkıyye, Kahire 1984; P. Balta, L’Islam dans le monde, Paris 1986, s. 343-353; Hasan Ahmed Mahmûd, el-İslâm ve’s-sekafetü’l-Arabiyye fî İfrîkıyâ, Kahire 1986, s. 53 vd., 277-452; M. Ali Kettânî, Muslim Minorities in the World Today, London 1987, s. 161-190; Hüseyin Mü’nis, Atlasu Târîhi’l-İslâm, Kahire 1407/1987, s. 335, 379-380; Ünver Günay, “Zenci Afrika’da İslâmiyet’in Yayılışının Belli Başlı Safhaları”, İslâmî İlimler Fakültesi, Prof. Dr. M. Tayyib Okiç Armağanı, Ankara 1978, s. 147-157; a.mlf., “Zenci Afrika’da İslâmiyet’in Yayılışının Temel Etkenleri”, İslamî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 4, Ankara 1980, s. 105-117; Z. I. Oseni, “The Prophet’s Contact With Africa”, The Muslim World League Journal, IX/11, Makkah 1982, s. 12; Muhammed Hamîdullah, “African Muslims in the Time of the Prophet”, a.e., XII/9-10 (1985), s. 22-26.

Ahmet Özel